0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1 2
Konu: Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz )  (Okunma Sayısı: 3747 Kere Okundu.)
« : Ağustos 04, 2011, 01:11:25 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Öncelikle şunu belirtmek istiyorum bu hikayeyi kuzenim Burak ile birlikte yazdık ilk başta fikir benimdi hikaye yazma fikri ancak yardıma ihtiyacım vardı. 1 ay 19 gün sonucunda hikayemiz bu hali aldı hikaye biraz uzundur haberiniz olsun Gülmek :). Bu muhteşem hikayeyi yazmamda çok büyük yardımı olan kuzenim Burağa sonsuz teşekkürler Gülmek :) İyi okumalar Gülmek :) Hikayemiz çok uzun olduğu için parçalara bölmek zorunda kaldım Gülmek :)


Bu kapıyı açarken hep zorlanıyorum, diye düşündü. " Merhaba anne." "Hoş geldin oğlum, geciktin nerede kaldın yemeğin soğudu." " Oyundan arkadaşlarla buluştuk biliyorsun bu insanlarla gerçek hayatta da görüşmeyi seviyorum. Ama sana da haber vermeliydim hani." Annesinin konuşmaya hazırlandığını görerek kıvırmıştı. Annesi oynadığı oyundan ve oynadığı oyundaki arkadaşlarından hoşlanmazdı. Oyun başka bir şeydi tanımadığı insanlarla oynadığı oyun başka bir şeydi. Annesi o insanlara güvenmezdi, hep başına bir şeyin gelmesinden korkardı. Biraz geri kafalısın anne kabul et diye düşündü. Odasına doğru ilerlerken annesi " Yemek yemeyecek misin canım?" dedi, "Hayır anne tokum, arkadaşlarla buluştuğumu söyledim ya karnımı doyurdum." Kapıyı kapatmadan önce bir an annesinin iç geçirdiğini duyduğunu sandı. Üstünü değiştirmeden eli bilgisayarın açma düğmesine gitti, herkes onun bu oyuna bağımlı olduğunu düşünüyordu. Ah bir bilseler aldığı zevki, gerçek hayatta ulaşamadığı bir çok başarıyı oyunda tatmıştı. Yaptığı sayısız kahramanlıkları düşündükçe keyif alıyordu. Üstünü değiştirirken kafede gördüğü kızı düşündü. Onu daha önce görmüş müydü, sanmıyordu, yoksa hatırlardı. Onunla tanışmalıydı. Uzun zamandır kimseyle flört anlamında beraber olmuyordu. Aslında kendisi de istemiyordu halinden memnundu. "Ben halimden memnunum." diyerek derin bir nefes verdi ama o kızı düşünmeye devam etti. Masalarında ondan başka üç kişi daha vardı. Arkadaşlarıyla sohbet ederken ara ara onların oturduğu masayı gözlüyordu. İki kız ve bir erkek. Kızlardan birini tanıyordu, okulda çok samimi olduğu bir arkadaşının yakınıydı. Diğerlerini daha önce görmemişti. Windows açılmıştı, masaüstüne bakmasıyla tebessüm etmesi bir oldu. Oynadığı oyunun simgesine baktı. Bu gün belki de bu gece isteğini gerçekleştirecekti. Oynadığı oyunda seviye bakımından liderdi. Bu liderliği elde etmek için gece gündüz klavye yıpratmıştı. Ve hesaplarına göre oyundaki son seviyeye bu gece geçecekti. 99. seviye.
Oyuna girmeden önce mutfağa gidip kahve hazırlamaya karar verdi, Uykusuzdu ve büyük ihtimal bu gece de uyuması mümkün değildi. Kafeinin etkisini seviyordu.
Oyuna girmeden önce simgenin hemen altında duran "team speak" programını çalıştırdı. Bu program çok işe yarıyordu, arkadaşlarıyla daha hızlı iletişiyordu ve sani oyundan aldığı keyfi ikiye katlıyordu. Bu oyunun bir ekip çalışmasından ibaret olduğunu gösteriyordu, hele ki savaşlar "sen karabüyüyü al", " bıçakçı geldi ali koş yanıma gel sende bıçak savunması full şunun icabına bak" gibi dialoglarla daha eğlenceli geçiyordu.
"Selamlar beyler, burak online" hep böyle girerdi konuşmaya.
"Hoop burda bayanlarda var burak kınıyorum seniiiii."
"Feminen atak ahahahah" bu Erendi.
"Eren şimdi beni yanına getirme zaten bütün gün bastığım itemler üst artıya geçmedi!" Bu Gizemdi ve kasarken yardımcı oluyordu yani oyundaki karakterine yardımcı büyüler uyguluyor böylece kasması kolaylaşıyordu. Gizem ve Eren atışmadan didişmeden gün saat değil dakika geçirmezlerdi sanki. Onların bu komik atışmaları ona keyif veriyordu.
"Oooff lanet kaçsın oyun bakımdaymış!" Karakter ekranı gelmemişti, bir "sunucuya bağlanırken hata" bildirimini gördüğünde sinirlendi.
" Abi bizde yarım saattir beklemedeyiz. En fazla bi yarım saat kadar daha sürer bu bakım." Bu Mehmetti. O da kendisi gibi liderlik yarışındaydı. O birinci Mehmet hemen ardından ikinciydi.
"Aman sen girme zaten. Senin yapılcak işlerin tamamlancak ödevlerin vardır bence çık sen biraz sosyalleş dostum." Hep ona böyle takılırdı bi türlü kasmaktan vazgeçiremedim bu çocuğu diye düşündü. Eğlenceli tiplerdi.
"Team Speak" ten açık olanlar listesine bi göz gezdirdi konuşanların haricinde kimse yoktu. Loncadaki arkadaşları oyundaki bakım nedeniyle oyuna giremediklerinden konuşma programını da açmamış olmalıydı.
"Arkadaşlar ben çıkıyorum, yapmam gereken birşey var." Diyerek programı kapattı, arkasından gelen kendine iyi bak, bizi fazla bekletme dediklerini duymamıştı. Masasından kalktı ve pencereye ilerledi. Kahvesini yudumlarken dışarıdaki insanları, başka hayatları izlemeye başladı.
Kahvesini dudaklarına götürürken cama yaslandı. Camdan sırtına soğukluk, kaloriferden de bacaklarına sıcaklık yayılıyordu, güçlü bir tezat oluşturuyordu. Bunu vücudunu uyanık tutması için yapıyordu. İşe de yarıyordu hani. Kendi icat ettiği bir tür kocakarı tedavisi de olabilirdi. Tebessüm etti. Kahvesinden dumanlar tütüyordu bir yudum aldı, az önceki gibi dudaklarını yakmamıştı. Kafedeki kızı düşünüyordu. Onu etkilemişti. Belkide onu sanal dünyadan kurtaracak kişiyi bulmuştu. Kendisini hiçbir zaman bir ilişkiye hazır hissetmemişti. Annesi içeriden seslendi. Ne dediğini anlamamıştı ve sesi biraz çatallaşmıştı. Aklına sık sık izlediği The Big Bang Theory dizisindeki Howardın annesi geldi, sırıttı. Sesi mutfaktan geliyordu. Mutfağa doğru ilerledi, koridordan geçerken duvardaki küçüklük resimleri gözüne çarptı, bir tanesi kırmızı önlüklü arkadaşlarıyla poz verdiği bir ana sınıfı yemek molası sırasında çekilmişti, fotoğraf çekilirken sağ yanında sarışın bir kız vardı, hayatının her döneminde aşık olduğu insanlar oluyordu ama açılmayı pek düşünmüyordu. Ne gereği vardı, ya mutluluk yaşanırdı ya da acı çekilirdi. Bu ihtimallere bile güvenmediğinden hiç sıcak bakmamıştı ilişkilere, üzülmekten nefret ederdi. Yakınlarından duyduğu kadarıyla siması hiç değişmemişti. 20 yaşına gelmişti, artık bundan sonrada değişmezdi herhalde. Mutfağın kapısına geldiğinde duraksadı. Çok güzel bir şey kokuyordu. Bu kek hamurunun kokusuydu. Kaptan bir kaç kaşık kek hamuru alsa bir şey farketmezdi, öyle lezzetliydi ki.
"Oğlum markete gidip bana biraz pasta kreması, türk kahvesi ve kakao alır mısın? Bak malzemelerim bitmiş misafirler gelene kadar yetiştireyim şunları, hadi al da gel." Annesi bu tür istekleri oılduğunda sürekli ısrar edermiş gibi bir profil çizmeye başlamıştı. Bunun nedeni kendisiydi. Gün boyunca sürekli oyun oynardı ve kendisini oyundan çıkarmak için bu tür istekler hiç de cezbedici olmazdı. Annesi isteklerini belki bir saat boyunca ona söyler, en sonunda kendisinin gideceğini söyler, böyle olunca da onu kıramaz kalkardı bilgisayar başından.
"Tamam canım, zaten benimde kahve almam gerekiyor stoklarım bitmiş." dedi tebessüm ederek. " Hemen geliyorum." Ayakkabılarını giyip sokağa çıktı. Market evlerine yakındı. Ama o markete nazaran biraz daha uzakta kalan büfeye gitmeyi tercih etti. Küçük esnafın kazanmasını isterdi her zaman. Acelesi yoktu. Oyun bakımdaydı. Önüne bakarak yürümeye koyuldu.
Ekim ayıydı ve kış yavaş yavaş etkisini göstermeye başlıyordu. Cemreler yeryüzünü terketmeye başlamıştı. Yüzüne esen soğuk rüzgar cildinde ani bir irkilmeye yol açmıştı. Soğuk havayı seviyordu. Çevresindeki insanlara baktı. Hemen önünden yürüyen genç bir çift resmen kendi haberleri bile olmadan ona nispet yapıyorlardı. İçinden, Burak kendine gel daha birkaç saat önce gördüğün birini bu kadar kafanı takacaksan işimiz zor diye söylendi. Büfeye yaklaşmıştı. Orta yaşlı bir amca sigara alıyordu. Esnafla göz göze gelip başıyla selam verdi.
"Hoşgeldin oğlum, buyur." Sıra ona gelmişti, bakkal amcası da elinden gelen sıcaklıkla onu karşılamıştı. Market yerine sürekli onu tercih ettiğini, ona müşteri bile çektiğini biliyordu. Belki sadece para sayesinde bu kadar samimiydi. Fakat onun amacı gözünü para hırsı bürümüş yoksul insanlara para kazandırmak değil, küçük esnafın kalkınmasını sağlamaktı. Kim bilir belki de gelecekte bu konuyla ilgili bir çalışması olacak ve tüketim okları küçük esnafa yönelecekti.
"Selamlar. Amca ben pasta kreması, türk kahvesi, kahve ve kakao rica edeyim."
"Tamam vereyim ama pasta kreması kalmamış be evlat." Tezgahın arkasında kaybolmuştu ve kremayı bulamamış olmalıydı.
"Diğerlerini alayım ben o zaman." Ücretlerini ödeyip markete doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Telefonu titredi, mesaj gelmişti. Cebine uzanıp mesajı okumaya başladı. Mehmetten geliyordu. Oyun açılmıştı ve Gizem oyunda onu bekliyordu. Marketten birkaç şey aldığını beş on dakika sonra oyunda olacağını belirten kısa bir mesaj yazıp gönderdi. Marketin girişinde birini gördü ve duraksadı. Kafede gördüğü kızı reyonların arasında gördüğünü sandı. Göz açıp kapayıncaya kadar kaybolmuştu. Belki bir halüsinasyon gördüğünü düşündü. Böylesi ilk defa oluyordu, uykusuzdu, zihin yönünden bitkindi, doğaldı yani. Markete girdi, pasta kremasının bulunduğunu düşündüğü reyonlara doğru ilerledi. Aradığını bulmuştu, alt raftaydı, uzanıp bir tane aldı, geriye kalan tek işi kasalardan geçip evine ulaşıp poşeti mutfağa koyup bilgisayarının karşısına geçmekti.
"Afedersiniz, acaba bir şey sorabilir miyim?"
Başını çevirmeden önce kim olduğunu anlamıştı. Doğruldu ve onunla göz göze geldi. Sanki midesi karnında takla atmıştı. Terliyordu ve emindi ki kızarmıştı. Konuşmaya başlamadan önce konuşmayı unutmamış olmayı diledi.
"Şey tabi ki." Heyecanlı görünmemeye çalışıyordu.
Kız eline bakmıştı.
"Ben de pasta kreması alıcaktım, ah şurdaymış."
Geçmesi için biraz kenara çekilmesi gerekmişti. Kız tekrar ayağa kalktığında olması gerekenden yakındılar. Bu ruhsal bir sınırdı, bu konu hakkında bir tez okuduğunu hatırladı.
"Tamam öyleyse." Diyebildi sadece, gözlerini kaçırıyordu.
"Teşekkürler, eminim akşama kadar bulamazdım, bu aralar kafam çok karışık. Tekrar teşekkürler." Kız hiçbir tepki vermediğini görünce ikinci kez teşekkür etme gereği duymuştu. Yanından geçerek kasalara yürümeye başladı. Aklını toplamaya çalıştı. Bütün gün o kızı düşünmüştü, şimdi de çekip gitmesine izin mi verecekti, adını bile bilmiyordu.
"Önemi yok, benimde bu aralar kafam biraz karışık." Kızın duyduğunu bile sanmıyordu. Gereğinden çok az bir ses tonuyla söylemişti. Kız rafların arasından bir-iki adım attıktan sonra arkasına döndü.
"Bir şey mi dedin acaba, duyamadım da." garip bakıyordu, acaba yanlış mı anlamıştı.
"Ben hiç birşey apmadım, sadece tesadüf eseri elimdeki pasta kremasını gördün, önemi yok dedim." dedi.
"Bu da birşeydir ama." dedi kız tebessüm ederek.
Kız sanki bir şey bekliyormuş gibiydi. Bu tür konularda pek tecrübesi yoktu, bu gelişmemiş yönüne lanet okudu.
Kız arkasına dönerek yürümeye başlıyacaktı. Hala beklentiyle bakıyordu sanki.
Bakışlarını kaçırmadan " Şey ben Burak, bugün sanırım seni "xxx kahvesi"nde gördüm sanırım." dedi.
"Hey bende seni birine benzettiğimi düşünüp kime benzettiğimi arıyordum, evet ordaydım. Ben Özlem." Ona doğru ilerlemeye başladı. Tokalaşmak için geliyor olmalıydı. Tokalaştılar.
"Memnun oldum." Tebessüm etmişti, kızardığına yemin edebilirdi.
"Bende, iyi günler." O yürürken arkasından bakakalmıştı. Sanki az öncekinden daha bir neşeli yürüyordu, bu iyi bir şeydi.

Aldıklarını kasadan geçirip eve doğru yöneldi. Hızlı yürüyordu. Oyun açılmış olmalıydı. Her dakikası önemliydi. Hızlı yürüyen insanların diğer insanlara göre daha aktif düşünen bir beyine sahip olduğunu anlatan bir tez okuduğunu hatırladı. Ah ne çok şey biliyordu, annesine göre çok bilmiş, arkadaşlarına göre sen mi kurtarıcaksın dünyayı/türkiyeyi/(hatta evreni, çok değişik alanlarda bilgi sahibiydi.). Sadece şunu biliyordu: Kullanmasını bilene internet adeta bir hazinedir.

Eve vardı. Mutfağa poşetleri bıraktı, odasına yöneldi, koridorda annesiyle karşılaştı, yanından geçerken yanağına bir öpücük kondurdu. Emindi ki annesi şaşkın şaşkın bakıyordu arkasından. Genelde ruhsuz, uykulu, suskun olurdu. Onda oyundan sonra değişen kötü nitelikleriydi bunlar.

Bilgisayarına kuruldu. Team Speaki açmadan hemen oyuna girdi.
Level 98. Mmmmm diye bir ses çıkardı. Keyifliydi. Oyuna girdiği gibi oyundaki karakterinin eşi olan gizemin karakterinin yanına ışınlandı. Bunun için bir nikah yüzüğü gerekiyordu.
"-nerede kaldn burrak yha, geç kaldnnn" yazdı Gizem.
"-annem markete gönderdi, o nedenle geç kaldım güzelim hemen başlayalım, ben team speaki açayım konuşmamız daha rahat olur." Türkçenin yazım kurallarına önem veriyordu fakat başka insanların yazım tarzlarına karışmıyordu.
Programı açtı.
"Burak Online." Sanki radyo programı sunuyordu.
"Hele şükür be abi, hadi başla kasmaya. Millet yançarlarıyla metin kesiyor, lonca sohbet ekranında kapalı olduklarına bakma." Bu kişi loncalarına daha yeni katılmış olmalıydı, sesine alışmamıştı kim olduğunu anlayamadı.
"Kolay gelsin beyler."
Birçok "Sağolasın kardeşim, asıl sana kolay gelsin." gibi dialogları duydu.
Evet başlıyorlardı. Gizem her zamanki gibi pek konuşmadan onu kutsuyor o da canavarları kesiyordu. Kolay işti, karakteri gayet hızlıydı, fakat uzun süre kasmak can sıkıcıydı. Bu gece sondu, daha agrasif kasmaya başladı, daha fazla daha fazla kesiyordu. Metinlerden çıkan pelerinlerinin hepsini bugün için ayırmıştı. Kısa zamanda 99 olmalıydı.
Gece yarısını geçeli epey bir zaman olmuştu. Masasının etrafına göz ucuyla bi baktı. Annesinin akşam getirdiği tepsideki bir tabak yemek olduğu gibi duruyordu. Yanındaki tepside getirdiği kola ve cips de olduğu gibi duruyordu. Annesi onun tedavi edilmesi gereken bir bilgisayar bağımlısı olduğunu düşünüyor olmalıydı. Bugün pazardı yani tatildi, oğluyla geçirdiği tek günü tartışarak geçirmek istememiş olmalıydı. Yarın işe erken gideceğinden erkenden yatmıştı. Yarın mı diye düşündü kendi kendine, bir kaç saat sonra yarın olacaktı, hafif bir şekilde sırıttı. Annesi özel bir lojistik firmasının insan kaynakları departmanında çalışıyordu, azimliydi. Babasından ayrılalı 7 yıl olmuştu. Babasından ayrı yaşamaya alışmıştı. Arada sırada babasıyla buluşup bir kaç etkinlik yapıyorlardı. Annesinde kalmayı o seçmişti. Tek başına bir kadın uzun bir hayatta tek başına kalmamalıydı. Babası idare edebilirdi. Bu konuyu pek düşünmek istemiyordu.
Annesi rahatsız olmasın diye lambayı kapatmıştı. Odasından, kitaplığın olması gereken yerden hafif bir "Tık." sesi geldi. İrkildi ve nabzının yükseldiğini, kalbinin birden hızlıca attığını ve adrenalin salgıladığını hissetti. Garip bir sesti, tok bir sesti. Kasmaya ara vermeyi düşünmüyordu, fakat içine bir merak yerleşmişti. Ne olabilirdi ki, diye düşündü, en fazla bir böcek olmalıydı. Böceklerle uğraşacak zamanı yoktu. Sırtının tutulduğunu hissetti, masadan kalkıp yatağına geçti, başını yastığa koyup bilgisayarını dizlerinin üstüne yerleştirdi.
TeamSpeak'ten konuşmaya başladı. "Beyler, bayanlar. İşte karşınızda serverın ilk 99 leveli dememe çok az kaldıııı." Sadece iki tane karşılık gelmişti. Saatine baktı sabaha karşı 5.50'ydi.
"Arkadaşlar ben yarını bekleyemeyeceğim, lonca demircimize gelin, çok az exp kaldı, kurt-köpek kesip orada level alıcam daha bir karizmatik olur."
"İşin gücün hava abi, kendini kanıtlamak istiyorsun her konuda." dedi Mehmet. Ondan önce 99 olacağı için biraz sitemkar bir tonda konuşuyordu, tabi ki şakayla karışık.
"Ben buna sadece hırs diyorum, oyundan sonra bu hırs bana gerçek hayatta epey işe yarayacak bence." Evet bu oyun sayesinde karakterine kazandırabildiği tek iyi huy hırstı.
"Bence sen gerçek hayatı unuttun. Bugün kafe de gördüğün kıza sadece baktın, ne bi merhaba ne bir atraksiyon göremedik."
"Sen öyle san, bugün oyun bakımdayken markete gittiğimde bil bakalım kimle karşılaştım."
"Pembe dizi anlatmaya başlamıyacaksın inşallah."
"Yok be oğlum, dinlesene, karşılaştık işte, adını öğrendim, bakışlarını görmeliydin. Daha önce kimseden bu kadar hoşlanmamıştım abi."
"Geçen sene ki, neydi adı, hmm, neyse unuttum, kumral vardı ya, onun için de öyle diyordun."
"Bu başka işte."
"Tamam sen onu bırakta yarın level alsan olur mu?"
"Yarın mı, haha, aylarca ben bu gece için emek harcadım. Herkes lonca demircisine millet."
Loncadaki diğer arkadaşlarına mesaj attı. Yarım saat içinde yaklaşık olarak 18-20 kişi olmuşlardı. Onlarda bu mesajı bekliyor olmalıydılar, böyle bir anda onu yalnız bırakmak istemiyorlardı. Sanal ortamda gerçek ortamda edinemediği kadar çok dostu olmuştu.
Hepsi lonca demircisinin yanındaydı, kendisi ve Gizem de az sonra onlara katılacaktı. Lonca demircisine vardılar. Kendini bir garip hissetti. Aylardır harcadığı emeğinin karşılığını az sonra alacaktı.
Kitaplığın bulunduğu yerden bir "Tık." sesi daha geldi. Bu sefer ki az öncekinden daha gürültülü gelmişti. Bunu bir böcek yapamazdı. Herhalde komşularımız yaramazlık yapıyor diye düşündü ve oyuna devam etti.
Level alması için 2 kere pelerinle slot çekti, karakterinin etrafında bembeyaz bir ışık huzmesi yükseldi. Bu huzme kaybolacağı yerde büyümeye başladı, bilgisayarını elinde tutuyordu, ışık huzmesi o kadar büyümüştü ki oyun ekranının tamamına hakimdi, huzme bilgisayardan çıkıp bütün odaya yayılmaya başladı, artık o ışıktan başka bir şey göremiyordu. Korkmadı, sadece nasıl olabilir böyle birşey diye düşünüyordu. Bir tık sesi geldi ve başı bilgisayarının klavyesine düştü. Herşey kararmaya başladı. Vücuduna hakim olamıyordu, hareket edemiyordu. Korkmaya başlamıştı.
Yakınlardan su sesi geliyordu. Başını sert bir şeye dayamış olmalıydı, taşa benziyordu ve taşın rutubetiyle başının arkası çok hafif nemlenmişti, bu biraz üşütüyordu. Uzaklardan tanımlayamadığı sesler geliyordu, tahmin yürütmeye çalıştı ama bir şey algılayamadı.
Gözlerini açmaya çalışıyor, açamıyordu. Hareket etmeye çalışıyor edemiyordu. Neredeydi. Az önce bilgisayarının klavyesine başı düşmüştü. Öncesinde garip bir tık sesi duyduğunu anımsadı. Bilgisayarından yayılan ışık odasına yayılmış ve akabinde gelen bir tık sesiyle başı bilgisayanın klavyesine düşmüş etraf kararmıştı. Karanlık ve hissizlik uzun sürmemişti ve bazı sesler duymaya, biraz da üşüdüğünü hissetmeye başlamıştı.
« Son Düzenleme: Ağustos 04, 2011, 07:14:27 ÖS Gönderen : [GA]JunSang »

Within Temptation
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz )
« Posted on: Mart 28, 2024, 04:32:54 ÖS »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) e-book, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) programı, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) oyunları, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) e-kitap, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) download, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) hikayeleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) resimleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) haberleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) yükle, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) videosu, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) şarkı sözleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) msn, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) hileleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) scripti, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) filmi, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) ödevleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) yemek tarifleri, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) driverları, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) smf, Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür ! ( Kuzenimle Beraber Yazdığım Hikayemiz ) gsm
Yanıtla #1
« : Ağustos 04, 2011, 01:11:48 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Daha ne kadar böyle hareketsiz durmaya devam edeceğini düşünüyordu. Acaba bir karabasan mı gelmişti. Fakat böyle şeylere hurefe gözüyle bakardı, her zaman bilimsel açıklamaları tercih ederdi. Vücudu o oyun oynarken kendisini REM uykusuna hazırlamış ve aniden hormonları onu hareketsiz bırakmıştı. Fakat bu duyduğu sesleri ve hissettiği soğukluğu açıklamıyordu.

Zaman duyusunu yitirdiğini tahmin ediyordu. Ancak sesleri duymaya başladığından beri uzun bir süre geçmediğini düşünüyordu. Uzaklardan bir kadının çığlık attığını duydu, ve bağırarak bir şeyler söylüyordu. Uzak olduğundan dolayı neler dediğini anlayamadı. Başka seslerde duymaya başlamıştı. Yakınlaşıyorlardı. Kumaşın, metalin ve tanımlamakta zorlandığı bir şeyin sürtme sesini duyuyordu. Sesler çok yakındı ve durdular. Paniklemeye başlamıştı, eğer vücudunu kontrol edebilseydi emindi ki korkudan nefes nefese kalmıştı. Yüzüne değen bir eli hissetti, biri başını sağa ve sola çeviriyordu. Sanki kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ve o eller kalbine dokundu, ona dokunan kişi anlamadığı bir dilde kulağa güzel gelen sözcükler fısıldadı. Sakinleştiğini hissetti. Eller durmadı. Ona dokunan kişi diğer elini başına koydu ve az önce söylediği güzel sözcükleri tekrarladı. Boğazında bir sıvı hissetti. Tüküremeyeceğini, yutamayacağını biliyordu, vücuduna söz geçiremiyordu. Fakat çok şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı. Çevresindekiler aralarında çok kısa konuştular. 4 ya da 5 kişi olduklarını tahmin etti. Elini ağzına götürdü fakat yapamıyordu, hareket ettiremediğinden değil, oldukça fazla acı çekiyordu. Gözlerini aralamaya çalıştı ama yapamadı. Birkaç saniyelik azimle biraz açabildi. Gözünün önüne bulanık bir görüntüden başka bir şey gelmedi. Vücudu çok ağrıyordu, göğsünün sol tarafı. Acaba bir kalp ameliyatında mıyım diye düşündü. Fakat duyduğu sesleri ameliyat sırasında duymuş olamazdı. Beklide narkoz hasta üzerinde böyle bir etki yaratıyordu. Daha önce narkoz almamıştı, böyle bir şey olabilirdi. Ölümden dönen, ışığı gördüm diyen hastaları düşündü, Cem Yılmazın bu konudaki bir esprisi geldi aklına, tebessüm etmek için dudaklarını biraz kıvırdı. Böyle bir anda bile kendisini keyiflendirebiliyordu.

Vücudunu saran eller hissetti. Onu kaldırıyorlardı, yürümeye başlamışlardı. Onu götürüyor olmalıydılar, su sesinden uzaklaşıyorlardı.
Az önce uyanmıştı. Gözlerini açmadan yaşadıklarını anımsadı. Hatırladığı her şey çılgıncaydı. Şu an ya kendi odasında ya da bir hastane yatağında yatıyor olmalıydı. Başının çok fazla ağrıdığını hissetti. Gözlerini yavaşça aralamaya başladı. Çok bulanık olmasa da görüntüleri seçebilmede zorlanıyordu. Bir odada değildi. Tavana baktı, tavan yüzeyinden bir tahmin yürütülmesi gerekseydi ilk tahmini çadır olurdu. Gözleriyle içinde bulunduğu çadırın girişini aradı. Çadırın girişi olduğunu tahmin ettiği yerden ışık huzmeleri geliyordu ve seçebildiği kadarıyla günün öğle saatlerindeydi. Çadırın çıkışı bir binaya bakıyordu ve bu onun görüş açısını çok kısıtlıyordu.
Buraya nasıl gelmişti. İçini telaş ve panik bastı. Doğrulmaya çalıştı, yapamadı. Bunu yaparken çok acı çekmişti ve biraz bağırmıştı acının etkisiyle. Acı göğsünden geliyordu. Üstündeki örtüyü kaldırarak göğsüne baktı. O kadar iğrenç o kadar korkunç bir durumdaydı ki göğüsü daha fazla bakamadı. Bazı yerleri simsiyah bazı yerleri kıpkırmızıydı, yer yerde morluklar vardı. Bunlar bana nasıl oldu diye düşünürken çadırın girişinde biri belirdi. Uyuyor taklidi yapmaya başladı. O kişi yanına yaklaşıp yatağın yanındaki sehpaya bir tabak ve bir bardak bıraktı. Muhtemelen içecek ve yemek getirmişti. Geldiği çeviklikle gitti, içeride zaman kaybetmedi. Gözlerini kapattığında yüzünü görememişti ama burada onu tedavi ettiklerini tahmin etti. Fazla hareket etmeden sehpaya yöneldi. Sehpa basit, kaba ve tahtadandı. Üstünde tabak ve bardaktan başka içlerinde garip renkli maddeler bulunan kaseler vardı. Bunların merhem olduğunu düşündü. Burada onu gerçekten tedavi ediyor olmalıydılar ama asıl cevapları bulamıyordu. Buraya nasıl gelmişti, ne zaman gelmişti, neredeydi ve ona ne olmuştu.
Çadırın girişinde tekrar biri belirdi. Fakat bu sefer cevapları duymak istediğinden dolayı uyuyor taklidi yapmadı. Bekledi. Gelen az önce yemeği getiren kişi olmalıydı. Çadırın girişinde durdu ve göz göze geldiler. Bu bir kızdı ve en fazla 16-17 yaşlarında olmalıydı. Simsiyah saçları vardı. Türk değildi, yabancı olduğunu tahmin etti. Ona "Merhaba" dedi. Kısa ve arkadaşçaydı. Kız hiç bir şey söylemeden çadırın girişinden sehpaya doğru ilerledi. Tabağı aldı yatağın kenarındaki sandalyeye oturdu. Ona yemek yedirecekti. Ben çocuk değilim diye düşündü.
"Merhaba, dilimi bilmiyor musun?" dedi. Cevap almayacağından emindi ve kız dilini yutmuş gibi bakıyordu. Kız kaşığı ağzına doğru götürürken yemeğini kendi de yiyebileceğini canının fazla yanmayacağını işaret diliyle anlatmaya çalıştı. Anlamış olacak ki tabağı onun karnına koydu ve kaşığı da eline yerleştirdi. Hiç bir şey demeden çadırdan çıktı gitti.
Günler hızla geçmişti. O küçük kız ona yemek getirip götürürken hiç konuşamamıştı. Nerede olduğuna dair hiç bir fikri yoktu ancak iyi insanların elinde olduğunu tahmin ediyordu ve burda tedavi ediliyordu. Ama neden? Buraya nasıl gelmişti? Bu soruların cevabını geçen günlerde bulamıyordu. Bu çadırdan çıkmak istiyor ancak doğrulamıyordu bile,yaraları ona izin vermiyordu. Günler geçiyor derken haftalar geçmeye başladı, haftalar aylara dönüştü. İyileşmesi hızlanmıştı, yatağında doğrulabiliyor, yemeğini kendisi masada yiyebiliyor, çadırın içinde dolaşabiliyordu. Ancak çadırdan çıkmasına izin verilmiyordu. Bir kez dışarı çıkacaktı ki çadırın çıkışının hemen kenarındaki bir adam ona dik dik baktı, dışarı çıkmaması gerektiğini anlamış çadırına geri dönmüştü. Ama neden? Bunların bir sebebi olmalıydı. Neredeydi sorusuna cevap bulamamıştı ancak bir kaç ipucu edinebilmişti. Çadırın kapısından baktığında bulunduğu yerin köyden farksız bir yer olduğunu görmüştü, çok eski yapılar vardı ve bir gece yatağında uyurken bir kaç atlının çadırın yanından geçtiğini duymuştu. Çadırın kapısından kafasını uzattığında gece olduğundan dolayı sadece atlıların siluetlerini görebilmişti. Atlılar. At süren insanlar. Kafası karışmıştı. Bu devirde kim at kullanır ki. Hadi köy burası kullanan kullanır diyeceğim ama motor denen bir şey icat edilmiş niye hiç sesini duymadım ki, diye kendi kendine düşünüyordu.
Bu böyle sürüp gidemezdi. Resmen esir hayatı yaşıyordu. Kimseyle konuşmasına izin verilmiyor. Dışarı çıkmasına izin verilmiyordu. Çadırdan, köyden kaçmaya karar verdi. Burdan başka her yer bu tutsak yaşamından daha iyi olurdu. Kafasında kabataslak bir plan yaptı. Gece sabaha karşı harekete geçecekti.
Gece bitmek üzereydi. Gün ağarmaya yakındı. Yatağından ses çıkarmadan kalkarak çadırın çıkışından bekçiyi kontrol etti. Yerinde yoktu. Bu harika bir şanstı. Çadıra geri dönerek yatağın altına eğilerek önceki günlerde bu kaçış için ayırdığı yiyeceklerin bulunduğu yastık kılıfını aldı. Sessizce çadırdan çıktı. Çadırın çıkışında etrafa bir göz attı. Çadırın çıkışı kagir bir binaya bakıyordu, iki katı vardı. Onun arkasında başka binalarda vardı ancak bir daire çizecek şekilde inşa edilmişlerdi, bu dairenin ortasında da bir meydan bulunuyordu. Etrafta kimse görünmüyordu. Meydanın bulunduğu yerde bir adam gördü. Kıpırdamıyordu ancak etrafın karanlık olmasına rağmen iki de bir çevresine baktığını farketti, bir nevi etrafı kontrol ediyor gibiydi. Dikkat çekmek istemediğinden o adamın bulunduğu yerden aksi yöne bakmasını bekledi. Adam başını çevirdiğinde kagir binaya doğru ilerledi. Sırtını duvara vererek kafasında önceki günlerde aklına gelen planı düşünmeye başladı. Çevresine bakarak kaçmasına yardımcı olacak başka şeyler aramaya başladı. Bir ata ihtiyacı vardı, ya da denk gelirse bir motor, motor çok iyi olurdu, atlar yorulurdu. Karanlık olduğu için pek de emin olamıyordu ancak iki tane köprü gördü, biri onun sağ tarafında kalıyordu diğeriyse sol tarafında, çadırın gerisinde. Sağ tarafındakini kullanmaya karar verdi ve sessizce ilerlemeye başladı. Kagir binadan sonra başka bir bina başlıyordu ancak arada yaklaşık 4 metrelik bir mesafe vardı. Meydanda gördüğü adamı hatırladı. Vücudunu dışarı çıkarmadan Sadece başıyla meydana bir göz attı. Adam hala oradaydı ve etrafına bakıyordu. ÇAdırdan çıkarken yaptığı hamleyi yapacaktı. O adam aksi tarafa bakarken ilerleyecekti. Adam başını aksi yöne çevirdi. Ancak hareket edemedi. Arkasında sessizce yaklaşan bir ayak sesi duymuştu. Nabzının yükseldiğini hissetti. Avuç içleri bile terlemeye başlamıştı. Ayak sesleri çok yaklaşmıştı arkasına dönmeye bile cesaret edemedi. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki nabzını kulaklarında hissediyordu. Bir cesaretle arkasına döndü.
Karşısında çadırda kaldığı süre boyunca ona yemek getiren kız vardı.
Kız sessizce "Çadırına dönmelisin." dedi.
"Oraya dönmek istemiyorum, burada daha fazla esir hayatı sürecek değilim. Köyden ayrılıyorum ve sen sessiz olacaksın. Eğer birisine kaçışımla ilgili bir tek söz edersen gelir seni bulurum!" Kıza çok sert çıkması gerekiyordu, istemeden yapmıştı ancak bu gerekliydi, kızı korkutarak onun bu köyden kaçışını garanti altına alacağını planlıyordu.
Kız hiç panik belirtisi göstermedi, aksine sırıttı. "Sen mi beni tehdit ediyorsun, hıh." Küçücük bir kız tarafından küçümsenmişti, en iyisi biraz daha ileri giderek ondan ayrılıp buradan hemen kaçmalıydı. Kıza yaklaştı tam kolundan ve ağzından tutup sıkacaktı ki kız kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle bileklerine yumruk attı ve sırtından küçük kılıçlara benzeyen 2 tane hançer çıkardı.
Kız " Senin gözünde küçük bir kız olarak görülebilirim fakat eğitimime henüz çocukken başladım, sanırım sert kayaya çarptın."
"Bak afedersin, ne eğitimi alıyorsun bilmiyorum ama beni bıçaklarla tehdit edemezsin ben silahsızım, şimdi, ben özgürlüğümü istiyorum o kadar."
"Orada dur bakalım. Özgür olmadığını kim söyledi. Sen hastasın hasta, seni bulduğumuzda çok yaralanmıştın. Çeteler tarafından tartaklanıp bize tehdit olsun diye köprüye bıraktıklarını düşündük ilk başta fakat yaralarının derinliğini ve niteliklerini görünce bu işin çetelerle bir alakası olmadığını anladık. Seni burada tedavi ediyorduk ancak vücudundaki yaralardan hareketle fikir yürüttük, sen büyülenmiş olabilirdin. Seninle hiç bir üst kademe görevli görüşmeyecek ve sen iyileşene kadar çok az insanla dialog kuracaktın, iyileştiğindeyse bir sorguya alınıp sana sorulanları cevaplayacaktın."
"Benim bir şey yaşadığım falan yok ben sadece o köprüyü hatırlıyorum, su sesi falan geliyordu, ondan öncesindeyse evimde bilgisayarda oyun oynuyordum, buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum, gerçekten en ufak bir fikrim yok."
Kız anlamayan gözlerle ona bakıyordu. "Neyle oynuyordun neyle oynuyordun?"
Buna çok şaşırmıştı."Bilgisayar canım bilgisayar, bu köy çok ilkel bunu bilmediğine şaşmamalı."
"Zekama hakaret edilmesinden hoşlanmam. Şimdi sen çadırına dönüyorsun bende sen rahat uyuyor musun diye arkandan kontrole geliyorum."
Küçük bir kızın sözünü dinleyemezdi, elinde kocaman bıçaklar olmasaydı. Dediğini yapıp çadıra dönmek akıl kârıydı. Çadıra doğru adımlamaya başladı. Arkasına bakıp onu kontrol etmek istedi ama yoktu, ne evin köşesinde ne de sol tarafındaki ağaçlıkta kızı göremedi. Evine dönmüş olmalıydı. Geriye dönüp ağaçlara doğru koşmaya başladı. Derken hemen yanından kızın sesi geldi. "Çadırına döndüğünü sanıyordum, seni izliyordum, hadi beni daha fazla oyalama." Sesin geldiği yöne baktı ancak kızı göremedi, ses kalın gövdeli bir ağaç ve uzun boylu çalıların tarafından geliyordu. O yönde göz gezdirdi. Ancak kızı göremedi. "Nerdesin?" diye sordu, kızın ağacın arkasından çıkmasını bekliyordu. Ancak gözlerine inanamadı, kız ağacın hemen yanından, onun görüş açısında bulunan yerden ona doğru yavaşça yürümeye başladı, kız hareket etmeseydi onu göremeyeceğini düşündü bu inanılmazdı sanki bir ilizyon gösterisindeydi, 2 kişilik bir gösteri.
"Sen nasıl? Ama göremedim seni fakat ağacın hemen yanındaydın." dedi.
"Ne geveliyorsun sen! Beni daha fazla oyalama dedim. Nöbetçini de uyarmanın vakti geldi gözünü dört açsın bundan sonra."
Onu kolundan sertçe kavrayıp çadırına doğru sürüklemeye başladı, boyuna ve vücut yapısına rağmen oldukça güçlüydü.
Çadırın girişine vardıklarında onu içeri ittirdi ve çadırın girişini bir kumaş parçasıyla örttü. Kız yüksek sesle birine seslendi, ufak bir tartışma yaşandığını duydu, kızın sesi daha yüksek çıkıyor, daha fazla duyuluyordu. Büyük ihtimalle nöbetçisiyle konuşuyor görev yerini terkettiği için onu azarlıyordu. Bu kızda neyin nesiydi böyle küçücük boyu vardı, oldukça hızlıydı ve güçlüydü ve iri yarı bir adamın sesini titretecek kadarda sert biriydi. Herhalde köyün ağası gibi birinin kızı olmalıydı bu.
Kaçma planı suya düşmüştü. Merak ettği cevaplar vardı. Bazılarını az önce bulmuştu, ancak kat be kat daha fazlası merak ettikleri arasında yerini almıştı.
Neredeydi böyle? Bu ilkel köyde ne arıyordu? O kız da kimdi? Onunla yemek zamanlarında hiç konuşmamışlardı, o tepsiyi bırakıp çıkardı ve o uyurken tepsiyi alırdı. Nasıl bu kadar güçlüydü böyle ve o ağacın yanında nasıl kendini belli etmeden öylece durabildi?
Yastığı rahat olmasa da kafasındaki bu sorular onun uykuya dalmasına yetmişti. Ruhen oldukça yorgun zamanlar geçiriyordu.
"Evet aklı başında, mantıklı düşünebiliyor, sorularınıza makul cevaplar verebilir efendim."
Bu sesi yatağının hemen yanından gelmişti, dün geceki kızın sesiydi. Çadırda kızın hitap ettiği kişi de olmalıydı, çadırın içinden gelen ayak seslerine bakılacak olursa oda da 4 ya da 5 kişi olmalıydı. Gözünü açmadı ve bekledi.
Kalın, otoriter bir ses gayet kibarca " Uyandırın." dedi. Yatağının kenarında bir hışırtı duydu. Nabzının elinde olmadan yükseldiğini, kalbinin çok hızlı atmaya başladığını hissetti. Emri veren ses yüksek sesle "Sen değil, bunun ona bir zararı dokunabilir,hastalığını bilmiyoruz, normal yoldan uyandırılmalı!" dedi. Aynı anda kalp atışları normale dönmeye başladı.Hayatında böyle bir şeyle ilk defa karşı karşıya gelmişti, çadırdaki biri ona hiç dokunmadan kalbini hızlandırmış ve tekrar normal hızına döndürmüştü, korkmaya başladı.
İnce, narin ellerin onu omuzlarından kavradığını fazla sarsmadan uyandırmaya çalıştığını hissetti. Gözlerini hafifçe araladığında karşısındakinin dün geceki kız olduğunu görünce şaşırmıştı, çünkü aynı eller dün gece adeta bir güreşçi kadar kaba ve güçlüydü. Kız, gözlerini hafifçe araladığını görünce "Hadi uyan, bugün aradığın cevapları bulacaksın, tabi umarım bizde bulacağız." dedi. Onların ne gibi soruları olabilirdi ki, tabi ya, burada tutsak gibi tutulmasının bir sebebi olacaktı, acaba ne yapmıştı. Hayatta ki tek suçu zamanını resmen çöpe atıp günlerce hatta gecelerce online oyun oynamıştı, ki bu da burada tutulması için geçerli bir neden değildi. Bir yerlerden telefon bulup polis ya da başka birilerine ulaşıp yardım istemeliydi. Annesi onu çok merak etmiş olmalıydı. Burada o kadar uzun süredir tutuluyordu ki polis arama emri çıkarsa bile artık herkesin ondan umudunu kesmiş olmalıydı.
Kalın bir sesle "Tamam." dedi ve yatakta doğrulmaya başladı, ilk geldiği günlerki kadar acımıyordu fakat hareket ettikçe göğsünde bir batma hissi oluşuyordu. Ayağa kalkmadı, yatağın kenarında oturma vaziyeti aldı ve odadakilere göz gezdirdi. 2 kaba duruşları olan, garip giyimli bir adam ve onların yanında uzun ancak yapılı biri duruyordu, bakışlarından sahip olduğu katı otorite anlaşılıyordu, az önce konuşan o olmalıydı.
"Şimdi bizimle geliyorsun, her kin olursan ol burada konuşamayız." aynı otoriter ses ona dostane ancak sert bir şekilde konuşmuştu ve kenara çekilip çadırın girişini açmıştı. Önlerinden yürüyecek olmalıydı. Küçük kız onu kolundan tutup çadırın çıkışına doğru çekiştirdi. Emirl veren kişiyi o iki adamın kaba vücutlarından dolayı tam olarak görememişti, başı ve kalın göğsü gözüküyordu ancak yanından geçerken pek de normal bir yapıda olmadığını farketti. Kolları kalındı, gerçekten aşırı kalındı ancak sol kolu sağ kolundan daha fazla kalındı ve farklı renkteydi, kıpkırmızıydı. Çok az dikkatli bakabilme fırsatı bulabilmişti ancak onun sol kolunun derisi olmadığını kaslarının liflerinin tel tel gözüktüğünü, damarlarında nabzın attığını (adamın omzundan dirseklerine kadar görebiliyor) çok rahat görebilmişti. O adam da hasta olmalıydı. Belki de köy o adam ve kendisi gibi bir sürü insanlarla doluydu, hastalık deri kanseri gibi bir hastalık olmalıydı. Adamın sol kolunun kasları meydandaydı ve onunda göğüsü simsiyahtı, yanmış gibi. Köyün meydanına doğru ilerlemeye başladılar. Gündüz burası gerçekten kalabalıktı. Evlerin önlerinde satıcılar vardı, az önce kılıç satan birinin yanından geçmişti, onun yanındaki bir evde de orta yaşlı birinin bir tezgahın başında beklediğini gördü, tezgahta neler olduğunu göremedi. Satıcının yanından geçerken sattığı silahlara bir göz attı, kılıçlar, kaba baltalar, küçük bıçaklar, yaylar ve oklar vardı ve şaşırdı, bu ona birşeyleri çağrıştırdı. Olduğu yerde kalakaldı, bu düşündüğü şey olamazdı. Terlemeye başladı, gözleri büyüdü. Kalbinin çok hızlı attığını hissetmeye başladı. Tahmin ettiği yer olmaması için gözünü kapatıp dua etmeye başladı. Bu gerçek olamazdı, bu imkansızdı. Gözlerini aralayıp köyün yerleşme şekline bir göz attı. Tahmini eğer doğruysa nerede hangi yapı var ve kimlerin barındığını ezbere biliyor olmalıydı, ki bu imkansızdı. Sağ tarafına baktı ve kısa, taştan bir köprü olduğunu gördü, köprünün solunda bir evvardı , depocuya ait olduğunu biliyordu ama bu nasıl olabilirdi ki imkansızdan öte birşeydi. Depocunun evinden sonra çevresi duvarlarla çevrili olan bir yapı vardı, yüzbaşının konağı. Köy meydanının diğer tarafına baktı demircinin ve satıcı kıza ait olan yapıyı gördüğüne yemin edebilirdi. Başını çevirdi ve hemen sol yanındaki binaya baktı. Dışarda sırayla dizili olmamalarına rağmen 2. katlantılı olan 2 yapının kimlere ait olduğunu biliyordu, öğretmenler. Bu olamazdı. Titremeye başladı. Vücudunu sarsacak kadar şiddetliydi. Daha fazla dayanamadı, dizlerinin bağı çözüldü, etraf kararmaya başladı, ayağa kalkacak gücü bulamıyordu, bayıldı.
Gözlerini araladı. Bulanık görüyordu ancak nasıl bir yerde olduğunu az çok tahmin edebilirdi. Duvarlar odundan yapılmıştı, tavanda farksızdı. Garip bir dağ evindeydi sanki hiç pencere yoktu. Bulunduğu binanın bodrum katında olmalıydı. Vücudunu hareket ettirmeye çalışırken acı hissediyordu, ancak kendine gelmesini hızlandırmak için bu acıya katlanmak zorundaydı. Artık nerede olduğunu biliyordu. Yıllarca oynadığı bu oyunun içindeydi artık, ama nasıl ve buradan nasıl çıkabilirdi. O bunları düşünürken odanın sonunda ki kapının ardından merdivenden inme sesi duyuldu, tahmininde yanılmamıştı, bir bodrum katında tutuluyor olmalıydı. Kapıyı açmadan önce bir kaç kilidin açıldığını duydu, sonrasında odaya orta boylu normal yapıda bir erkek girdi. Onu baştan aşağıya süzdü. Yanılmıyordu. Metin2'nin içindeydi artık. Karşısındaki bu adamda bir şamandı. "Sen şamansın değil mi?" dedi, biraz tebessüm etmişti.
Şaman "Şaka mı ediyorsun, bu yaralanmana neden olan şey senin aklına da müdehalede bulunmuş anlaşılan. Kalk bakalım çağrılıyorsun." dedi ve garip bir dilde sözcükler söyledi, elini kaldırdı ve etrafını bir ışık huzmesi kapladı. Bu da kalp ritminin hızlanmasına ve daha sağlıklı hissetmesini sağlamıştı ancak çadırda yapılandan daha etkiliydi.
Burak "vauvv" dedi ve ışık huzmesi kaybolana dek gözünü o huzmenin oluşturduğu şekillerden ayırmadı, dantele benziyordu.
Şaman "Umarım özürlü damgası yemezsin." dedi ve gözlerini devirdi. Yanına gelip omuzuna destek olarak onu merdivenlerden yukarı çıkardı. Çıktıklarında nerede olduğunu anladı, Yaşlı Kadının evinden çıkmışlardı ve Şaman onu Yüzbaşının evine doğru yürütüyordu. Hava karanlıktı ve hafif bir meltem esiyordu. Köy meydanında kimse yoktu, demirci, satıcı, öğretmenler, depocu ve diğerleri de evlerinde dinleniyor olmalıydılar. Peki ya kahramanlar nerede barınıyordu. Bunun cevabını düşünürken Murine'nin olduğu yerde oldukça fazla sayıda çadırların olduğunu gördü. Herşey gerçek gibiydi. İnanılmazdı. Metin2'nin içindeydi ve bu gerçekten inanılmazdı. Nasıl olup da buraya gelebilmişti, en son odasında olduğunu hatırlıyordu, ya hepsi bir rüyaysa ya da şizofrenik bir nöbet geçiriyorsa. Bu kadar gerçek görünmesi imkansızdı ama, peki o zaman nasıl oluyorda buradaydı. Kafası karışmıştı. Ayağı tökezleyip yere düştü, yürüyecek hali yoktu ve hareket ettikçe oldukça fazla acı çekiyordu. Yüzbaşının konağının hemen önündeydiler. Şaman konağa doğru birine seslendi, bir ayak sesi duyuldu sonra da bir kaç tane, arkası onlara dönük olduğu için neler olduğunu göremiyordu. Garip bir dilde sözcükler işitti ve etrafını göz kamaştıracak kadar parlak bir ışık sardı. Kalp ritmi artmıştı tekrar ancak bu diğerlerinden daha güçlüydü. Ayağa kendi başına kalkabildi, konaktan çıkanlar içeri giriyorlardı ve kapıyı açık bıraktılar. Şaman omzundan destek olmayı sürdürdü ve konağa doğru yürümeye devam etti.
Kapının eşiğinden geçerken içerisinin ne kadar aydınlık olduğunu farketti. İçeride bir tane büyük masa vardı ve etrafını güçlü görünümlü 5 kişi etrafını sarmıştı. Oda oldukça büyüktü, konak aslında tek bir tane odadan oluşuyordu. Odayı bazı köşelere yerleştirilmiş meşaleler aydınlatıyordu. Bir şey hakkında tartıştıkları belliydi. İçlerinden bir tanesini tanıyordu. Bu onu çadırında ziyaret eden Sura'ydı. Bir tanesini de az önce kapının eşiğinde görmüştü, gerçekten güzel bir bayandı. Diğer ikisi de Ninja ve Savaşçı olmalıydılar. Yüzbaşı ortalarında otoritesiyle tartıştıkları konuda liderlik yapıyordu. Konağa girerek hareretli bir tartışmayı bölmüş olacaktı. Yüzbaşı başını masadan kaldırıp doğrudan ona baktı, gözlerinde öfke ve sabırsızlık vardı. Masanın etrafındakilerde onu taklit ettiler. Yanındaki Şaman omzundan ona destek olmayı bıraktı ve eğilerek selam vererek konağın kapısına doğru ilerliyerek diğer nöbetçilere katıldı.
Teker teker masanın etrafındaki karakterleri süzdü. Şaman son derece sakindi, gözlerinden adeta sükunet, zeka, tecrübe ve saygı fışkırıyordu.
Savaşçı enerjik, sabırsız, tezcanlı görünüyordu. Öfkeni kapa dostum diye düşündü içinden. O anda Suranın ona daha keskin baktığını farketti. Gözlerinde nefret vardı. Sadece bu nefret. Ancak bu nefretin ona yönelik olmadığını birşekilde biliyordu. Ona yönelik olsaydı zaten o Sura ona bir küre vurmak için daha fazla bekleyemeyecek kadar kızgın görünüyordu. Ninjanın gözlerindeyse sinsilik ve her an harekete geçebilir bir tavır gördü, insanı tedirgin ediyordu.
Yüzbaşı masanın hemen arkasında bulunan geniş bir sandalyeye oturdu ve ona kesin bir kararlılıkla sordu, "Kimsin?"
"Efendim ben, buraya getirildim, şaman getirdi beni buraya." Panikten dolayı kekelemişti.
"Seni ben çağırttım, ben sana kim olduğunu sordum. Köyümüzde ne işin var. Buraya nereden nasıl geldin."
Eğer onlara gerçekleri söyleyecek olsaydı ona deli diyebilirlerdi ya da casus olduğunu düşünüp tutsak edebilirlerdi.
"Hatırlamıyorum efendim. Sadece saldırıya uğradığımı ve sonra köprüde baygın halde olduğumu hatırlıyorum." iyi bir oyuncu değildi ancak masum bir profil çizmeye karar verdi. Düşünmek için zaman ihtiyacı vardı ve bu zamanı tutsak olarak geçirmemeyi düşünüyordu. Vücudunu göstererek "Bu yaraların nasıl oluştuğu hakkında hiç bir fikrim yok, ancak bunu yapandan öcümü almak istiyorum. Burada Ejderha Tanrı'nın üstüne yemin ederim ki akan kanım yerde kalmayacak, akan kanım düşmanıma sel olup onu boğacak." duygu sömürüsü yapma konusunda üstüne yoktu, ancak seçtiği kelimeleri bilerek seçmemişti, öylesine ağzından kaçmıştı. Masanın etrafındakiler şaşkındı, böyle birşey beklemiyorlardı. Sözünü bitirdiği anda içinde bir enerji dalgasının yükseldiğini hissetti. Ne oluyordu böyle, olmayan bir şey için bir yemin etmişti sadece.
Yüzbaşı şaşkınlığını üstünden atarak tekrar konuştu, bu adam neden bu kadar şaşırdı ki diye düşündü."Sana zarar veren kişi veya kişilerin bizim köyümüze mensup olduğunu sanmıyorum, ve bunu yapabilecek bir tek kişi var köyümüzde ve şimdi sende ona bakıyorsun- başıyla yanındaki Sura'yı gösterdi- Onunda bunu yapmayacağına göre seçeneklerimiz azalıyor. Sarı veya Kırmızı krallıklarından birinin sana saldırdığını düşünüyorum. Bu rastgele değil. Bizzat hanedanlarından biri saldırıda bulunmuş olmalı, böylesine güçlü yaralar bırakabilecek biri ancak özel eğitimle bu seviyeye gelebilir ve elinde seni öldürme şansı bulunmasına rağmen neden hayatta bırakmış olması düşündürücü. Ancak senin masum olduğuna inanıyoruz. Bizden istediğin tüm yardımı alacaksın ve yeminini gerçekleştirmekte kararlıysan hanedanımızdan olan seçkin prenslerin aldığı eğitimleri alacaksın."
Burak o anda ne yapması gerektiğini biliyordu. Göğsündeki acıya rağmen yere kadar eğilip saygısını ve onların buyruğuna girmeyi kabul ettiğini gösterdi.
Metin2'de tekrar tekrar yaptığı herşeyi burada da yapacaktı. İşi o kadarda zor değildi, oldukça tecrübeliydi ve şöyle düşündü:

Ve Oyun Gerçeğe Dönüşür.
Yanıtla #2
« : Ağustos 04, 2011, 01:12:07 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Konak'tan çıkarken nerede kalacağını düşünmeye başlamıştı, oyundayken bir sorun yoktu, karakterine istediği zaman girebiliyordu, barınmasına da gerek yoktu. Giriş ekranındaki yer geldi aklına. Bunları düşünürken ona eşlik eden şaman yanına yaklaştı. "Senin kalman için bir çadır ayarlandı. Beni izle."
İçerideki şamanın onu İyileştirdiğinden beri kendisini çok iyi hissediyordu ancak etkisinin yavaş yavaş geçmekte olduğunu düşündü, ağrıları belirgin olmaya başlıyordu. Yüzbaşının konağının hemen dışındaki duvarın dibinden Muriel'e doğru ilerlerken Şaman konuşmaya başladı, "Normalde bir kişinin tek başına bir çadırda kalmasına izin verilmez, her çadır dört-beş kişinin kalması amacıyla kurulur. Senin çadırında dört-beş kişilik ancak sen tek başına kalacaksın. İstersen yanında refakatçi olarak kalabilirim. Biliyorsun yaraların henüz iyileşmedi, aslında bu Yüzbaşı'nın isteği, hastalığın tamamen iyileşene kadar göz önünden ayrılmanı istemiyor."
"Tamam, zaten sana kanım ısınmıştı. Söylesene, benim hakkımda ne düşünüyorlar. Düşman bir casus mu, yoksa masum biri olduğumu mu?" dedi Burak.
"Aslında seni daha önce görmediğimiz için ilk başta bir casus olduğunu düşünmüştük, son günlerde oldukça hareketli geçtiğinden ilk düşünülen şey senin bir casus olduğundu. Ancak seni çadıra götürdükten sonra teker teker kendi casuslarımıza gösterdik, onlarda seni tanımadıklarını söyleyince senin masum olduğuna inandılar. Ancak kimsenin tanımadığı birisin unutma, gözler hep üzerinde olacak." dedi Şaman.
"Senin adın ne peki?" diye sordu. Octavio'ya yaklaşmışlardı.
"Ben Tao-sun'um. Ancak arkadaşlarımın bana Tao demesini istiyorum. Tao-sun çok resmi bir isim. Soy ismimi bilmiyorum, çünkü beni henüz küçük bir bebekken bir gün köprünün yanında ağlarken bulmuşlar. Ailemi tanımıyorum. O yüzden Ejderha Tanrı'yı her zaman annem babam olarak görüyorum."
Octavio'nun evinin hemen yanındaydılar. Çadır kente-Burak oraya bu ismi takmıştı- girmeden önce çevreye daha iyi bakabilmek için durdu, bir yandan etrafı süzüyordu. "Sen bir iyileştirmeci şamansın. Niçin Ejderha Tanrı'nın yolundan gitmeyi seçmedim."
Şaman ona kuşkuyla baktı, "Hafızanın tamamen silindiğini düşünüyordum, bu konular hakkında ayrıntılı bilgiye sahipsin anlaşılan. Çünkü şamanların ilimi sırf gibi saklanır, ben şaman olmama rağmen benden bile saklanıyor. Bu dediklerini Büyük Şaman'a rapor edeceğim." dedi.
"Demek ki hafızam yavaş yavaş yerine geliyor ve belkide bende şamanımdır." dedi, tabii ki ona bu dünyaya ait olmadığını ve onun hayatının bir oyun olduğunu söyleyenezdi.
"Kim bilir." diyerek iç çekiştirdi Tao ve çadırlara yöneldiler.
Şaman önden Burak arkadan ilerliyordu. Çadırlar düzenli şekilde dağılmıştı. Çadırların arasında ateşler yanıyordu, bir kaç tane açıklık vardı. İlerlemeye devam ettiler. Çadırların sakinleri çadırların girişlerine mızraklarını saplamışlar mızrakların uçlarına da kasklarını yerleştirmişlerdi. Tao ondan daha hızlı ilerlediğinden arayı fazlaca açmıştı. İlerde bir çadırın önünde durdu ve ona döndü, acele etmesini işaret etti. Adımlarını sıklaştırdı. Ona yarın verilecek itemleri düşündü. 1 lvl'den kasmaya başlayacaktı anlaşılan. Kasarken bir yandan da buradan nasıl çıkabileceğini düşünecekti. Acaba lvli nasıl belirliyorlardı. Sonuçta gerçek hayatta exp denen birşey yoktu. Bu düşüncelerden sıyrılırken çadırın önünde dikilmiş, Tao'ya boş boş bakarken buldu kendini. Tao "Hadisene, gir içeri, bu senin çadırın." onu omuzundan kavrayarak çadırdan içeri itti. Fazla büyük bir yer değildi. Girişi üç adım kadardı, çadırın uzunluğuysa 7 adım kadar vardı. Kendisini oldukça yorgun hissediyordu. Gece hala sürüyordu, sabaha karşı yatmış olacaktı. Bu onun çokta garipseyebileceği birşey olmayacaktı. Metin2 oynarken her zamanki yaptığı şeyi yapacaktı, gece geç yat, sabah erkenden okula git, okulda uyu, uykunu al, eve döndüğündeyse oyuna devam. Tao ona yatağını gösterdi. Bir iyileştirme büyüsü yaptı. Ona sağol dedikten sonra uzandı. Tao da kendi yatağına gitti. Bu durumun iyi yanları da olmalıydı. Çok severek oynadığı oyunun içindeydi. Elinde, yaptığı sanal kahramanlıkları şimdi gerçekten yapma şansı vardı bir kere. Eğer gerçekten metin2 dünyasındaysa-ki bu kesinleşmişti- bu oyunu kuralına göre oynayacaktı, tecrübesini konuşturacaktı. Bir süre hangi karakteri seçebileceğini düşündü, oyundaki karakterini seçti, bedensel bir savaşçı, fakat sura olmayı da istiyordu. Ancak o kırmızı pençeli elin nasıl oluştuğunu bilmediğinden seçenekleri arasından en acısız olanını seçecekti. Bedensel savaşçı, diyerek tebessüm etti. Tao başını yastığından kaldırıp "Ne, bir şey mi dedin?" dedi, "Hayır, ağzımdan kaçıvermiş, yarın eğitimde görüşürüz Tao." dedi. Tao anlayamadığı bir şeyler mırıldanıp arkasını döndü. Yarın başlıyordu. Bir ritüel yapmaya karar verdi. Yarın +0 Kılıç (o kılıcı nasıl anlayabileceğini bilmiyordu, sonuçta acemi bir savaşçıydı verecekleri ilk item o olmalıydı) alarak köprüye gidecek ve etrafına bakacaktı. Birde kendisine bir isim bulmalıydı. Oyundaki ismini kullanmaya karar verdi. Uykuya dalmadan önce, umarım annem benim için fazla endişelenmez diye düşünüyordu.
Uyandığında çok fazla uyumuş olduğunu farketti, hava karanlıktı ve çadırda kimse yoktu. Başucuna bazı eşyalar bırakılmıştı, bunların savaşçıların itemleri olmalıydı. O eşyaları incelerken şaman arkadaşı Tao içeriye girdi. "Çok fazla uyudun, ben de sen uyuyana kadar eğitiminle ilgili işleri halletmeye çalıştım, eşyaların hazır gibi-gözüyle başucundaki eşyaları işaret etti- iyi bir bedensel savaşçı olmayı istiyorsan çok fazla yorulacaksın demektir, uzun süreli uykulara alışmalısın" dedi ve ona umutla baktı. Tabii ya, mavi krallık diğer iki krallıklarla savaş halindeydi, her yeni asker bir umut değeri taşıyordu. Bir de metin taşları vardı tabi ve patronlar ve diğer canavarlar. Ölüm tehlikesi de vardı, acaba çok aşırı yaralandığında burada başla diye bir seçeneği olacak mıydı. O bunları düşünürken Tao bir işinin olduğunu söyledi ve çıktı. Yatağından kalktı-kamp yatağına benziyor- ve eşyalarının yanında duran birkaç şişe dikkatini çekti, yataktayken görememişti, renk renkti, kırmızı, mavi, mor ve yeşil. Hepsinin ne işe yaradığını biliyordu. Ancak hepsini içmesi gerekecek miydi, sürekli kasılacak olursa yüksek seviyelere ulaşamadan obez olma tehlikesi olurdu, biraz sırıttı, vardır bir çaresi diyerek eşyalarını giymeye başladı. Kırmızı renkteki, altın ejderha tanrı kaplamalı zırhı sevdi. Şişeleri koymak için zırhın hemen arkasında bazı aparatların olduğunu farketti, şişeleri dikkatlice yerleştirdi, yeşil iksirin tadının iğrenç olduğunu tahmin ediyordu, sonuçta rengi yeşildi, ve iğrenç görünüyordu, kapağını açtı, burnunu yavaş yavaş yaklaştırdı, biraz kokladı, kokusu harikaydı, canlandığını ve uykusunun açıldığını hissetti. O şişeyide aparatlara yerleştirdikten sonra kılıcı kavrayıp kınına soktu, onuda zırhının yanına yerleştirdi ve çadırdan çıktı. Dışarısı karanlıktı ve en az dün geceki kadar sessizdi. Artık her yere dikkatlice bakmaya karar verdi, böyle bir köyde muhakkak köyü korumak için yüksek sayıda nöbetçi bulunmalıydı. Tam o anda çadırın yanından bir hışırtı duyuldu ve karanlık bir ses konuşmaya başladı: " Evet, iyi eğitimli askerlerimiz her daim nöbet tutarlar, gün sonlarında ve başlangıçlarında yer değiştirirler, ve gezici avcı kollarımız köyün çevresinde dolaşarak olası tehlikeleri etkisiz hale getirirler." Karanlıkta olduğundan sadece siluetini görebiliyordu, uzun boylu biriydi ve sesi tanıdık geliyordu. O kişi karanlıkta bir adım ileriye çıktı ve ilerideki ateşin yüzünü aydınlatmasına izin verdi, bu Konak'taki Suraydı. Burada ne arıyordu. "Seni koruyordum." dedi, ürkmüştü aynı zamanda zihnini de okuyabiliyordu. "Hayır, korkman için bir sebep yok, zihinsel yeteneklerin henüz tam olarak gelişmediğinden benim güçlerim karşısında biraz açık hedef oluyorsun, ancak bu korkmanı gerektiren bir durum değil." dedi. Biraz rahatlamıştı, güçlü bir Sura onun koruyucusu olmuştu, harika bir durumdu. Onun yanında düşündüklerine dikkat etmeye karar verdi. Sura ona hafif bir tebessüm etti.
Sura "Seni geldiğinden beri izliyorum, sadece geceleri harekete geçiyorsun. Bu suraların bir özelliğidir, karanlık onlara güç verir. Neden bir sura olmaya karar vermedin?" dedi, sesinde hafif bir sitemde vardı, sanki iyi bir öğrencisini kaptırmış gibiydi."Düşündüklerinde haklısın, harika bir Sura olabilirsin, sende bunu seziyordum, savaşçı olmaya yöneldiğin halde bu sezgiyi hala hissediyorum."
"Efendim, her zaman bir savaşçı olmak istemiştim, savaşlarda ön saflarda boy göstermek ve hızla hareket etmek istiyorum, bu nedenle savaşçı olmayı istiyorum."
"Eminim suralarında yeteneklerini de biliyorsundur, karanlık korumamız sayesinde yakın çatışmalardan hasar almadan sıyrılabilirdin. Ancak bu senin kararın hiçbir şekilde kafanı karıştırmamalıyım." İşte bu irade yasasıydı. Bunun bütün evrende geçerli olduğuna dair uzun uzun bir yazı okumuştu, ve sonunda uzaylılara bağladığında okumayı yarıda kesmişti.
"Göründüğünde daha zeki görünüyorsun öğrenci savaşçı." dedi Sura, ona bir an şüpheyle baktı. "Öğretmenlerin seni bekliyor. Eğitim sırasında iksirlerini kullanma ki yeteneklerini geliştirebilirsin, sakın kolaya alışma, zor durumlarda yardımına koşacak reflekslerin gelişmez yoksa."
"Evet efendim." dedi. Sura eliyle yolu gösterdi ve yürümeye başladılar, öğretmenlere doğru ilerliyorlardı.
Gece olmasına rağmen etrafta bir kaç kişi görmüştü. Üç kişilik bir savaşçı grubunun yanından geçerken onlar suraya saygıyla eğilmişlerdi. Demek ki gerçek Metin2'de işler böyle yürüyordu. Aslında derece sisteminin şimdi ne işe yaradığını anlamıştı. Oyunda "Kahraman" olmak çok slot kesmekle kazanılan bir kavramdı, ancak burada olay biraz değişik oluyordu sanırım diye düşünüyordu Burak. Köyün meydanında geçerken köy gardiyanına başıyla selam verdi, adam önce bir garipsedi ve o da selama karşılık verdi, en azından beden dili yasaları burada da geçerliliğini koruyordu. Öğretmenlere yaklaşırken "Silahçı"'nın evinin arkasındaki alanın etrafının meşalelerle aydınlatıldığını gördü, gece eğitimi diye düşündü. Alana girmeden önce Sura kısık sesle bir şeyler fısıldadı, bir kaç saniye sonra oyunda öğretmenlerin önünde durdukları binanın kapısı açıldı ve kaslı bir adam dışarı çıktı. Yanlarına yaklaşırken bu adamın aslında göründüğünden çok daha yaşlı olduğunu farketti, bembeyaz saçları vardı ve yürürken arada bir adımları aksıyordu. Demek ki deneyimli,usta savaşçıların bir kısmı emekliliklerini bu şekilde geçiriyorlardı. Savaşçı yanlarına geldiğinde Sura'ya eğilerek selam verdi ve kalın, enerjik bir sesle "Hoşgeldiniz efendim, öğrencimle nihayet tanışacak olmam için sabırsızlanıyordum." adamın gözlerinde ona bakarken iştah ve açlık olduğunu gördü, bir çatışma çıksa en ön sırada onun gideceğini tahmin etti. Savaş ortamlarını özlüyor olmalıydı. Ancak bu ifadesi uzun sürmedi ve adam kendini hemen topladı, disiplinli gözüküyordu. Bütün yeteneklerini bu adamdan öğrenecekti. Hava kılıcı, öfke, hamle, üç yönlü kesme ve kılıç çevirme. Hepsini ayrı ayrı öğrenecek ve master,grand master, perfect master seviyesine çıkartacaktı. Bu yönden bakıldığında tüm bunların oldukça zaman alacağını tahmin etti.
Ona başıyla hafifle eğilerek selam verdi. İtaatkar olup her dediğini yapıp hızlıca gelişmek istiyordu. O bunları düşünürken Sura'ya kısa bir süreliğine baktı, şaşkınlık ve kuşkuyla karışık emin olamamayla-bu ifade gözümde canlandı, uykuluyum saçma birşey yazmış olabilirim affola- ona bakıyordu, korumasının yanındayken düşündüklerine dikkat etmesi gerektiğini unutmamaya çalışacaktı.
Öğretmen " Gel bakalım evlat." dedi ve meşalelerle aydınlatılmış alana doğru ilerledi ve ortasında durdu, oraya doğru ilerlemeye başladı, Sura arkasında ilerliyordu.
Öğretmen "İsmin nedir evlat?". Burak diyecekti ki vazgeçti, öğretmenin bir adım önünde durdu ve "Galisa efendim." dedi. Yerler çimendi, pekala güreş yapmak için iyi bir seçim olabilirdi. Meşalelerin onlara çarparak yarattığı gölgeler çimenlerde garip şekiller yaratıyordu.
Öğretmen "Galisa, hmmm, değişik bir isim, daha önce hiç duymadım. Ancak güçlü bir ismin evlat, bu iyi bir şey."dedi ve ellerini arkada birleştirirken "Neden savasçı olmayı istiyorsun Galisa, neden hiçbir karakterin gücüne tanık olmadan ilk seçimin savaşçı oldu?"
Öğretmeni çalışıpta gelmiş olmalıydı, ilgisiz gibi görünmüştü halbuki. "Efendim, ben bunu hissediyorum. Güçlü ve hızlı olmak istiyorum."
Öğretmeni "Bunu herkes ister. Ancak bir bedensel bir savaşçının diğerlerinden bir farkı vardır. Sanılanın aksine bizler salt güç için çaba göstermeyiz. Bizler gücü eğitir ve onu damarlarımızda yönlendiririz, aynı küçük bir derenin kayaların arasından yolunu bulmaya çalışması gibi. Özümüzde sakin bir karaktere sahibiz, bir kavga çıkmışsa bu en son bizim karakterimizden beklenir. Ancak zamanı geldiğinde öfkemizi dışa vurmakta çekinmeden hareket ederiz." O anda iki elini yumruk yapıp öne eğilirken yumruklarını alnında birleştirdi ve bir savaş çığlığı attı. Ses tanıdık gelmese de nara tanıdık gelmişti, karşısındaki amca "Öfke"'sini açmıştı. Öğretmen ellerini indirirken gözlerinden sahip olduğu gücün büyüklüğünü görebiliyordu. Şaşkın olması gerekirken, değildi. Buradaki herşey tanıdıktı. Hep istediği yerdeydi, çevresine baktı, buradaydı. Öğretmeni "Hadi bunu sende dene.Bu seferlik koruyucundan yardım alacaksın, öfkeni dışa vurmayı ve kontrol etmeyi öğrenmelisin ilk olarak. Seni öfkelendirecek bir anını düşün ve kendini tahrik edip bir nara savur etrafa." Öğretmeni Sura'ya başıyla işaret etti, Sura'dan kısık seste bir kaç kelime duydu. İçinde garip bir enerjinin olduğunu ve bunu yapabileceğini hissetti. Hangi anı düşünebileceğini biliyordu, ve ona zarar verebilmeyi istedi. O anda içini bir kızgınlık ve öfke dalgası kapladı ellerini yumruk yapıp alnına dayadı ve var gücüyle bir nara savurdu. Sesi yankılanırken sahip olduğu gücü hissedebiliyordu. Arkasındaki Sura'ya dönüp tebessüm etti.
Başı ağrıyordu. Uyandı, uzunca bir süredir uyuyordu. Hatırladığı kadarıyla yatmadan önce oldukça yorgun ve bitkindi. Dün gece Öfke'sini kontrol edebilmeyi defalarca denedikten sonra başarmıştı. Sura bunun için büyüsüyle ona yardım etmişti. Nedenini anlayabiliyordu, oyunda karakterlerin skil kullanabilmeleri için "sp" gerekiyordu ve Sura'da ona bu konuda yardımcı olmuştu. Öfke sandığı kadar kolay kontrol edilebilen bir yetenek değilmiş diye düşündü. Öfkesini açtıktan sonra kendini tutamayışı ve elindeki sopa şeklindeki kılıcıyla tahtadan yapılmış manken bir askere saldırırken bazen bileklerini burkmuştu, bazen de sopayla yanlışlıkla kendine vurmuştu. Gecenin sonlarına doğru öğretmeni olan savaşçı onunla daha yakından ilgilenmiş daha açıklayıcı bilgiler vermişti. O da içindeki öfkeyi sadece karşısındaki rakibine boşaltabilmek için oldukça fazla çaba göstermişti. Eğitim bittiğinde çadırına doğru yürürken Sura ona yatmadan önce bir kaç yudum kırmızı iksir içmesi gerektiğini böylece ertesi güne(geceye demesi gerekirdi diye düşündü. nedense her zaman geceleri uyanıyordu.) daha zinde uyanacağı tavsiyesinde bulunmuştu. O da yatmadan önce tüm iksirlerini yatağının yanındaki sehpaha da toplamış teker teker iksirlerinin kokularına bakmıştı, kırmızı iksir haricinde diğerleri iğrenç birer kokuya sahipti, kırmızı iksir biraz dometes gibi kokuyordu.
Yatakta doğruldu ve yanındaki sehpahanın üzerindeki sürahiden su doldurup yudumlamaya başladı. Ayağa kalktı ve gerindi, saatin kaç olabileceği düşünürken çadırın diğer ucundaki lavabo olarak kullanılan seramikten leğenimsi bir kapta elini ve yüzünü yıkadı. Yatağının başucundaki itemlerine yönelirken şaman arkadaşı Tao'nun yatağına baktı. Boştu. Nöbeti yoktu, acaba bu saatte nereye gitmiş olabilir diye düşündü. O anda çadırın kapısından bir ses duydu, "Arkadaşın Seuryong Vadisi'ne göreve gitti, bir grupla beraber, arkadaşın onlara yardım edecek." dedi koruyucusu olan Sura.
"Umarım başına bir şey gelmez." Orklarla ilgili nasıl bir görev olabilir ki diye düşündü. O anda Sura'yla aynı ortamda bulunduğunu farketti, kendine onun yakınındayken düşündüklerine dikkat etmesi konusunda söz vermişti, ancak uykuluydu unutmuştu.
"Nedense senden hafızanı kaybettiğinin ve madur olduğun konusunda şüpheleniyorum, ancak bu şüpheyi bir perde örttüğü için bu zamana kadar bir müdehalede bulunmadım, içinde kötülük göremedim." dedi Sura.
Cevap vermemeyi düşündü. İtemlerini giymeye başladı. Kısa süre sonra hazırdı. Sura önden o arkadan dışarı çıktı. Sura "Bu gece sana bir savaşçıyı savaşçı yapan yeteneklerin güçlendirilmesi için gereken özelliklerin nasıl kazanıldığını göstereceğim." dedi. Acaba statülerden mi bahsediyor bu diye düşündü, yerdeki bir taşa takılıp tökezledi, Suraya sorarcasına baktı. "Nereye gidiyoruz?" dedi. Sura durdu ve "Söylesem, nerede olduğunu bilecek misin?"dedi. Burak, "Bilmem imkansız, öylesine sormuştum." dedi. Sura "Söyleseydim o yeri bilecekmişsin gibi bir his var içimde." dedi. Bu Sura ondan gerçekten şüpheleniyordu, dikkat etmeliydi. "Eminim bilemezdim efendim." dedi. Yürümeye devam ettiler.Yonah'ı geçip sağdan devam ettiler, kurtlar, köpekler ve domuzlar Sura'yı gördüklerinde kaçışmaya başlıyorlardı. Fazla gitmeden sola doğru dönen ve giderek yükselen yola devam ettiler. Bir grup nöbetçiyi geçtiler, onlar Sura'ya selam verirken yolu tırmanmaya devam ettiler, tepenin yanındaki bir açıklığa gelene dek yürümeyi sürdürdüler. Yolun sonuna ulaştıklarında elleriyle dizlerinden destek alarak dinlenmeye başladı. "Burası neresi efendim?" diye sordu, tahmin edebiliyordu.
"Burası Büyük Savaş'ta yitirdiklerimiz için diktiğimiz anıtın bulunduğu yer. Ayrıca burada eğitimde verilir." dedi Sura ve parmağıyla taş bir bloğun yanındaki tahtadan bir çardağı işaret etti. İçinde üç kişi oturmuş, bir yoga pozisyonu almışlardı, yoga yapıyor gibiydiler. Sura onlara doğru yürümeye başladı, o da arkasından onu takip etti. Yaklaşınca gözlerinin de kapalı olduğunu ve son derece konsantre olduklarını gördü. Meditasyon yapanları rahatsız etmemek için kısık bir sesle "Bunlar kim?" diye sordu.
Sura ona bakıp "Hatırlamadın mı? Dikkatli bak." dedi, ve daha yakına yaklaştı. Onların Konak'ta gördüğü Ninja, Savaşçı ve Şaman olduğunu farketti. Meditasyon yapan kahramanlar ona biraz garip gelmişti. Sura "Bunlar tüm köydeki savaşçılarımızın öğretmenleri, onlar köyün öğretmenlik görevini üstlenmeden önce ben köyün koruyucusu olmaya başlamıştım zaten. Benim zeka eğitimi vermeme gerek kalmıyor, Şaman arkadaşım bu görevi gereğince yerine getiriyor zaten. Sen kendini geliştirmeye başladıktan sonra onları teker teker ziyaret edeceksin. Eğer iyi bir savaşçı olmak istiyorsan, ilk olarak sadece Savaşçı'dan eğitim al, onun öğretecekleri bittiğinde ninjadan eğitim almaya başlamalısın."dedi. Ona tavsiye veriyordu, ancak bu tavsiyeye ihtiyacı yoktu. Demek vit'ini arttırmak için bir öğretmen yoktu, belki de savaşçı olduğundan dolayı Savaşçı'dan alırdı bu eğitimi.
Sura "Şimdi senden tam ortalarında oturmanı istiyorum." dedi ve çardağa girdi, eliyle onu da davet etti, ahşaptan çardağa girdi ve ortalarına çömeldi ne yapacağını bilmiyordu. Sura "Ortamıza otur ve bizimle aynı pozisyonu alıp, gözlerini kapatıp hiç birşey düşünmeden bekle." dedi ve o da bağdaş kurup meditasyon pozisyonuna girdi ve o da gözlerini kapatmadan önce "Ejderha tanrıya seni kutsaması için yalvarıyoruz." dedi ve gözlerini kapattı. Gözlerini kapattı, batıl inanç olduğunu onlara söyleyemezdi elbette, ancak ona denileni yapmalıydı, gözlerini yumdu ve hiçbirşey düşünmeden bekledi. Uzun bir zaman geçmemişti ki, nabzının hızlandığını ve güçleniyor olduğunu hissetti.
Yaklaşık olarak bir saattir aynı pozisyonda gözleri kapalı olarak bekliyordu. Bu yaptıkları gerçekten işe yaramış gibi gözüküyordu, güçlenmiş olduğunu hissediyordu. Hiç birşey yapmadan bitirlemelerini bekledi.
Sırayla ninja, şaman, savaşçı ve en sonunda sura anlamadığı bir dilde bir kaç söz söylediler, hepsinin söyledikleri aynı kelimelerdi. Sura "Gözlerini açabilirsin, Galisa." dedi. Gözlerini açacaktı ki yapamadı. Tekrar denedi, olmadı, elini, bacaklarını, başını oynatmayı denedi, bir milim bile kıpırdamamıştı. Sanki kaskatı kesilmişti. Acaba Ejderha Tanrı'sı onun bu dünyaya ait olmadığını anlayıp onu lanetlemiş miydi. Sura hemen yanına çömeldi ve omuzlarından tutarak onu uyanması için hırpaladı, ancak bir tepki veremedi, kıpırdayamıyordu ki. Ejderha Tanrı'ya gerçek olmadığını bile bile yalvardı, bu dünyaya ait olmadığını ancak burada bulunduğu sürece onun yardım ettiği halkların yardımı için çalışacağına söz verdiğini söyledi ona. O anda meditasyon sırasında hiç nefes almadığını farketti, var gücüyle nefes çekti, ciğerleri biraz acıdı ve "Ahh." diye bir tepki verdi. Hareket edebiliyordu. Belki de bu ayini çevresindeki dört insanın yaptığını o da söz vererek tamamlamalıydı.
"Yok bir şeyim, ben sadece sanırım biraz dalmışım, efendim." dedi, Sura endişeli görünüyordu, nedenini sormasına gerek yoktu, o da ilk olarak onun gibi ejderha tanrı tarafından lanetlendiğini düşünmüş olmalıydı.
Sura ayağa kalkıp taştan anıta doğru ilerlerken şamana doğru "Mystreal Galisa'yı iyileştir kendine gelsin." dedi. Şaman kısık sesle kesik kesik birkaç kelime söyledi ve kendini daha iyi hissetti. Ayağa kalktı ve anıta doğru ilerleyen Sura'yı ve onu takip eden diğerlerine baktı. İçindeki gücün farkına şimdi daha iyi varabiliyordu. Harika hissediyordu. Sanki hiç bir şey ona zarar veremezmiş gibi ve herkesi yenebilirmiş gibi hissediyordu. Harika bir duyguydu. Diğerlerinin yanına gitti. Hepsi taştan anıta acıyla, hüzünle ve öfkeyle bakıyordu. Diğerleri başlarını eğdiler ve sanki dua eder gibi bir halleri vardı. Çok geçmeden başlarını kaldırdılar ve Sura "Trestean ve Mystreal, bu geceki devriyeyi ben ve-savaşçıyı göstererek- Okeanos devralıyoruz. Siz Galisa'yı alıp köye geri dönün, dikkatli olun. Metin taşı görürseniz nöbetçilere haber verin ilgilensinler." dedi. Mystreal ve Trestean köye doğru yürümeye başladı, onun gelmediğini görünce şaman arkasını dönüp ona başıyla gelmesini işaret etti. Koşar adım onlara yetişti ve köye doğru yürümeye başladılar. Yokuş aşağı ilerliyorlardı ki bir taşa takıldı-düşerken bir küfür savurdu, köyde yetişseydi en azından böyle bir zemine aşina olurdum diye düşündü- yere düştüğünde sol bileğinden tahta bileziği fırladı. Trestean hemen geri dönüp ayağa kalkması için yardım etti. Bileziği kısa boylu bir kaç ağacın arasına gitmişti, görünürde yoktu. Trestean'a "Siz gidin ben size yetişirim, bileziğim düştü onu alıp geleceğim efendim." dedi. Trestean "Elini çabuk tut, bir terslikle karşılaşırsan nöbetçilerin nerelerde bulunduğunu biliyorsun." dedi ve şamana yetişmek için koşar adım uzaklaştı, yanına ulaştığında şamana doğru eğilip birşey söyledi. Ağaçlara dönüp bileziğini aramaya başladı, böyle şeyler hep benim başıma gelir zaten diye söyleniyordu, ağaçların arasında bileziğini aramaya devam ederken Okeanos ve Sura'nın yaklaşmakta olduğunu farketti, sessizce kıpırdamadan geçmelerini bekleyecekti, neden böyle davrandığını bilmiyordu. Sura ve Okeanos hararetli bir şekilde tartışıyorlardı, onlar yaklaştıklarken dediklerini anlamaya başladı.
Sura "Diyorum sana, gözlerimle tanık oldum, o kadar kısa bir süre içerisinde öğrendi ki bunu, Mohok bile şüphelendi ondan, bir şey yapmaması için onu uyarmasaydım tutuklayacaktı onu." dedi, endişeliydi.
Okeanos "Dediklerin akıl alır gibi değil. Öfkeyi kontrol etmek aylar bazen yıllar alır, ben bile dört ayda öğrendim, dediklerin imkansız, kendim tanık olmalıyım." dedi.
Sura "Benim şüphelerimi biliyorsun. Onu sürekli takip ediyorum. Aklını ve kalbinin temizliğini devamlı okuyorum. Galisa en ufak bir kötülük taşımıyor. Ancak öfkesini bu kadar hızlı kontrol etmesinin tek mantıklı açıklaması onun casus olabileceği. Ancak hiç bir icraatine henüz rastlamadık ve tekrarlıyorum onda bir kötülük sezmedim." dedi. Savaşçı yürümesini durdurdu, ikisi de hemen önündeydi.
Okeanos "Gözünü ondan ayırmamalısın. Senin onun yakın koruması olduğunu düşünmeye devam etsin. Eğer şüphelerin kesinleşirse onu hemen etkisiz hale getir." dedi.
Sura "Umarım tahmin ettiğimiz gibi biri değildir. Ejderha tanrı onu kabul etti. Eğer casus veya düşman olsaydı onu kutsamaz, lanetlerdi." dedi, sesinde biraz umut vardı, sanki onun kötü biri çıkmasını istemiyor gibiydi.
Okeanos "Umarım değildir. Köye dönüp atları hazırlatayım. Uzun bir yolculuk olacak." dedi.
Sura "Eski günlerdeki gibi." Savaşçıya tebessüm etti.
Okeanos tekrarladı: "Eski günlerdeki gibi dostum." ve birlikte köye doğru ilerlemeye devam ettiler. Burak karanlıkta onlara bakarken yutkundu. Ondan böylesine şüphelendikleini tahmin etmiyordu. Hareketlerine dikkat etmeliydi, en ufak bir yanlış anlamayla neler olabileceğini düşünmek dahi istemiyordu. Başını eğdiğinde bileziğinin hemen önünde olduğunu farketti, takıp o da sessiz adımlarla köye doğru ilerlemeye başladı.
Çadıra girdiğinde öylece durup ne yapabileceğini düşündü ve kendini frenledi, Sura çadırın yakınlarında olabilir ve düşüncelerini duyabilirdi. Uyumaya ve başka bir zaman bu konu hakkında düşünmeye karar verdi.
Zaten uykusunu almış olduğunda sabahın erken saatlerinde uyandı. Sabah ki rutin rituellerini yapmaya başladı. Zırhının ve diğer eşyalarının tozunu, kirini bir bez ile temizliyordu. Elini keşiş plaka zırhın üstündeki ejderha tanrı kaplamasında gezdirirken buraya ait olmadığını, neden burada olduğunu sorgulamaya başladı. Mantıklı bir açıklaması olmalıydı, bilinçaltının oynadığı bir oyun nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi ve buradan nasıl çıkabilirdi. Ayağa kalktı ve porselenden yapılma leğende yüzünü yıkamaya yöneldi. Peki buraya nasıl gelmişti. Hatırladığı son şeyler odasında olduğu ve metin2 oynuyor olduğuydu. Bir tık sesi duymuştu ve kendini bu dünyada bulmuştu. Mantıklı bir açıklamasının olması mümkün değildi. Bütün gün çadırından çıkmadan düşünmek istiyordu. Sura'da uzak bir yerde görevde olduğundan rahatça düşünebilirdi. Peki tık sesinden önce bir şey olmuş muydu, biraz hatırlamaya çalıştı, olmamıştı. Tık sesinden sonra ekranı parlamış, o parlaklık bütün odayı aydınlatmış ve sonunda heryer kararmıştı. Peki bu ışığı tetikleyen şey neydi? Oyunda son seviyeye ulaşmıştı, 99. seviye. Gerçekten ciddi bir tedaviye ihtiyacı olan bir bağımlı olmalıydı, burada yaşadığı herşey ancak ağır şizofreniklerin görebileceği şeylerdi.
Saatlerce bu konu hakkında düşündü, bir süre sonra yatağına uzanıp uyuyakaldı. Rüyasında Ejderha Tanrı'nın ondan oldukça uzakta gökyüzünde daireler çizmekte olduğunu gördü. Kollarına ve vücuduna baktı, ağır bir zırh takıyordu, lacivertimsi bir rengi vardı, bu siyah çelik olmalıydı. Belinde duran kındaki silahı kavradı ve çıkardı, bir triton kılıcını tutuyordu. Hemen arkasında duran iki şaman ona yardımcı büyüler yaptılar, yanında bir kaç kişi daha vardı. Etraf kapkaranlıktı, zemin çoraktı, hiç bitki yoktu. Etraflarında bilinçaltının değişik şekiller oluşturduğu kayalar vardı. bir kötüşüğün onlara doğru yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Ancak bu tehditin nereden gelebileceği konusunda hiç bir tahmini yoktu, etraf kapkaranlıktı, ne bir ışık ne bir ses vardı. Tehditin yakında olduğunu hissetti. Sinirlendi, arkadaşlarına yaptıkları geldi aklına bunu içinde büyülttü ve var gücüyle buna konstre oldu, iki elini yumruk yaparak alnına doğru götürdü, kendini iyice kastı ve etrafa bir savaş narası attı. Attığı nara kayaların arasında yankılanıyor ve giderek korkutucu tonlara bürünüyordu. Bekledi. Çok yakında olduğunu hissediyordu. Tritonunu kavradı ve kol kaslarını zorlayarak, içinden kadim sözleri söylerek kılıcını hava akımlarıyla daha da güçlendirdi. Beklediler. Çok geçmeden on beş-yirmi metre önündeki kayanın ardından zifiri karanlıktan daha karanlık bir şekil görülmeye başladı. Ejderha tanrıya dua etti ve kılıcını sağ eline alarak ona karşı atağa geçti.
Bir ses "Onu uyandırın, hemen uyandırın onu!" diye kükrüyordu. Çadırın içinde bir koşturmaca vardı. Bir çift el onu omuzlarından tutarak sarsmaya, biri de yüzüne su dökmeye başladı. Öksürerek uyandı. Gözlerini araladığında o sesin kaynağının Sura olduğunu anladı, odada Tao ve daha önce de gördüğü küçük ninja arkadaşı da vardı. Çadırın eşiğinden baktığında gece olduğunu gördü. Bu kadar uyumuş olamazdı.
Sura "Hemen bana neler gördüğünü anlat, sizler-ninja ve şamana bakarak- dışarı çıkın." dedi, şaman ve ninja dışarı çıktığında Sura'ya başından geçen rüyayı eksiksiz bir şekilde aktarmaya çalışarak anlatmaya başladı.
Yanıtla #3
« : Ağustos 04, 2011, 01:12:42 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Karaltıyla ilgili hatırlayabildiği tüm ayrıntıları anlattıktan sonra Sura'nın verdiği tepkiyi izledi. Oldukça düşünceli ve endişeli gözüküyordu. Sağ eliyle çenesini okşayarak düşüncelere daldı. Bir süre sonra gözlerini onunkilere kenetledi, sanki içini okuyormuş gibiydi, bir süre sonra "Dinlenmelisin Galisa, kötü bir deneyim yaşadın. Önündeki kader de bundan farksız olacak. Hepsinden önce uyuyup dinlenmelisin." dedi. "Ama efendim, eğitimim." dedi, çabucak gelişmek istiyordu. "Bugünkü eğitimin zeka eğitimiydi, ve şu an zihnen dinç olduğunu düşünmüyorum. Dinlenmelisin." dedi ve yanına yaklaştı. Yatağının yanına geldiğinde sol,kırmızı kolunu kaldırıp-bunu yaparken sol kolunun yanındaki göz ona kitlenmişti- pençesiyle alnını kavradı ve "Dinlenmelisin." dedi. Burak, başı henüz yastığa düşmeden önce dinlendirici, derin bir uykuya dalmıştı bile. Hiçbir rüya görmedi. Sabah erken bir saatte uyandı ve elini yüzünü yıkadı. Eşyalarını temizlerken dün geceki rüyayı ve Sura'nın yeteneklerini düşünüyordu. Adamın int'i tavan yapıyor herhalde diye düşünürken içeri şaman arkadaşı Tao girdi. "Galisa, bir şeyin yok ya, çok kötü bir rüya görmüşsün, Sura senin lanetlendiğini düşünüyor." dedi, sesinde büyük bir endişe vardı. "Kendini şimdi nasıl hissediyorsun?" dedi sonra.
"Ben iyiyim, gayet iyiyim. Altı üstü bir rüya, neden lanetlendiğimi düşüneyim ki, bu son derece normal." dedi Burak, iyice saçmaladıklarını düşünüyordu. Rüyadaki haline imreniyordu. Güçlüydü, çok güçlü eşyalara ve aşılmaz bir zırha sahipti. Kendini rüyadayken yenilmez olduğunu hissetmişti. Ta ki o Gölge gelene kadar. Başını sallayıp bu düşünceyi dağıttı.
"Bu tür rüyalar, haberciler olarak nitelenir. Ben bunun eğitimini alıyorum. Rüyalar gelecekten gelen mesajları içerir." dedi Tao.
"Nasıl yani? Sen bir şaman değil misin, sadece ejderha tanrının izin verdiği yetenekleri kullanman gerekmiyor mu?" dedi Burak, Sura'nın garip yeteneklerini merak ediyordu.
"O yetenekleri kullanabilmemiz için zihin güçlerimizi geliştirmemiz, olgunlaşmamız ve iç dengeyi yakalamamız gerekiyor. Bunları sağladığımızda beraberinde başka yetenekleri de kullanabilecek seviyeye erişiyoruz. Bu yetenekler kişiden kişiye göre değişiyor, mesela benim rüyalara karşı aşırı bir ilgim var, onların başıboş görüntüler olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle bu alanda uzmanlaşmayı istiyorum." dedi ve Burak Tao'nun sözünü kesti.
"Peki ya büyük Sura'nın yetenekleri. Sanırım zihin okuyabiliyor ve benim dün gece eliyle alnımı tutarak uyumamı sağladı."
"Sura hepimizden çok çok güçlü. Söylentilere göre-biraz yaklaştı ve sesini iyice alçaltarak- ilk Sura oymuş, o nedenle bu kadar güçlüymüş. Ancak bu sadece bir söylentiden ibaret. İlk sura çok uzun zaman önce ortaya çıktı, ve bizim efendimiz olan Sura da o kadar yaşlı göstermiyor değil mi?" dedi ve sırıttı, Tao onun bir şey demeyip boş boş keşiş plaka zırhına baktığını görünce devam etti."O kadar fazla karabüyü'nün içine gömülmüş ki, Büyük Savaş'ta yüzlerce düşmanın arasına dalıp tek bir sıyrık bile almadan canlı çıkmış." Sura'nın ona karanlık korumayla ilgili söyledikleri geldi aklına. Tao konuşmaya devam ediyordu, "Açtığı Karanlık Koruma büyüsüne o kadar güçlü odaklanmış ki teni ve kullandığı atı simsiyah olmuşlar ve savaş sırasında bir askerin tanık olduğuna göre yaptığı karanlık koruma haddinden epeyce büyükmüş, iki üç katıydı sanırım." dedi. Kulağa oldukça mitolojik geliyordu, ancak gerçek olma olasılığını düşündü, buraya daha önce gelip o sahneleri göremediğinden dolayı içinden dert yandı. Biraz afalladı, saçmalıyordu, buradan kurtulmak istiyordu. Eşyalarını temizledikten sonra hepsini giydi.
"Sura efendimiz, efendi Okeanos'la bir göreve çıkmamış mıydı? Niçin erken gelmişler, bir bilgin var mı?" dedi Burak.(Efendi kelimesini kahraman kelimesinin yerine kullandım. Oyun içinde statü artışına göre Arkadaşça,İyi,Soylu gibi sıfatlar kazanıyoruz ya, bu da bir benzeri).
Tao şaşırmıştı. "Göreve mi çıkmışlar? Ben daha önce Sura'nın köyü terkettiğini görmedim, o her daim savunmada beklerdi." dedi.
Burak şaşırmıştı, bunlar ne işler çeviriyorlardı. Gidebilecekleri hiç bir barışçıl yer yoktu. Jinno ve Bakra toprakları dışındaki barışçıl npc'leri düşündü. Sadece Sürgün Mağara'sının girişindeki emekli bir Sura vardı, o da oyunda öyleydi. Kesinlikle herkesten gizledikleri birşey yapmışlardı.
Bu konuyu fazla irdelemeyip neyse deyip geçiştirdi ve Tao'yla birlikte çadırdan çıktı.
Tao ona Sura'nın Anıt'ın yanında onu beklediğini söyledi. Gece Sura'yla izledikleri yolu izlediler. Etrafta kimseler yoktu, köyün sokaklarında ve meydanında epey bir insan kalabalığı vardı ancak dış tarafları boştu. Demek ki sadece nöbetçiler dışarı çıkabiliyor diye düşündü. Henüz fazla ilerlememişlerdi ki, ileride köpek hırıltıları ve ancak metalle etin bir birine değdiğinde duyulabilecek iğrençlikte bir ses duyuyordu. Sesler hemen önlerindeki ağaçlığın ardından geliyordu. Gelen seslerden köpek sayısının oldukça fazla olduğunu tahmin etti. Tao'ya "Sesi takip edelim, yardıma ihtiyacı olan biri olabilir." dedi ve koşturmaya başladı, ağaçlığın arasına dalmadan önce Tao'nun gözlerini devirdiğini gördü. Seslere oldukça yakınlaşmıştı ve bir ağacın görüntüyü engellediğini farketti, o ağacın arkasından bakarak manzarayı gördü. Sayısı en az otuzlara varabilecek bir köpek-kurt karışımı bir sürü ve ortalarında da biri vardı. Teker teker ona saldırıyorlar, aldıkları kılıç darbeleriyle de geri çekiliyorlardı, ancak vazgeçecek gibi bir halleri yoktu. Adama dikkatli baktığına sol kolunun kıpkırmızı olduğunu farketti. Kılıcına baktığındaysa şaşırtıcı bir şey gördü. Kılıçtan sanki bir elektrik akımı geçiyormuşçasına mavi-yeşil-beyaz parıldıyordu. "Büyülü keskinlik." diye fısıldadı. Köpek sürüsünün ortasındaki sura da onun geldiğini farketti, ve ona bakarak sırıttı. Bir hareket yapıp kendini kanıtlayacakmışçasına bakıyordu ve bakışlarını yere indirip gözlerini kıstı, sessizce, onun duyamadığı bir kısıklıkta bir kaç kelime söyledi ve başını kaldırıp hemen karşısındaki köpek grubuna odaklandı-gözleri kıpkırmızıydı- bunu yaparken de sol kolunun pençesini onlara yöneltmişti. Köpekler kuyruklarını bacaklarına kıstırıp inildeyerek kaçışmaya başladı. Arkasından bir ses duydu, arkasına baktı, Bu Tao'ydu. Tekrar suraya başını çevirdiğindeyse onlara doğru yürüyor olduğunu gördü. O da ağacın arkasından çıkıp tanışmak için ona yöneldi.
"Bu yaptığın harikaydı. Sen bir büyülü silah surasın değil mi?" diye sordu Burak.
Tao kaşlarını çatarak suraya bakıyordu ve "Emirleri biliyorsun, onunla köyden başka birinin konuşması, arkadaş olması yasak. Şimdi görevinin başına dön." dedi emredercesine. Sura ona başıyla selam verdi ve arkasını dönüp köpek sürülerinin peşinden koşmaya başladı.
Burak biraz sinirlenmişti "Neden kimse benimle konuşamazmış, bu yasağı da kim verdi?" dedi ve Öfke eğitimi geldi aklına, hemen sakinleşti.
Tao "Emirleri Yüzbaşı verdi Galisa, herkes uymak zorunda. Uymayan birini görürsek de onu sert dille uyarmak zorundayız, bu da onun emri." dedi.
"Anlıyorum." dedi ve Anıt'a doğru ilerlemeye devam ettiler.
Anıt uzaktan görülmeye başlamıştı. Bir adam-Sura'ya benziyordu- çardağa sırtını dayamış, kılıcını inceliyordu. İyice yaklaştıklarında silahını kınına yerleştirerek onlara doğru ilerledi. Sura "Tamam Tao, gidebilirsin." dedi. Tao itaatkâr bir şekilde başını eğerek yavaşça uzaklaşmaya başladı. Bu Sura'yla oldukça uzun bir süre geçireceği anlamına geliyordu. Sura çardağı işaret ederek oturmasını işaret etti. Sura "Zihin eğitimi diğer tüm eğitimlerin üstündedir Galisa. Zihin gücün olmadan kendini savunamazsın, düşmanlarına saldıramazsın ve Ejderha Tanrı'nın kullanmana izin verdiği yetenekleri kullanamazsın. Zihin yeteneğini en çok kullanan karakterler sura ve şamanlardır. Ancak savaşçı ve ninjaların da bu yeteneğe en az sura ve şamanlar kadar ihtiyaçları vardır. Bu kıtadaki bazı yaratıklar insanları zihin güçleriyle etkiler ve alt eder. Bunu önlemek için iyi bir zihin eğitimi şarttır." dedi ve bir süre duraksadı. Gözlerini kaçırdı, gözlerinin baktığı doğrultuyu izlediğinde onun anıta baktığını gördü, gözleri biraz nemlenmişti. Bunu gördüğünü anladığında hemen toparladı, gözlerindeki nem yerini tekrar öfkeli bir bakışa bırakmıştı. "Zihin eğitimini yapmaya başlamadan önce, kendini kabul etmelisin ve benimsemelisin ve bunu yaparken kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemelisin ki zihin gücün açığa çıkmak için yolları daha hızlı bulsun." dedi Sura ve devam etti, "Senden gözlerini kapatmanı ve şimdiye kadar en güçlü hissettiğin bir anına odaklanmanı istiyorum. Bu anını ne kadar belirgin düşünürsen bu süreç o kadar kısa olacak." dedi, kılıcını kınından çıkardı ve yanına koydu, o da değişik bir meditasyon pozisyonu alarak karşısına oturdu. Burak gözlerini kapattı ve en güçlü hissettiği anısının ne olabileceğini düşünmeye başladı. En güçlü derken ne anlamda güçlüydü, beden gücüyse şimdiye kadar çok az kavga etmişti, zeka gücüyse bunu hergün herkese kanıtlıyordu. Acaba ne olabilir diye merak ediyordu. Metin2'deki anılarını düşünmeye başladı, oyunun ilk zamanlarında tüm savunmalı itemlerini tamamladıktan sonra herkes ona çok az vurabiliyordu, lonca savaşları sırasında onlarca kişinin arasında yatmadan direnebiliyordu, hp üretimim sağolsun diye düşündü bir yandan. İşte o zaman karakterinin ne kadar güçlü olduğunu düşünmüştü, işte en güçlü hissettiği anısı buydu, o lonca savaşıydı, soyut bir güçte olsa o gücü sağlamak için zekasını ve sabrını kullanmıştı. O ana odaklandı ve kendisini düşündü. Sura'nın ayağa kalktığını duydu. Kısık bir sesle anlayamadığı bir dilde bir kaç kelime fısıldadı, o anda çevresindeki havanın hareketlendiğini ve etrafında şiddetli bir rüzgarın estiğini hissetti. Acaba ne yapıyordu. Beyninin derinliklerinden gelen bir ses "Sadece güçlü hissettiğin anına ve kendine odaklan Galisa, korkacak bir şey yok, ruh çeperini genişletiyorum." dedi. Bu büyü savunması olmalıydı. İçinden onu onayladı ve anısına ve kendisine odaklandı.
O anlarda kısa boylu ninja bir kız kendini kamufle ederek Sura ve Galisa'ya daha yakından izlemek için bu riski göze almıştı. Galisa zihin eğitimi görüyor olmalıydı, ikisi de sessizce meditasyon yapıyor gibi görünüyordu. Galisa'yı asla yalnız bırakmamayı düşünüyordu. Çünkü ona güveniyordu. Sura Galisa'nın bir tehdit olabileceğini düşündüğü için onunla yakından ilgileniyordu. Ancak o böyle düşünmüyordu, bir şekilde Galisa'nın masum olduğuna inanıyordu.
Küçük ninja oldukça uzun zamandır onların meditasyonlarını bitirmesini bekliyordu. Sura'nın hareketlendiğini görünce meditasyonun sonuna geldiklerini anladı ve düşüncelerini okuyamaması için daha uzakta bir mevzi almaya karar verdi.
"Bu oldukça yorucuydu, ben dinlenmek istiyorum. Bu kadar yeterli mi efendim?" dedi Burak, başı ağrıyordu ve kendini biraz kötü hissediyordu.
"Evet Galisa. Ancak ruhunda daha önce karşılaşmadığım bir şeyle karşılaştım, bunu daha önce görmemiştim. Kara Büyü'ye büyük bir üstünlükle hükmedebilecek bir kapasiteye sahipsin. Bu bir sura için çok önemlidir. Kara Büyü'yü kullanırız, ancak bu gücün kullanımında aşırıya kaçarsak yaptığımız büyüler bizi elegeçirir. Yıllar önce Büyük Savaş sırasında hayatımı kurtarmak için bir büyüme odaklandım, beni ele geçireceğini tahmin edebiliyordum ancak hayatım daha önemliydi. Karanlık Koruma'ya odaklandım, onu o kadar genişlettim ki, başım çatlayacak gibi oldu, bazı sesler duydum. Bu Karanlık Koruma'nın ilk sahibinin sesiydi. Beni tehdit etti, ben o savaş sırasında düşmanlarımla mücadele ederek hayatta kalmadım, o büyük güçle mücadele ederek hayatta kaldım. Korumayı kapatırken büyük bir güç harcadığımı ve burnumdan kan geldiğini hatırlıyorum. Bembeyaz olan atım Lakia'nın renginin korumayı kapattıktan sonra simsiyah kesildiğini farkettim, bir süre sonra hastalandı ve ben onun ölümünü engelleyemedim." dedi ve sessizce uzaklara bakarak daldı, içini çekti ve devam etti, "Sende değişik şeyler seziyorum Galisa, sen benden daha iyi hakim olabilirsin ve benim yapamadığımı yapabilirsin, bir savaş sırasında arkadaşlarını kurtarabilirsin, benim yapamadığımı." dedi. Onu hiç bu kadar zayıf ve güçsüz görmemişti. Oyunu oynarken suraların zalim ve kötücül olduklarını düşünürdü ama yanıldığını anladı. Sura "Senin kararını etkilemek istemiyorum. Ancak, suraların bazı güçlerini ben senin yanındayken kullanabilmeni sağlayabilirim. Şimdi çadırına dön ve hemen uyu, yarına kadar dinlenmelisin. Yarın Okeanos ile güç eğitimin var." dedi ve ayaklanıp köye doğru yavaşça yürümeye başladılar.
"Sura yeteneklerini kullanabilen bir savaşçı." diye fısıldadı. Kısa bir süre önce uyanmış her sabah yaptığı ritüelleri tekrarlıyordu. Jinno'nun her savaşçısının her sabah yapması gereken şeyi yapıyordu. Zırhını ve silahını saygıyla temizliyordu. Jinno ülkesi çok disiplinliydi. Oyunda bayrak seçerken Jinno'nun insanlarının tamamının askerlerden oluştuğunu yazdığını hatırladı. Uyandığından beri dün Sura'nın dediği şeyleri düşünüyordu. Oyuna göre bir karakter sadece kendi karakterinin yeteneklerini kullanabilirdi, Sura'ysa ona dün sura yeteneklerini ona öğretebileceğini söylemişti. Her şey daha da ilginçleşmeye başlamıştı. Temizlediği eşyalarını teker teker özenle giymeye başladı. Bugün köyün baş savaşçısı Okeanos'la güç eğitimi vardı. Nerede eğitim göreceğini Sura çadırın önünde ondan ayrılmadan önce söylemişti. Tüm eşyalarını giydikten sonra kılıcını da kınına yerleştirerek çadırından çıktı. Gün orasıydı ve bu köyün meydanından geçerken köy meydanının tıklım tıklım kalabalık olacağını gösteriyordu. Kafasını acaba düello teklifi gelir mi gibi düşüncelerle meşgull ederken öfke eğitimi aldığı alana doğru yürümeye başladı. Octavio'nun evinin önünde kuyruk vardı. Octavio kepşelerle sıradakilerin tabaklarına yemek bırakıyordu. Yemekler epey güzel kokuyordu, eğitimi için aç bir karın gerekmeseydi karnını tıka basa doyururdu. Yanından geçerken Octavio'ya başıyla selam verdi, adamda tebessüm ederek karşılık verdi. Köyün meydanına doğru ilerlerken daha önce meydandaki kalabalığa bu kadar yaklaşmadığını hatırladı. Jinno ülkesini uyanık halde ilk kez görüyordu. Her tarafta bir koşuşturmaca vardı. Görevini teslim etmek için sırada bekleyenler, pot almak için acele edenler, itemlerini npclere satmak için önündeki kişilerin önlerine geçmeye çalışanlar ve demirciye yükseltmesi için item verenler vardı. Bir kaç saniye aralıklarla metalin metale vurma sesi geliyordu, görüş açısına girdiğinde bu sesin kaynağını demirci olduğunu, bir kaç saniye aralıklarla elindeki garip çekiçle bir örsün üstünde bir kılıca darbeler vurduğunu gördü. Umarım yakmazsın adamım diye düşündü ve adımlarını hızlandırdı. Meydanı hızla geçti, öğretmenlerin konaklarının bulunduğu yere geldi. Eğitim alacağı alanın ortasında birinin iri bir domuzun boynunu urganla bağladığını gördü. Adımlarını iyice hızlandırdı, biraz koşuyor gibi göründü. Adamın arkası dönük olduğu için onu tanıyamamıştı, iyice yaklaştığında bu kişinin Okeanos olduğunu farketti. Bir domuza tasma hazırlamak için niye bir askerine emir verip bunu onun yerine yapmasını istemedi ki diye düşündü. "Merhaba efendim." dedi ve saygıyla başını biraz yere eğdi.
Okeanos domuzu yerdeki bir kazığa bağladı, ona döndü ve kolunun kenarıyla alnındaki teri silerken "Ah, hoşgeldin Galisa. Eğitimin için bir kaç düzenleme yapmam gerekiyordu bu nedenle ben erken geldim." dedi ve eliyle pek uzakta olmayan Silahçının evinin hemen arkasına kurulmuş gölgede bekleyen bir masayı gösterdi. Masanın üstünde bir kaç tane şişe vardı. Okeanos masaya yaklaşırken "Biliyorsun bugün seninle güç eğitimim var. Bu eğitimlerini artık daha hızlı yapmak zorundayız. Normalde bir domuzdan başlamaman gerekiyordu. Kendi kendine idman yaparak kaslarını geliştirmen gerekiyordu. Ancak vaktimiz daraldı, bir an önce gelişmek istiyorsan kendini tamamen eğitime vermelisin, ki çok çaba harcadığını biliyorum." biraz nefes nefese kalmıştı, nefesi düzeldikten sonra devam etti "Bir domuzla ilk başlarda başa çıkamazsın. Bu nedenle gücüne biraz takviye yapmamız gerekecek." dedi ve masadaki şişeleri gösterdi. "Buradakini kullanarak başlayabiliriz." dedi, bir tanesini aldı kapağını açtı ve ucundan kokladı. "Bu çan çiçeklerinden üretilen bir iksir. Seni daha güçlü ve zinde hissettirir. Bir kaç yudum alman yeterli." dedi, şişeyi ona uzattı, bir kaç adım ilerleyip şişeyi elinden aldı. Kafasına dikti, bir kaç yudum aldı ve kapağını yerleştirerek şişeyi masaya bıraktı.
Okeanos "Etkisini göstermesi için biraz beklemeliyiz. Bakalım bu eğitiminde Öfke eğitiminde yaptığın gibi olağanüstü bir şey yapacak mısın?" diyerek tebessüm etti. "Gerçekten hızlı öğreniyorsun asker." dedi sonra.
Burak "Efendim, şuradaki domuzla tam olarak ne yapmam gerekiyor." dedi, parmağıyla kazığı zorlayarak kaçmaya çalışan yabani domuzu gösterdi, oldukça vahşi görünüyordu. Bu arada iksirin etkisini göstermeye başladığını hissetti.
Okeanos "Onunla dövüşmeyeceksin. Onu iki gündür aç tutuyorum. Bu tür oldukça oburdur, yani şu an karnı epeyce aç olduğundan seninle ilgilenmeyip kendine yiyecek arayacak." dedi ve parmağıyla ilerideki minik ağaca asılı duran sebzeleri gösterdi. "Domuzumuz onlara gitmeye çalışıyor ancak kazık onu engelliyor. Sen de burada devreye gireceksin. Ben kazığı çıkartacağım, sen de ipi kavrayıp domuzun ağaçtaki sebzelere ulaşmasını engelleyeceksin." dedi.
Kafasını sallayarak onayladı. Okeanos "İksir etkisini göstermeye başlamış olmalı, hadi gel bakalım, başlayalım." dedi ve kazığa doğru ilerledi, Burak onu arkasından takip etti. Okeanos eliyle kazığı kavradığında o da ipi sıkı sıkı tutmaya başladı. Domuzun ip üzerinde yarattığı gerilimi hissetti, domuz oldukça güçlüydü.
Okeanos "Üç dediğimde bırakıyorum." dedi ve saymaya başladı. Okeanos kazığı bıraktığı anda kazıktan aldığı desteği kaybetmişti. Domuz oldukça güçlüydü, kesinlikle baş edemezdi, içtiği iksirin etkisi olmasaydı. Şaşırmıştı. İpi fazla zorlanmadan tutuyordu. Domuz var gücüyle sebzelere ulaşmak için çaba gösteriyordu, ama yerinden kıpırdayabilmiş değildi. Kol kaslarının iyice gerildiğini hissetti. "Güç eğitimi" diye fısıldadı ve var gücüyle asılmaya devam etti.
Sura öğretmenlerin bulunduğu konağın üst katından onu izliyordu. Elinde tuttuğu bardaktaki iç burkan tadı olan içkiden bir yudum aldı. Galisa'nın kolaylıkla domuzla başaçıktığını gördü. Onun seviyesindeki bir başka savaşçı iksirle takviye edilmiş olsa bile bir yaban domuzu üzerinde böylesine bir hakimiyet kuramazdı. Galisa ülkeleri için bir ödül gibiydi. Harika bir savaşçı olacaktı. Ancak nereden geldiği bilinmiyordu. Bu da içinde tuhaf şüphelerin oluşmasına sebep oluyordu. Her türlü olasılığı değerlendirmeliydi ve Galisa'yı gözünün önünden ayırmamalıydı. Hem ondan şüphelendiği için hem de olağanüstü bir savaşçı olacağı için onu gözlüyordu. Onu koruyanın bir tek kendisi olmadığını biliyordu. Küçük bir ninjanın da Galisa'yı korumak için onu izlediğini biliyordu. Biraz daha dikkatli bakarak Silahçı'nın evinin yanındaki çadırın içinde o ninjanın gizlendiğini gördü. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapıyordu, buna engel olmayacaktı. Kim bilir belki bir gün Galisa'nın hayatını kurtarabilirdi. Bakışlarını tekrar Galisa'ya yöneltip eğitimi izlemeye devam etti.
Kaskını çıkartırken kol kaslarının oldukça acı verici bir şekilde ağrıdığını hissetti. Çadıra geleli yarım saat kadar olmuştu ve geldiği gibi yatağına oturmuş dinleniyordu. Eşyalarını çıkartmaya hali yoktu. Yastığa doğru meyillenmeye başladığından eşyalarını çıkartıp uyku pozisyonu alacaktı. Eğitim çok fazla uzun sürmüştü. İçtiği iksirlerin etkisi olmasaydı dayanamazdı. Bütün gün, ara sıra molalar vererek domuza hakim olmaya devam etmişti. Hava kararmaya başlayınca Okeanos bu kadar çalışmanın yeterli olacağını söylemiş ve onu o akşam ki çalışmanın geri kalanından azad etmişti. Çadırın girişine Sura'yla beraber gelmişti ve yarın her hangi bir kahramanla eğitimi olacağını söylememişti. Çadırın arkasında büyük bir fıçıyı andıran küvete doğru ilerlerken "Demek yarın başlıyoruz." diye fısıldadı. Küvetin boş/temiz olduğuna emin olduktan sonra çadırın arka girişine doğru ilerledi. Temizlik konusunda titiz olduğu için bu konularda çok dikkatliydi. Böceklerle dolu bir küvette banyo yapmak istemezsiniz. Jinno ülkesinde akşamları her çadırın arka girişine bir kazan dolusu su bırakılır, ki askerler günün yorgunluğu rahatça atabilsin ertesi günkü çalışmalarda ve görevlerde daha verimli olabilsinler. Jinno'da hizmet sınıfı diye bir grup olduğunu hatırlamıyordu. Demek ki bu görevi askerler sırayla üstleniyordu. Ancak o gözetim altında olduğundan yapacak daha önemli işleri vardı. Kendini biraz torpilli gibi hissediyordu. Kazanı aldı ve hepsini küvete boşalttı, çadırdaki kazandan biraz daha su ekleyerek küveti doldurdu. Rahatlatıcı bir banyoya ihtiyacı vardı. Suyun sıcaklığından dolayı hafiften irkilerek küvete girdi. Oturur vaziyette biraz zaman geçirmeyi düşünüyordu, başını dayadığında fıçının kenarlarına temas ettiğinden biraz acıtıyordu. Bir bez parçasını yastık gibi yapıp başının arkasını destekledi. Suyun sıcaklığıyla garip bir sarhoşluğun etkisine girmişti. Bir süre sonra yorgunluğunda etkisiyle uykuya daldı.
"Uykuya daldığı gibi kendisini bir rüyanın içinde buldu. Üstünde önceki rüyasındaki gibi yine aynı zırh ve elinde yine aynı kılıç vardı. Ancak kendisini kötü hissediyordu, her yer zifiri karanlıktı ve önceki rüyasında yanında bulunan adamlar etrafta gözükmüyordu. Acaba o rüyasının ilerisindeki bir zamanda mıydı yoksa öncesinde miydi farkedemiyordu. Etrafa göz atmaya karar verdi. Ama etraf oldukça karanlık olduğundan birşey göremezdi. Hava kılıcını açmak geldi aklına, ancak hava kılıcını açarsa askerleriyle birlikte düşmanı da onu farkedebilirdi. Uzun zaman geçmemişti ki gök yüzündeki bulutlar biraz olsun dağıldı ve etraf dolunayın ışığıyla biraz daha görülebilir olmuştu. Fazla ilerlemedi ki zırhı dikkatini çekti. Zırh bir metal yığınının bir araya gelmiş hali gibi gözüküyordu, oldukça fazla hasar almıştı. Sağ tarafı olduğu gibi yok olmuş geri kalan kısımların bazı yerlerinde de çöküntüler vardı. Dikkat edince kılıcınında sağlam olmadığını ve ilk boğumundan kopmuş olduğunu gördü, sadece bir karışlık keskin tarafı vardı o kadar. Sessiz ve dikkatli olmalıydı. Askerlerinden hiç iz yoktu. Geri dönmeliydi. Geldikleri yokuşu hatırladı ve o yöne doğru ilerlerken arkasından havayı yararak gelen bir şeyin sesini duydu. Olduğu yerde durdu, biraz dinledi. Ses kesilmişti, ancak onun yakınlarda olduğunu ve onu izlediğini biliyordu. Askerlerinin canice katledildiğini düşündü ve bu anıya odaklandı. Ondan intikam almak için içi içini yiyordu. Ondan intikam almak istiyordu, dişlerini ve yumruklarını sıktı, yumruklarını alnına getirdiğinde yüksek sesle bir nara savurdu. Uzaklardan bir fısıltı duydu, bir kaç saniye sonra morumsu bir ışığın hızla ona doğru yaklaşmakta olduğunu gördü, bundan kaçamazdı."
Nefes nefese uyandı. Ancak baloncuk baloncuğa uyanmak tabiri daha bir geçerli olurdu. Uyandığında başının fıçının içinde olduğunu farketti. Nefes nefese fıçıdan çıktı ve kurulanmaya başladı. Bu rüya önceki rüyaya çok benziyordu. Sanki her şey aynıydı sadece zaman farklıydı. Geleceği mi görüyordu. O karanlıktaki şey o uyanmadan önce bir şey göndermişti. Oyunla gerçek metin2 arasında bağlantı kuracak olsaydı-ki bunu yapabilirdi, artık metin2'nin içindeydi- bir hayalet vuruş gördüğüne yemin edebilirdi. Nefes nefese yatağa oturdu. Acaba kaderini mi görüyordu. Dünya'ya dönemeden burada ölecek miydi? Şu an sanal bir dünyadaydı, burada ölürse belki gerçek dünyada uyanabilirdi. Belki de hiç uyanmazdı. Bu olasılıkları denemek istemiyordu. O düşmanla karşılaşmadan önce buna hazır olmalıydı. bir süre düşündü, ayağa kalktı, gözü yatağının ucundaki eşyalarıyla yastığı arasında gidip geliyordu. "Uyku ölümün kardeşidir." diyerek eşyalarına doğru yöneldi.
Giyinirken bir yandan neler yapacağını düşünüyordu. Sadece temel eğitimleri almıştı. Öfkesini kontrol etmeyi öğreniyordu. Ancak öfke yeteneğini kullanmak için 5. seviyeye kadar yükselmek zorunda mıydı bilmiyordu. Kılıç kullanmayı da bilmiyordu. Ayrıca seviyelerin nasıl atlandığını bile bilmiyordu. Bunları Tao'ya sormadığına pişman oldu. İksirlerini de zırhının arkasında duran bölmelere dikkatlice dizdikten sonra kılıcını kınına yerleştirip, çadırının üstünden geçen tahtanın üstünde duran mumu bir çeşit çomakla söndürdükten sonra çadırından çıktı.
Hava yeni kararmıştı. Yani köy hala yaşıyordu. İnsanlar çadırlarına dönüyor. Gece nöbete çıkacak askerler bir yerde toplanmış sohbet ediyorlardı. Octavio'da evinin yanında bulunan saksılardaki çiçeklere su veriyordu. Bakışlarını köy meydanına doğru kaydırdı, insanlar tezgahlarını topluyor bazılarıda çadırlarına dönüyorlardı.
Tam köy meydanına doğru yürümeye koyulacaktı ki bir ses duyduğunu sandı, etrafına baktı, ancak sesin kaynağını göremedi.
Bir kız sesi "Pıst, pıst. Buraya bak, sağındaki ağacın hemen arkasındayım." dedi. Sesin geldiği yöne baktığında daha öncede gördüğü küçük ninjanın ağacın arkasından ona el salladığını gördü, yanına çağırıyordu ve gizleniyor gibi bir hali vardı. O da dikkat çekmemek için sakince çadırların arkasına gidiyormuş gibi yapıp ninjanın yanına gitti.
Ninja "Buraya gel buraya. Sura az önce Konağa döndü. Bizi duyamaz." dedi. Onun sözünü dinleyip ağacın arkasında gizlenmeye başladı. Ninja "Çadırından niçin çıktın, eğitimin daha yeni bitti, neden dinlenmek istemiyorsun?" dedi.
Burak "Sen beni mi takip ediyorsun? Bunun suç olduğu aklına hiç gelmedi mi?" dedi, bu ninjayı tanıyordu. Ona güvenebileceğini de biliyordu, sadece niyetini öğrenmek istiyordu.
Ninja "Sana gözkulak oluyorum." dedi, sonra "Sura'nın yokluğunda." diye devam etti ve başıyla Yüzbaşının Konağını işaret etti.
Burak şüphelenmişti, ancak zorlamak istemedi. bu küçük kızın kötü bir niyeti olacağını düşünmüyordu.
Ninja "Çadırından niçin çıktın?" Eşyalarını baştan aşağı süzdü ve "Sanki bir yere gidiyormuş gibi bir halin var. Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun. Bu zamanlarda dikkatli olmalısın. Seni nerede biliyorlarsa orada kalmalısın." dedi, biraz sinirlenmişti.
Burak "Ben." anlatmalı mıyım acaba diye düşündü, devam etti "Ben bazı rüyalar görüyorum. Kabuslar. Sanırım önümde bir tehlike var ve ben o tehlikeyle karşılaşmak için hiç hazır değilim. O tehlikenin ne zaman geleceğini bilmiyorum, ya yakın bir zamanda gelip beni hazırlıksız yakalarsa. Daha seviye yükseltmeye bile başlamadım. Bu açığı kapatmak için bu gece çıkıp tek başıma çalışmaya karar verdim." dedi, durumu yeterince izah ettiğini diledi.
Ninja "Bunu tek başına yapmamalısın. Köyümüzün çevresi gündüzleri zaten yeterince tehlikeli geceleri bu tehlike katlanarak artmış oluyor. Ayrıca geceleri köyün dışına o geceki parolayı öğrenmeden çıkma. En iyimser ihtimalle tutuklanırsın. Artık diğer ihtimalleri tahmin edebilirsin." dedi.
Burak "Ne olursa olsun, bunu göze alıyorum. Bana her gece yanıma gelip parolaları söyler misin peki?" diye sordu.
Ninja "Hem parolaları söylerim hem de sana eşlik ederim. Köy dışında korunman gerekiyor."
Kendisinin neden bu kadar önemli olabileceğini anlayamıyordu. "Neden bu kadar önemliyim? Neden bu kadar sıkı sıkıya korunuyorum?" dedi.
Ninja "Bunu bana değil Sura'ya sormalısın. Bu tür şeyleri sıradan insanlara söylemezler." dedi.
Mantıklıydı. "Anlıyorum." dedi. "Koruyucum olduğuna göre söyle bakalım köyden nasıl çıkacağız seni izliyorum." dedi.
Ninja "Beni takip et." dedi ve eğilerek çadırların arka tarafından ilerlemeye başladı. Burak da eğilerek onu izlemeye koyuldu.
Köyün dışına çıkalı 15-20 dakika olmuştu ve hala yürümeye devam ediyorlardı. Ninja kız gizlenmede o kadar ustaydı ki, arkasından onu takip eden Burak bile onu zar zor farkedebiliyordu. Ara ara nöbetçilerin yakınlarına geldiklerini anladıklarında ninja onuda gizliyordu. Yürümeye devam ederlerken Burak'ın aklına bir fikir geldi. O daha ilk seviyelerdeydi ve sadece köpeklerde, kurtlarda kasabilirdi, bu kadar uzun mesafe yol katetmeye gerek yoktu. Acaba ninja onu bir tuzağa mı çekiyordu. O bunları düşünürken önündeki ninja çalıların arasından sağ elini kaldırarak dur işareti yaptı. Bir tepenin zirvesinde olduklarından aşağıda neler olduğunu göremiyordu, ninja durmasını istediği için de devam edemiyordu. Ninja ani bir hareketle ona doğru yöneldi ve sertçe yere yatırıp kendi pelerinini üstüne örttü "Sakın kıpırdama!" dedi ve yanlarındaki ağacın arkasına saklandı. Ne olduğunu henüz anlayamamıştı ki ayak sesleri duymaya başladı ve ayak seslerinin sahibi derinden nefes alıp veriyordu. Üstünde pelerin olduğundan kim olduğunu ne olduğunu anlayamıyordu. O daha da yakınına geldikçe biraz paniklemeye başladı. Elini silahının kınına götürdü. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Ancak ninja onu bir tuzağa çekmişse kendisini kurtarmaya çalışmalıydı. İçinden üçe kadar sayıp kılıcıyla karşısındakine hamle yapacaktı. Kılıcının kınını kavradı ve saymaya başladı. Bir, iki... Yanı başından bir kükreme duyuldu, hemen pelerinini üstünden atıp kılıcıyla hamle yaptı, iki metalin bir birine değme sesi geldi ve durdu. Bir hançerle engellenmişti. Hançerlerin sahibi olan ninjaysa bir ayağı kocaman bir ayının üstünde ona tebessümle bakıyordu. Ninja "İlk kural, sakın benim sözümden çıkma." dedi. Hançerini geri çekti ve ayının yanında çömeldi. "Bu ayıların buralarda yaşadığını biliyorum. Ben küçükken bir saldırıya uğramıştım. Neyse uzun hikaye." bir yandan da hançeriyle ayının pençelerinde bir şeyler yapıyordu. "İşte buradan bir kesik, buradan biraz kesersek, işte oldu. Şunu tut bakalım." dedi ve eline bir deri katmanı bıraktı, ninja da bu arada küçük sırt çantasını açıyordu. İğrençti, hemen elinden attı. Ninja "Hey napıyorsun, o demirci için lazım. Bileziğimi geliştirmek için bir ayı ayak derisi istemişti." dedi ve eğilerek ayı ayak derisini titizlikle katlayarak çantasına dikkatle yerleştirdi.
Burak "Neden bu kadar uzağa geldik. Sadece bir ayı ayak derisi almak için mi? Ben daha acemiyim, bu bölgeler benden daha deneyimliler için değil mi?" dedi, ondan biraz şüpheleniyordu.
Ninja "Aynen öyle. Bana ayı ayak derisi gerekiyordu. Seninse artık gerçek şeyler görmen gerekiyordu. İkimizde tatmin olduğumuza göre köyün yakınlarına geri dönmeliyiz." dedi, bu kızla gerçekten iyi anlaşacağız diye düşündü, ninja "Niye öyle bakıyorsun, eğer karnın açsa biraz durabiliriz, ayıların etleri pek iyi olmasa da doyurucu oluyorlar." dedi, bunu söylerken yüzünden iğrendiği belli oluyordu. Demek ki işer burada böyle ilerliyordu. Savaşçılar köyün dışında birer avcı gibi davranıyordu.
Burak "Uzun zamandır tanışıyoruz ama ismini bilmiyorum." dedi.
Ninja "Tila. İsmim Tila." dedi ve devam etti "artık burada bir işimiz kalmadı, kurtların ve köpeklerin bölgesine geri dönebiliriz Galisa." dedi ve tekrar ormana girdi. Burak da arkasından onu takip etmeye başladı.
Tırmandıkları tepeden aşağı inerlerken Burak Tila'ya "Siz Jinno savaşçıları nasıl seviye atlıyorsunuz. Sura'nın elinde harika bir silah görmüştüm, bunu acemilere vermezler. Bu nedenle merak ettim. Bunun derecesi nasıl ayarlanıyor?" diye fısıldadı, nöbetçiler tarafından duyulmak istemiyordu, ancak sesi gecenin karanlığında ve sessizliğinde küçük bir çığlık gibi çıkmıştı.
Tila "Akıllı birisin. Ah birde şu hafızan kayıp olmasaydı. Öne biraz mola verelim." dedi ve yakınlarında bulunan devrilmiş bir kütüğü işaret etti. Tila önden gidip kütüğün kenarına oturdu ve konuşmaya devam etti, "Her Jinno savaşçısına kendisini kanıtlaması için birer görev verilir, bu görevler tamamlandıklarında başka görevler verilir ve bu böyle sürüp gider. Mesela sen bir acemisin, aslında aceminin de altındasın, Jinno'daki savaşçılar küçüklüklerinden savaşçı olarak yetişmeye başlarlar, seninse hafızan silinmiş." başını iki yana salladı ve devam etti "Sen bir acemi olduğun için ilk görevlerin Jinno köyünün yakınlarında bulunan asi hayvan gruplarının sayılarını azaltmak olacak. İlk görevin için senden yirmi ya da yirmi beş tane yabani köpek öldürmen istenecek. Bu köpekler köyün dışına çıkan küçük çocuklara çok faszla musallat oluyorlar, bu nedenle sayıları kademeli olarak azaltılıyor." dedi ve bir yandan parmak hesabı yaparak konuşmaya devam etti, "Sonra kurtlarla ilgili görevlerin olacak, kürkleri harika oluyor, kış giyeceklerimizin neredeyse tamamını kurt kürklerinde sağlıyoruz. Sonra domuzlarla ilgili görevlerin olacak, sonrada ayılar. Sanırım bu kadardı. He birde, beyaz yeminliler çeteleriyle ilgili görevlerin olacak. Bakra yolunu kullanan Jinno'lulara sürekli taciz ederler, ne kadar çok uğraşsakta onları tamamen silemedik." dedi ve hançerini çıkartıp onunla ilgilenmeye başladı. Az önce saydıklarının hepsini biliyordu ve hemen başlamak istiyordu. Ancak aklına bir soru geldi. "Hiç yalan söyleyen olmuyor mu? Görevi alıp bir süre ortalarda görünmeyip, köyün dışından geliyormuş gibi gelip görevi tamamladığını söyleyen olmadı mı hiç?" dedi.
Tila "Olmuş. Ama çok uzun zaman önce. Görevleriyle ilgili yalan söylemiş ve Ejderha Tanrı tarafından lanetlenmiş. Lanetlendikten sonra ne kılıcıyla karşısındakine zarar verebilmiş ne de yeteneklerini kullanabilmiş. Köydeki herkes tarafından dışlanmış ve hakarete maruz kalmış. O da buna katlanamamış ve kısa süre sonra dağlara kaçmış. Şu an ormancılık yapıyor diye biliyorum, ara sıra Uriel Baba onu ziyaret ediyor."dedi. Aklına şirin baba geldi ve kıkırdadı. Tila "Bunun nesi komik." dedi, hırçınlanmıştı.
Burak "Hiç , hiç birşey. Aklıma birşey gelmişti de." dedi.
Tila "Hafızanın kayıp olduğunu düşünüyordum." dedi, Bura omuz silkti. Tila "Neyse çok oyalandık, hadi bir kaç yabani köpek sürüsü avlayalım." dedi ve ayağa kalktı. Köye doğru ilerlemeye devam ettiler.
"Hey daha gelmedik mi?" diye sordu Burak. Kütüğün yanında dinlenmişlerdi ancak yeterli değildi. Pyugmoo sandığından çok çok daha büyüktü, diğer haritaları düşünmek bile istemiyordu bu yüzden.
Tila "Şşşşş. Geldik, ama çeneni kapat eğilerek yürü, sakın kuru bir dala veya ses çıkartacak başka bir şeye basayım deme, yakınlarda Li-an var. Onunla başedebilirim ama yanında beyaz kaplanlar var, beni oyalayıp sana saldırabilirler." dedi, onu karanlıktayken göremiyordu ancak oldukça endişeli olduğu sesine yansımıştı. Bulundukları yerde o kadar sık ağaçlar vardı ki ay ışığı bile sadece küçük açıklıklarda görülebiliyordu. Herşey gerçek diye düşündü, biran önce kasmalıydı. Yani bir an önce görevlerde belirtilen tehditleri ortadan kaldırmalıydı. Tila tekrar önüne döndü, elini başının üstüne kaldırdı ve sola dön ve devam et işareti yaptı. Li-an yakınlarda olmalıydı. Sözünü dinledi ve biraz sonra daha karışık olan, ormanın büyük otlarla sarmaşıklarla kaplı olan kısmına girdi. İlerleyebilmek için sarmaşıkları kılıcıyla budayarak kendisine yol açarak ilerlemeye başladı. Fazla ilerleyememişti ki yakınlarından yaprak hışırtıları geldiğini duydu. Korkudan bir süre hareketsiz kaldı. Bir kaplana karşı ne yapabilirdi ki. Ancak yine de elinden geleni yapmalıydı. Artık başlamalıydı. Metin2 dünyasına girmeden bir ay kadar önce yaşadığı bir olayı aklına getirdi ve "Ben göründüğümden daha derin bir kişiyim" dedi. Metin2 dünyasında ilk defa kendisini tek başına savunacaktı. Bunu tek başına yapamazdı, bu nedenle Ejderha Tanrı'ya dua etti.İçinde büyük bir nefret dalgasının yükseldiğini hissetti ve iki elini yumruk yapıp sıkarak alnına götürdü,kendisini adeta yırtarak bir savaş narası savurdu . Ormanın sessizliği onun savaş çığlığıyla bozulmuştu. Bir şeyin farkına vardı. Tila kendisini feda edecekti. Bu nedenle onu ormana yollamıştı. Hiç kimsenin kendisi için zarar görmesini istemiyordu. Bir vicdan azabı duydu. Bu içinde bulunduğu öfkeli hali daha da keskinleştirdi. Savaş çığlığı atarak tüm dikkati üstüne çekmişti. Bu iyiydi, en azından Tila için herşeyi daha kolaylaştıracaktı. O kaplanları oyalarken Tila da rahatça suikast yapabilirdi. Peki onları nasıl oyalayacaktı. Ormanın onun girdiği kısmından bir kaç kükreme duydu. Kükremeler arttı. Düşündüğünden çok fazlaydılar.
Yanıtla #4
« : Ağustos 04, 2011, 01:12:59 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Bir yandan ağır adımlarla ormanın daha da içlerine doğru yavaş yavaş gerilerken diğer yandan gelebilecek tehlikelere karşı gözü ve kulağıyla tetikteydi. Tila'dan hiç bir ses duymamıştı. Az önce duyduğu kükremelerin yerini yaprak hışırtıları almıştı. Öfkesini açmak şimdi biraz kötü bir fikirmiş gibi hissediyordu. Ancak içinde büyük bir nefret vardı. Acaba bu becerisini perfect master seviyesine getirdiğinde nasıl bir ruh halinde olacak diye düşünürken çok yakınından bir yaprak hışırtısı geldi. Öfkesini açmasaydı muhakkak korkudan donup kalırdı. Ancak öfkesini açmıştı ve açmadan önce de Ejderha Tanrı'ya dua etmişti. Sessizce gerilemeye devam ederken arkasında bir açıklığın yer aldığını farketti. Burada kolayca dikkat çekebilirdi.Umarım Tila yakınlardadır diye düşünerek açıklığa doğru yöneldi. Kaplanlar tahmin ettiğinden çok daha sinsiydiler. Bir kurtlar gibi davranıyorlardı. Eğer özgür birer kaplan olsalardı, muhakkak doğrudan ona hemen saldırırlardı. Ancak başlarında Tigris(önceki bölümde Li-an olarak kullanmıştım, affola) vardı ve hepsini o yönetiyor olmalıydı. Muhakkak benim çevremi sarıp saldıracaklar diye düşünürken açıklığın tam ortasına geldiğini farkedip durdu. Yukarı bakarak dolunayın tam da üstünde olduğunu farketti. Yaprak hışırtıları sıklaştı ve her yönden geliyordu, bir süre sonra durdu. Nabzının hızla yükseldiğini ve öfkesine karıştığını hissetti. Artık bir saldırı bekliyordu. Burada yalnız kaldıysa ve Tila ona yardım edemeyecekse kendisini savunmalıydı. En azından 10 kaplana karşı koyup "Phantom" lakabı almayı istiyordu, bunu düşününce sırıttı. Yaprakların arasında hareket vardı ancak hiç ses duyulmuyordu. Bir süre sonra bir çift göz gördüğünü farketti, dolunayla yansıma yapan bu gözlerin sahibi bir kaplan olmalıydı. Etrafına bakınca bir kaç kaplanın etrafını sardığını ancak yaprakların arasında kamufle kaldıklarını farketti.Bu vücudunun kanına aşırı adrenalin salgılamasına neden oldu. Oldukça heyecanlanmıştı ve öfkeliydi. Tila bir an önce gelmeliydi. Sessizce "Öfkenin olduğu zihinde korkuya yer yoktur." diye fısıldayarak kendisine cesaret vermeye çalıştı. Artık gözlerini sonuna kadar açmış gelecek herhangi bir saldırıyı savuşturmak için bekliyordu. Kaplanlardan hiçbir hareket gelmedi. Bir süre sonra karşısındaki çalılıklar yavaşça hareketlenmeye başladı. Bir kaplan açıklığa çıkıyordu. Sapsarıydı, bu Tigristi. Tigris gözlerini ona dikti. Daha 1 lvl bile değildi ona karşı ne yapabilirdi ki. Tigris yavaş ona yaklaşmaya başladı, bir sağ patisiyle bir sol patisiyle. Bir pençesi raket büyüklüğünde vardı.Kendinden emin bir şekilde ona yaklaşmaya devam ediyordu. Tigris'in sarmaşıkların arasından açıklığa çıktığı yerden ikinci bir hareket gördü ancak kısa sürdü. Bu Tila olmalıydı ya da göz yanılması da olabilirdi. Korktuğunu belli etmemeliydi. Öfkeyle Tigris'e bakmayı sürdürdü, Tigris gözlerine kısarak ona baktı ve kükredi, çevrelerini sarmış olan kaplanlar birer adım öne çıktılar ve hepsi açıklığa girmiş oldular. Sayıları oldukça fazlaydı, sayamadı. Buradan kurtulmasının imkanı yoktu, Tila bile yardım edemezdi. Tigris ona iştahlı bir bakış atarak gerildi. Sıçrayacakmış gibi görünüyordu. Ancak o sıçrayamadan karanlığın içinden bir hançer çıkarak sırtından vurdu. Tigris acıyla yere yığılırken kaplanlar öfkeyle kükrediler. Tila Burak'a endişeli bir bakış attı, aralarında 20-25 metre vardı, o yanına gelemeden kaplanlar saldırırlardı. İkisi de kendisini savunacaktı. Kaplanlara baktı,hızla koşuyorlardı 5-6 saniyesi vardı. Gözlerini kapadı ve Ejderha Tanrı'ya dua etti. Ben senin hizmetkarınım. Burada kimse benim kim olduğumu ve neler yapacağımı bilmiyor, yalnızca sen biliyorsun. Lütfen sesimi duy ve bana yardım et, diye düşündü. İçine hızla ikinci bir öfke dalgası geldi, ancak bu seferki biraz farklıydı, kol, bacak ve karın kasları kasılıyordu. Kılıcı artık daha sert tutuyordu. Kılıç çevirmenin nasıl yapılacağını az çok kafasında canlandırabildiğinden bir tek o yeteneğe odaklandı, umarım onu yapabilirim diye düşündü. Kaplanlar 3-4 saniye yakınlarındaydılar, yavaşlamışlardı ve çevrelerini sarıyorlardı. Zırhının arkasında bulunan bölmeden yeşil iksir aldı bir kaç yudum alıp tekrar bölmeye yerleştirdi. Kendine bir güven gelmişti bunu yapabilirim diye düşündü. Kaplanların arasından Tila'ya baktı. O onun kadar umutlu görünmüyordu. Tabii o Ejderha Tanrı tarafından kutsanmamıştı. Şartlar değişiyor gibiydi. Tila'yı kurtarmalıydı. Ormanda açtığı öfkesinin etkisini kaybetmeye başladığını farketti. Başka bir anısına odaklanıp tekrar açmaya karar verdi. Bu seferki onu daha fazla sinirlendirebilirdi. O anısına odaklanırken yumruklarını sıkıp alnına götürdü. Sert bir savaş narası getirdi. Kaplanlara öfkeyle bakıyordu. Artık hazırdı, kaplanlarda hazırdı ancak saldırmıyorlardı. İçinden bir ses, çok derinlerinden bir ses duydu: "Rüzgarın gücü senin kurtuluşun, ona odaklan. Meltemi kılıcına yönelt ve onu hisset. Şüphe yok ki bunu yapacaksın." Bu da ne böyle yahu, diye düşündü. Kafayı yiyor olmalıydı, metin2 dünyasıyla iyice içli dışlı olursan olacağı bu diye düşündü ve sonra içinde bulunduğu dünyanın da bir hayal dünyası olduğunu, şu anda bir hastane odasında komada olabilebileceği ihtimali de gözünde canlandı. Ancak içinden gelen sesi dinlemeliydi. Rüzgarı nasıl hissedebilirim ki diye düşünürken aklına küçükken oynadığı bir oyun geldi. Sopaları sallarken bir ses ve rüzgar çıkartıyordu ve sonra oyunda savaşçı karakterinin hava kılıcını açarken yaptığı hareketi gözünün önüne getirdi. Ejderha Tanrı'ya dua edip kılıcını havaya kaldırıp aniden var gücüyle yere doğru indirirken kaslarını iyice kastı. Kılıcına baktığında işe yaramamış olduğunu farketti. Kaplanlardan kükremeler duyuyordu ancak her hangi biri henüz saldırmış değildi ve Tila'da da durum farklı değildi, arada sırada ona tedirgin bakışlar fırlatıyordu. İçinden bir ses daha duydu:"Havayı hisset, o bir akış halindedir ve şüphe yok ki sen onun üstünde bir iradeye sahipsin." Başını havaya kaldırdı, dolunayı seviyordu ve can kulağıyla ormandan esen meltemi dinlemeye başladı. Vücudunun kenarından geçip gidiyordu. Bu rüzgarı kılıcına nasıl yöneltebileceğini bilmiyordu. Tekrar denemeye karar verdi. Ejderha Tanrıya tekrar dua etti ve hava kılıcını açmada ona yardım etmesini istedi. Kılıcını tekrar başının üstünde kaldırdı. Çevresini saran kaplanlardan bir dizi kükreme sesi duydu. Kılıcını başının üstünde kaldırdığında hava akımının değiştiğini ve farklı bir yönden estiğini farketti. Kılıcının etrafından rüzgar geçip gidiyordu. Kılıcını indirmeden önce vücudundaki tüm kasları iyice kastı ve kılıcını var gücüyle indirdi, kaslarındaki kasılma o kadar acı vericiydi ki ağzından bir feryat çıkmıştı. Kılıcını kaldırıp dikkatle baktığında pek bir şey göremedi, ancak yüzüne yaklaştırdığında yüzüne bir hava akımı geldiğini hissetti. Diğer elini kılıcın üstüne getirdi, sadece kılıcın üstünden keskin bir hava akımı geçiyordu. Hiç kimsenin yardımı olmadan hava kılıcını açmıştı. Artık kaplanlardan kurtulabilirdi, en azından öyle umut ediyordu. Tila'ya baktığında hala güvende olduğunu gördü ancak endişeli bakışlarının yerini şaşkın bir bakış almıştı.
Öfkeli bir sesle:"Sizi kendime çekmek için illa ki cesaret pelerini mi takmam gerekiyor yoksa o bir taraflarınızı(anladınız) kaldırıp artık saldıracak mısınız pisi pisicikler?" diyerek kaplanların Tila'ya yakın olan kısmına doğru kılıcını kaldırıp koşmaya başladı.
Az önce yaptıklarına inanamıyordu, tamı tamına sekiz kaplanı yaralayıp aralarından Tila'nın yanına ulaşmıştı. Kaplanlar etraflarını sarmışlardı, aralarından eksilen sekiz kaplan pek bir etki yaratmamıştı ve daha kızgın görünüyorlardı. Bir bir saldırmaya başladılar, Tila'yla sırt sırta verip savunma pozisyonu aldılar. Burak kaplanları kılıcıyla savuşturmaya, korkutmaya çalışıyordu. Tila hançeriyle kaplanların özellikle gözlerini hedef alıyordu.
Onlar kaplanları savuşturmaya devam ederken Tila "Galisa sen az önce ne yaptın? Nesin sen? Kimsin? Az önce yaptıkların," pençesiyle boynunu hedef alan bir kaplanı önce patisine bıçağını sokarak engelledi, diğer bıçağıyla da kaplanın ön kolunun tendomlarını kopartarak etkisin hale getirdi."İnanılmazdı. Senin bu yüzden casus... Bak bunlardan kurtulup bir an önce köye dönmeliyiz!" dedi, sesi aşırı endişeliydi. Eğer çok şanslı olurlarsa buradan sağ kurtulabilirlerdi. Çok sayıda kaplanı etkisiz hale getirmelerine rağmen şans eseri ikisi de yara almamıştı. Ancak kaplanların sayısında bir azalma olmuyordu. Sanki daha da çoğalıyor gibiydiler, birbirlerine haber veriyor olmalıydılar. Tila endişeyle "Acele etmeliyiz, Tigris her an uyanabilir." diye bağırdı.
Burak "Onu az önce öldürmedin mi? Yoksa ben mi," bir kaplanın kafasına kılıcıyla bir tane patlattı, keskin tarafını denk getirememişti ama bu darbe de işe yaramıştı "yanlış hatırlıyorum. Öldürdüğün bir şey yeniden dirilemez." dedi soluk soluğa.
Tila "Tigris gibi birçokları var, onlar lanetli. Tabi bunları sana henüz anlatmadık, birden böyle bir çatışmada bulunabileceğin kimin aklına gelirdi." dedi, bir yandan arkada Burak'a gelebilecek bir hamleleri engellemek için çaba gösteriyordu, diğer yandan kendi payına düşen kaplanları etkisiz hale getirmeye çalışıyordu.
Burak bir süre sonra yorulmaya başladığını hissetti. Kolları o kadar fazla kasılmıştı ki, kılıcı kaldırırken bile zorluk yaşıyordu. Kaplanlarıda sopayla dürtermiş gibi uzaklaştırmaya çalışıyordu. Çok geçmeden bir pençe başının solunda havada durdu, Tila sol eliyle tuttuğu hançerinin saplandığı yerden kanlar akıyordu. O olmasaydı hayatını burada kaybedebilirdi, ona borçluydu. Tila bıçağını pençeden hemen çıkartarak vücudunu hedef alan pençeleri savuşturmaya devam ederken soluk soluğa "Galisa, dikkat et, daha hızlı ol. Bir dahakine ben yetişemeyebilirim!" dedi.
"Çalışırım." dedi, kılıcına artık tamamiyle zorla hakim oluyordu. Kolları artık uyuşmaya başlamıştı, bunu arkadaşına söylemeliydi, "Tila, bir sorun var, ben yoruldum, kollarıma hakim olamıyorum." dedi nefes nefese.
Tila "Bunu şimdi mi söylüyorsun. Umalım ki yakınlarda bir nöbetçi olsun ve bu kaplan kargaşasını izleyip buraya gelsin. Yoksa sonumuz çok kötü görünüyor. Bu son anlarımız olabilir." dedi, onunda sesinden yorulduğu belli oluyordu, ancak kızda bir tür savaş hırsı vardı.
Burak kollarına hakim olamadığı gibi artık bedenen iyice yorulmuştu. yaklaşık olarak bir saattir direniyorlardı, ufak sıyrıklar alsalarda önemli bir hasar almadıklarından aynı savunma pozisyonundan ayrılmıyorlardı. Ve açıklık tam bir kaplan mezarlığını andırıyordu. Hepsi bembeyazdı. Kan izlerini ve çatışmaya tanık olduğunu unutsa kendisini bir tür açık hava peluş oyuncak mağazasında sanabilirdi. Yüzüne doğru hızla yaklaşan bir kaplan pençesini daha kılıcıyla engelledikten sonra, umudun olmadığını anladı. Kimse gelmeyecekti. Savuşturduğu kaplanın arkasından iki tane geldi, pençelerini kaldırdılar, bunları engelleyemezdi. Çatışmanın başlarındaki kadar dinç olsaydı karşı koyabilirdi ancak sonunu gördüğünü anladı, ancak teslim olmayacaktı. Son bir gayretle her ikisini de engelledi ancak dengesini kaybedip yüz üstü yere düştü, açıkçası beyaz kaplan cesetlerinin oluşturduğu küçük bir tepenin üstüne. Tila arkasında kalkmasını söylüyordu, bir kaç metre yakınından derin bir kükreme sesi duydu. Ancak kalkamıyordu, vücudunda takad kalmamıştı, vücuduna hakim olamıyordu, ne zaman kollarından destek almaya çalışsa dirsekleri çözülüp tekrar beyaz tüylerin arasına dönüyordu. kükreme çok yakınından tekrar duyuldu, başını güçsüzce kaldırdığında kaplanın hemen önünde olduğunu gördü. Bu bir sondu. Kaplan büyük pençesini kaldırıp ona tam savuracakken Tila "Galisa!" diye haykırdı ve hızlı saldırı yaparak bulunduğu yerden kaybolup kaplanın hemen önünde belirmişti ve kaplan yere yığılmıştı, Tila önünden çekildiğinde hançerini kaplanın kafasından çıkartırken gördü. Tila'ya "Teşekkür ederim." dedi, ancak kızın rica ederim demeye bile vakti yoktu, kaplanlar her yönden ağır ağır geliyorlardı. Ancak ormanın derinliklerinden bir ses duyuldu. Bu sesi biliyordu. Bu sesi daha önce de duymuştu. Ormanın derinliklerinden toynak sesleri gelmeye başlamıştı. Bir minatorumuz eksikti diye düşünürken, sesin kaynağı olan at hızla açıklığa girdi. At tanıdık bir simayı taşıyordu. Surayı.Kurtulmuşlardı. Ancak Sura'nın bakışlarından pek de kolay kurtulamayacağını anlayabiliyordu, köyden ondan habersiz ayrılmıştı. Sura hemen atından atladı. Ona doğru gelmekte olan kaplanları ateş vuruşla savuşturdu. Ateş vuruş geniş bir alana etki etti. Gecenin zifiri karanlığında harika bir görsellik oluşmuştu. Kaplanlr gördükleri şey karşısında deheşete düşmüşlerdi, hepsi korkudan ormanın karanlığına döndüler. Sura onlara doğru koşar adım yaklaşırken bir yandan da yarattığı alevlerin ormana yayılmaması için bir kaç sözcük fısıldadı, alevler yok oldu.
Sura yanlarına ulaştığında Burak henüz kalkamamıştı, doğrulmaya çalışıyordu. Tila ona yardım etti ve Sura'nın karşısında saygı duruşuna durdular.
Sura sinirli bir şekilde bir ona bir Tila'ya bakarak "Evet, hanginiz açıklıyor?" diye sordu.
Az sonra Büyük Meclis toplanacaktı. Sura hava kılıcını farketmişti ve orada olanları Tila'dan dinlemişti. Meclis'in toplanmasını da o istemişti. Yüzbaşı'nın konağında bir odada kendisinin çağırılmasını bekliyordu. Ona tüm bunları nasıl yaptıklarını soracaklardı ve o da bilmediğini söyleyecekti. Tekrar tekrar soracaklarına emindi. Ama vereceği bir yanıt yoktu. Kafanızın içinden duyduğunuz bir sesi nasıl açıklayabilirsiniz ki? Offlayarak başını arkasındaki duvara yasladı. İçeriden konuşmalar duyulmaya başladı, kalabalıklaşmaya başlamıştı. Köye dönerken Tila ona Sura'nın Büyük Meclisi toplayacağını ve bunun çok önemli olduğunu söylemişti. Ona niye önemli olduğunu sorduğunda, bunu bilmediğini ve yabandaki tüm büyük savaşçıların(Okeanos,Mysreal ve Trestean'ı kastettiğini anlamıştı.) bile Pyugmoo'ya çağırılacağını ve köyde sözü dinlenen bir kaç kişinin daha bu toplantıya çağırılacağını söylemişti.
Henüz gündüz olmamıştı. Neden bu kadar aceleci davranıyorlardı ki, niye sabahı beklememişlerdi. Acaba onu bir tehdit olarak görüp idam mı edeceklerdi, ya da burada ki en büyük ceza neydi acaba, diye düşündü. Belki de kötü bir şey değildir diye düşünürken kapı açıldı ve içeri konuşmaların neden olduğu büyük bir gürültü ve Tila girdi.
Tila ahşap kapıyı kapatırken "Hazırlan seni bekliyorlar. İçeride yoğun bir tartışma var, sana doğru gerilen yaylara şimdiden hazır ol." dedi. Halinden biraz endişeli olduğu belli oluyordu ve biraz penik yapıyordu. Acaba düşündüğü kötü ihtimali mi gerçekleştireceklerdi diye düşünürken "Tamam, umarım kötü bir şey değildir. Daha önce benim gibi öğrenmeden bu yetenekleri kullananlar olmadı mı? Muhakkak olmuştur, onlara da böyle mi davranıldı?" diye sordu.
Tila "Tabii ki oldu. Ama onlar pek de emin insanlar değillerdi. Casuslar, hırsızlar ve katillerdi. Kim oldukları anlaşıldıklarındaysa bazıları hapise atıldı, bazılarıysa," iki, üç saniye duraksadı, "Boşver. Ve tabii bu yetenekleri ilk kullananlar var, onlaraysa Ejderha Tanrı öğretmiş. Ama köydeki bir çok kişi bunun batıl bir inanç olduğunu düşünüyor." dedi.
Burak ayağa kalkarak kapıya ulaştı. Elini kapının kulbuna götürdüğünde Tila "Umarım kötü bir şey olmaz. Senin kötü biri olduğunu düşünmüyorum, yani en azından umuyorum." dedi.
Burak "Bende öyle umuyorum." dedi ve odadan çıktı. Kapının iki yanında iki savaşçı bekliyordu, o önden onlar arkasından devam ettiler. Büyük salona girerken gürültüyü kesip sus pus oldular. Bütün gözleri üzerinde hissetti. Odanın ortasına ulaştığında durdu ve Yüzbaşı'ya döndü. Yüzbaşı taht gibi bir sandalyede oturuyordu ve bir tek sandalyenin arkasında yanan coşkuyla yanan ateşin çatırtıları duyuluyordu. Yüzbaşı ona şaşkınlıkla bakıyordu, onu tartıyor gibiydi. Sağında Sura vardı, o da bir sandalyede oturuyordu, öne eğilmişti ve sağ eliyle çenesini kavramış düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Yüzbaşı'nın solunda Okeanos vardı, kaşları çatıktı. Okeanos'un ve Sura'nın yanlarında oturan Mystreal'in ve Trestean'ın gözleri ona kenetlenmişti. Gözlerinden ne düşündüklerini anlayamıyordu ancak düşmanca bir şey görememişti. Yüzbaşının en sağındaysa(3.sırada, sandalyesi çok az geriye konulmuş) yaşlı bir adam yer alıyordu, onun Uriel olduğunu tahmin etti. Ayrıca Büyük Salon'un sağına ve soluna 2'şer sıra sandalyeler yerleştirilmişti. Köy mensupları ve asker görünüşlü kimseler(rütbeli olduklarını düşündü) oturuyordu. Salonda askerler yer almasaydı büyük bir sorunu olan bir apartmanın yönetici toplantısında bulunduğunu zannedebilirdi.
Uriel gözlüğünü kaldırıp gözlerini kısarak onu inceledi, bir kaç saniye onu süzdükten sonra önündeki sehpahada yer alan rulo edilmiş parşomenlere yönelip bir şey aramaya başladığını gördü. Gözlerini tekrar Sura'ya yöneltti. Acaba onun hakkında ne düşünüyordu. Uriel Mystreal'den yardım isteyip doğruldu ve Yüzbaşı'nın yanına gidip eğilerek kulağına birşeyler fısıldamaya başladı. Neden herkesin önünde söylemiyordu ki? Çevresindeki insanlara baktı. Onlarda gözlerini üzerinden çekmiş Yüzbaşı-Uriel ikilisine odaklanmışlardı. Gözlerini önüne düşürerek beklemeye başladı.
Uriel bir şey söyledi ve duraksadı. Devam ettiğinde Yüzbaşı'nın yere odaklanmış olan gözleri ona yöneldi. Şaşkındı. Uriel söyleyeceği son şeyleri de söylediğinde Trestean'a tutunarak yerine döndü. Yüzbaşı Uriel yerine dönerken sırtını sıvazladı. Uriel oyunda göründüğünden çok daha yaşlıydı. Yüzbaşı doğruldu ve konuşmaya başladı, "Galisa." sesinden oldukça şaşkın olduğu belli oluyordu. "Galisa. İlk geldiğin günden beridir gözümüz üzerindeydi. Kimdin, nereden geldin bilmiyorduk. Sadece Sura'nın daha önce yanılmayan yeteneklerine güveniyorduk. Evlatlarımızın gençliğini verdikleri bir eğitimi bir kaç saatte tamamladın. Hiç bir eğitim almadan hava kılıcın,hamle,üç yönlü kesme ve kılıç çevirme gibi öğrenilmesi en zor yetenekleri kullandın. Nasıl?" bunu soru sormak için sormamıştı, çok şaşkındı. Çevreden büyük bir gürültü yükseldi, bunu nasıl yapabilir, o bir casus, o kurtarıcı gibi şeyler söylüyorlardı birbirlerine. Sura ayağa kalktı ve "Susun!" diye kükredi. Herkes tekrar sus pus oldu.
Yüzbaşı Sura'ya dönerek "Sağol Sura." dedi, "Şimdi hepinizin dikkatle Uriel Bey'in tespitini dikkatle dinlemenizi istiyorum. Buyurun Uriel Bey." dedi ve diğer herkes gibi Uriel'in dudaklarından çıkacakları dikkatle dinlemek için ona doğru döndü. Uriel önündeki parşomenlerden başını kaldırdı, gözlüğünü çıkardı derin bir nefes alırken başını öne eğerek yaşlı ve titrek sesiyle konuşmaya başladı, "Hepiniz Umudun Yeşerdiği Ateş efsanesini bilirsiniz." salondaki insanlar başlarını salladılar, "Bunu uyuyamayan çocuklarımıza, soba kenarında kestane pişirirken ailemize bıkmadan sıkılmadan sürekli anlatırdık, anlatmaya da devam ediyoruz. Ben kabaca ve kısa olarak efsaneyi anlatayım sizlere ve böylelikle burada bulunma sebebini daha iyi anlar. Oğlum korkma, senin kötülüğün için burada toplanmadık." bunu ya ona söylemişti ya da o bir hayaletti ve saydamdı, tam arkasında duran başka birine söylemişti. O tepki vermeden dinlemeye devam etti, Uriel de efsaneyi anlatmaya başladı:"Bir gün bir köz ateş tarafından azad edilir. Ateş suyun üzerinden rehber olan bir geçit taşının üzerine düşer. Köz sönmez. Rüzgar ona arkadaşlık eder, ancak rüzgar haindir. Rüzgar onu kuru yaprakların yanına taşıyabileceğini ve böylece canlılıkla yaşamaya devam edebileceğini söyler. Köz buna çok sevinir ve kabul eder. Rüzgar bir karşılık ister ancak közün verebileceği hiç birşey yoktur. Rüzgar aslında Ejderha Tanrıdır, köz bunu bilmez ve közün aklına bir fikir gelir. Ejderha tanrının halklarını korumaya and içer ve karşılık olarak tüm varlığını ortaya koyar. Ejderha Tanrı bir rüzgar estirir ve suyun üzerindeki taştan kurtarıp, bugün Doyum Paper'da olduğunu tahmin ettiğimiz bir şehrin sınırındaki yaşlı kalın bir ağacın kuru yapraklarla kaplı olan altına bırakıverir. Köz çevresindeki yapraklara yayılıp çatırdayarak Ejderha Tanrı'ya teşekkür eder. O gündüzün gecesi büyük bir yangın çıkar. Tüm köy seferber olur, günler günleri haftalar haftaları kovalar ve ancak söndürülür yangın. Köyden ve büyük ormanlardan geriye hiç birşey kalmamıştır. Sadece kül ve alabildiğine çıplaklık. Yağmur yağmaya başlar, ama ne yağmur. Köylüler yangından bin dertle korudukları evlerinden çıkamazlar, dışarı çıkan göç etmek isteyen su tarafından yutulurmuş. Günler günler, haftalar haftaları ve aylar ayları kovalamış yağmur durmuş. Köy halkı bir bir göç etmeye başlamışlar. Köyde hiç bir kimse kalmayana dek sürmüş bu göç. Son göç eden aile yol kenarında çamurla karışmış olan küllerin arasından bir hareket görürler. Oraya doğru yaklaşırlar. Tekrar kıpırdadığını görürler ve elleriyle kazmaya başlarlar ve küçük bir erkek bebeğiyle karşılaşırlar. Bebeğin göğsünde büyük simsiyah bir yara vardır. Bebeği alırlar ve beslerler. Jinno köyüne geldiklerinde ise tam bir hafta geçmesine rağmen bebek beş altı yaşındaki bir çocuğun görüntüsüne ulaşmıştır ve konuşmayı öğrenmiştir. Bu durumdan korkan aile dönemin Yüzbaşı'sına gider ve başından geçen olayları anlatıp çocuğu ona emanet ederler. Yüzbaşı çocuğu kabul eder ve onu eğitir. Çocuk bedensel gücünü kullanmak istediğini söyler ve bedensel savaşçıların yeteneklerini çok hızlı öğrenir." dedi ve ona baktı, Uriel'in gözlerinden yaşlar akıyordu. Tekrar parşomenlerine eğildi ve efsaneyi anlatmaya devam etti: "ve hızla büyümeye devam eder. Köye gelmesinden itibaren 2 ay geçtiğinde ise yetişkin bir adamın görüntüsünü ve gücünü almıştır. Köyün halkı tarafından Ejderha Tanrı tarafından kutsandığına inanılır. Orduya kabul töreninde ise dönemin bilgini tarafından ona "Roa-Jang" adı verilir. Bu kelime ateşten azad edilen demektir ve kadim dilden günümüze kalan az sayıdaki kelimelerde biridir. Roa-Jang orduya kabul edildiği günden sonra türlü türlü saldırılara katıldı. Köyde nöbette olduğu bir gece düşman ülkenin askerlerinin geldiğini gizlice saldıracaklarını farkeder ve köye dönmez tek başına askerlere karşı koyar tek bir yara almaz. Daha sonra savaş meydanına giden bir gözcü o alanda yüzlerce insanın telef olduğunu söyler, bunu bir yandan kusarak anlatmış. Başka bir gözcü Roa'yı bir ağacın altında bulurlar. Belli dinlenmek için oturmuş ve gözleri doğuya, hareketsiz duruyormuş. Gözcü boynunda bir çift diş izi olduğunu farkeder. Bir yılan dinlenmek için oraya oturmuş olan Roa'yı talihsiz bir şekilde öldürmüş. Ejderha Tanrı'nın gönderdiği uğur böylece o diyardan göçüp gitmiş." dedi ve sustu. Salondaki kimseden çıt çıkmıyordu. Bu arada içinden asla ağaç kenarlarında oturmayacağım diye tekrar ediyordu. Efsanedeki kahramana çok benziyordu. O da suyun üzerindeki bir taşta belirmişti, onunda simsiyah bir yarası vardı. O da bedensel yeteneklerini hızla öğrenmişlerdi, hoş o daha hızlı öğrenmişti, kimse öğretmeden tam dört bedensel yeteneğini kullanmıştı.
Yüzbaşı "Teşekkürler Uriel." dedi, Uriel Amca konuşurken biraz yıpranmıştı, Yüzbaşı Mystreal'e bir bakış atarak onu iyileştirmesini istedi. "Halkım Galisa'yı pek görmediniz. Onu sadece seçilmiş bir kaç kişi,geceleri dışarıda nöbet tutanlar ve gündüz şansı tutanlar görebiliyordu. Size göstermek istemedik. Çünkü şüphelerimiz vardı. Ancak bu gece tüm şüphelerimiz giderildi. Kuşkusuz o bizim Roa'mız. Kuşkusuz o bizim kurtarıcımız. Masallar bir gün gerçek olurmuş, efsaneler bir gün hatırlanmak istermiş." dedi coşkulu bir tonda. Ancak insanlar alkışlamak yerine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Roa bu insanlar arasında bir tür peygamber gibi biri olmalıydı. İnsanlar yanındakine eğiliyor ve fısıltıyla, bu o olamaz, o bizim kurtarıcımız mı yani, pek de cılızmış, bence o kaplanların sayısını abartıyor Suralara güven olmaz, gibi laflar geliyordu kulağına. Sura sert bir şekilde o sözü söyleyen adama baktı, adam suspus kesildi ve beti benzi attı, adamı depocuya benzetti. Bu esnada Yüzbaşı konuşmaya devam etti: "Yeteneklerinin boşa harcanmasını istemiyorum. Kendini bir kez daha kanıtlaman için seni-başıyla Sura'yı işaret ederek- güvenilir bir savaşçıyla yabana gönderiyorum. Yarın akşam yola çıkıyorsunuz." dedi. Buna hazırdı, hatta şimdi yola çıkmak istiyordu, ancak bunu düşünürken uykusuz ve yorgun olduğunu farketti.
Yüzbaşı ve diğer dört savaşçı ayağa kalktı. Yüzbaşı "Toplantı bitmiştir dostlarım. Ejderha Tanrı kahramanımızın yardımcısı olsun!" dedi ve insanlardan büyük bir nida yükseldi, alkışlar, ıslıklar ve tezahüratlar. Şüphesi olanlar dahi alkışlıyordu. Sonuç o bir umuttu, en ufak bir umuda ihtiyacı olan insanlar, başını iki yana salladı, klavyenin başında bütün gün oturmaktan çok daha iyi diye düşündü. İnsanlar Büyük Salon'u terkederken o ne yapacağını bilmiyordu, çadırına mı dönmeliydi yoksa durup onlarla konuşmalı mıydı bilmiyordu. Yüzbaşı ve dört büyük savaşçı Uriel'in çevresinde halka oluşturmuşlar hareretli bir şey tartışıyorlardı. Yanlarına yaklaştı.
Trestean başını çevirip diğerlerine "Susun o geliyor!" dedi. Yanlarına geldiğinde kimse konuşmuyordu. Sura yan gözle ona bakıyordu. Daha bir şey diyememişti ki Mystreal onu kolundan tutup gruptan uzaklaştırdı, Mystreal "Artık dinlenmelisin. Büyülerimden birisini kullanarak yarın akşama kadar deliksiz bir uyku uyuyacaksın, böylece uzun bir süre uykusuz ve zinde durabilirsin." dedi, bunu seve seve kabul edebilirdi ancak Trestean'ın paniklemesinden birşey anlayamamıştı. Konak'tan ayrılan insanlar henüz evlerine gitmemişler sağda solda ve sokak köşelerine konuş küçük sandalyelere oturmuş konuşuyorlardı. Ellerinde bir tek çekirdek eksik diye düşündü. Çadıra ulaştılar, zırhını çıkarıp temizlenmeye bile hali olmadığından öylece yatağa girdi. Mystreal şakaklarını sağ eliyle kavradı ve ninni gibi birşey söylemye başladı. Uyumadan önce tek hatırlayabildiği Mystreal'in anaç mavi gözleriydi.
Uyandığı gibi her yanını bir heyecan sarmıştı. Metin2 dünyasında kasmak diye bir tabir yoktu sadece yeterliliğin tesbit edilip ona göre görevlerin veriliyordu. Bu akşam surayla yola çıkacaktı. Nereye gidecekti, ne yapacaktı bilmiyordu. Yatağında fırladı, koltuk altları ve vücudu kokuyordu, yola çıkmadan önce bir duş almalıyım diye düşünürken yatağının önündeki eşyalarını koyduğu sehpahanın üstünde dün akşam bıraktığı eşyalar yerine başka eşyaların yer aldığını gördü. Yakınlaştı, karanlık olduğu için ancak siluetlerini görebiliyordu ancak neye dokunduğunu az çok tahmin edebiliyordu. Bir siyah çeliğe incelediğine yemin edebilirdi, sevinçten yerinde duramıyordu. Oyunda bu zırhı giymek için o kadar çok uğraşmıştı ki. Şimdiyse o zırh somut olarak ellerinin altındaydı. Zırhın keşiş plakadan daha hafif olduğunu farketti. Daha rahat incelemek için zırhı bırakıp bir kandil yaktı ve sehpahanın tepesindeki bir kirişe astı. Zırha eğildi ve incelemeye başladı. Simsiyahtı ve kandilin verdiği ışıkla cilası parıldıyordu. Zırhta hiç bir sıyrık yoktu, yepyeniydi. Siyah çelik zırhın o kadar çok ayrıntısı vardı ki onu giydiğinde bir tür cyborg gibi görüneceğine emindi, zırh bütün vücudunu saracak sadece başı açıkta kalacaktı. Hemen hazırlanmalıydı, akşam olmuştu ve köyden ne zaman çıkacakları belirsizdi. Banyo yapmak için o geniş leğeni hazırladı ve banyo yapmaya başladı. Halk onu şu an Matrix'deki Neo ya da Harry Potter gibi bir tür Seçilmiş Kişi olarak görüyor olmalıydı. "Sahiden de öyle miyim?" diye fısıldayarak kendi kendine sordu.
Kurulandıktan sonra zırhın altına giyeceklerini yatağına dizdi. Çöle mi gideceklerdi yoksa Sohan Dağı'na mı bilmiyordu. "En iyisi her zamanki giydiklerimi giyeyim." dedi ve giyinmeye başladı, çıkmadan yanına da süveter alacaktı, ne olur ne olmaz diye düşündü. Giyindikten sonra sehpahanın önüne geldi ve çelik zırhı açmak için kenarlarında bulunan ince metal plakaları çözdü, patenlerdekilere benziyordu. Zırhın iç kısmı bir kumaşla kaplanmış, böylece zırhın sertliği iç kısımdan hissedilmiyordu. Eliyle inceledi, kadifeye benziyordu rengi simsiyahtı. Zırhın göğüs kısmını kavrayıp yatağına bıraktı. Sırt kısmını aldı ve arkasını çevirdi, sırt kısmının altında potların konulduğu kısımın yanında üç başka hazne vardı ve iki tane kristale benzeyen bir tane de turuncu renkli taş kandilin ışığında parlıyordu. Aklında bir tekrar etti, hiç şüphe yoktu ki kristale benzeyenler korunma taşı ve savunma taşı olmalıydı diğeriyse büyük ihtimal hız taşıydı. Zırhın sırt kısmını da kavradı ve yatağına bıraktı. Zırhı ayakkabı ve bacak kısımlarından giymeye başladı. Sırt ve göğüs kısımlarını da giydikten sonra keşke bir aynada kendimi görebilsem diye düşündü. Artık hazırdı Konak'a gidebilirdi, kandile doğru ilerledi tam tutacaktı ki ayağı bir şeye takıldı, eğilip bunun bir silahın kını olduğunu farketti, zırhı getiren bir şekilde yere düşürmüş olmalıydı. Silahı kabzasından kavrayarak sert bir şekilde çekti. Kılıç genişti ve kandilin ışığında mavi mavi parıldıyordu. Kılıcı yana yatırdı ve kandilin ışığında kılıcın üstünde bir kadının masmavi silueti aydınlandı. Bu bir su perisi kılıcıydı. Kılıç hareket ettikçe içindeki su da hareket ediyordu. Tıpkı dış katmanında bir miktar sıvı bulunan şeffaf bardaklardaki gibiydi. Kılıcı incelemek içi duraksamadı ve kılıcı kınına yerleştirip zırhın yanında bulunan bir askıya astı. Sehpahanın yanında bulunan iksirleride zırhın arkasında yer alan kısımlara yerleştirdi. Hazırdı. Kandili söndürüp çadırdan çıktı.
Konağa girerken hemen çıkışında iki tane zırhlı at gördü. Başlarında da bir adamın onlara bekçilik yaptığını gördü. Adamın yanından geçip konağa girerken adamın ona selam durduğunu farketti, bu ürkütücü derecede güzel bir duyguydu, saygınlık. Konağın girişinin dışına iki meşale konuşmuştu, ikiside coşkuyla yanıyordu. Meşalelerin yanında geçerken zırhındaki yansımaları seyretti, siyah çelik giymek harikaydı. Konağın merdivenlerinden çıktı, nöbetçiler selam durdular ve biri kapıyı açıp onu içeriye buyur etti. İçeri girdiğinde dört büyük savaşçının ve Yüzbaşı'nın büyük bir masaya eğildiklerini biraz daha yaklaşınca haritalar üzerinde tartıştıklarını farketti.
Okeanos "Oradan henüz bir ay önce geçmiştim. Hiç bir farklılık yok orada değil." dedi, sonra onun yaklaştığını gördü, "Bakın kim gelmiş, hoş geldin Galisa." dedi ve uzanıp elini sıktı. Bu samimiyet artık onlardan biri olduğunun göstergesiydi. Okeanos'tan sonra diğerleri de elini sıktı ve onlar da hoşgeldin dediler. Sura ona garip bakıyordu, sanki uzun zamandır arkadaşıymışta bir espri bir hareket yapmasını bekliyormuş gibiydi. Önündeki günlerin eğlenceli geçeceğini düşündü ve tartışmalarına katıldı. Haritalar oyundakilere benzemiyordu. Oldukça büyük ve ayrıntıyla doluydular. Diğerleri yapacakları operasyonun güzergahlarını belirlerlerken o da eski bir haritayı farketti, onu diğer haritaların altından çıkardı ve incelemeye başladı. Çok fazla yön oku ve çok fazla geri çekilme vardı, düşman çok fazlaydı. Ancak bu tam da onun uzmanlık alanına giriyordu. Çok küçük yaşlarından beri stratejiye merak salmıştı. Yıllar önce arkadaşları tasolarla sokaklarda oyunlar oynarken o tasoları biriktirir ve birer askeri birliği simgelediklerini düşünür okey taşlarıyla simgelenmiş düşman askerleriyle çatıştırırdı(bu gerçektir, ben küçük iken yapardım ). Geri çekilirken iki şey göz önüne alınmalıydı, birincisi az kayıp verip mi geri çekileceksiniz yoksa karşınızdakine çok kayıp verdirerek mi geri çekileceksiniz. İki stratejiyi de gözü kapalı uygulayabilirdi. Onun o eski haritayı incelediğini gören Yüzbaşı yanına geldi ve "Büyük Savaş." parmağıyla geri çekilme oklarını gösterdi "Oldukça fazla kayıp verdik, yenileceğimiz belliydi. Sura fazla zarar görmemizi engelledi, düşmanı tek başına oyaladı. O olmasaydı birlikleri toparlayıp karşı saldırıya geçemezdik." dedi ve başını iki yana salladı. Bu Büyük Savaş hakkında daha fazla bilgi istiyordu, kimlerle savaşılmıştı, niçin savaşılmıştı. Shinsoo ve Chunjo mu saldırmıştı, ya da başka bir güç müydü? O anda Sura'nın ona baktığını ve kafasındaki bu soruları daha sonra yanıtlayacağını anladı.
Yüzbaşı "Toparlanın dostlarım. Galisa ve Sura iki yıldır takip ettiğimiz kaçak Karanlık Lider'in peşine düşeceksiniz. Sura sana gerekli bilgileri verecektir. Mystreal sende Trestean ve Okeanos ile yola çık. Yapmanız gerekenleri biliyorsunuz. Ve Galisa. Farkındayız, seninle yeterince ilgilenemiyoruz, bu nedenle eminim önemini kavrayabilmiş değilsin. Kim olduğunu bu görev sayesinde anlayacağını umuyorum. Hadi yolunuz açık olsun." dedi ve beş büyük savaşçı konaktan ayrıldı. Trestean,Okeanos ve Mystreal markete doğru devam ettiler, seyise gidiyor olmalıydılar. Sura atına bindi ve şimdi bir şeyi farketmişti. At sürmeyi bilmiyordu. Ne kadar zor olabilir ki diyerek atın sırtına oturdu. Sura köyün kuzey tarafından çıkacaklarını söyledi ve Sura önden o arkadan atların sakin adımlarıyla yola koyuldular.
Atı kullanmak o kadar da zor değildi. Köyden sonra geçtikleri büyük bir orman boyunca üstünden düşmeden seyahat etmeyi başardı. Sağa çekince başına sağa döndürüyor, hareketlenmesi için onu ses ve bacak hareketleriyle motive etmesi gerekiyordu. Ormandan sonra ulaştıkları açıklığa gelince kendini deneme amaçlı hızlı sürmeye başlayınca işler yolunda gitmedi ve attan düştü, zırh sayesinde bir yeri incinmemişti. Bu olay yaklaşık 8-9 saat öncesiydi. Şu an gün doğmuş ve bir gölün kenarında kahvaltı yapmak için duraklamışlardı. Sura beş dakika önce yakacak odun toplamak ve etrafa göz atmak için atından inip gölün çevresindeki sık ormana girmişti. Burak da eline yassı taşlar alıp onları sektiriyor bir yandan da Karanlık Lider'le nasıl başa çıkabileceklerini düşünüyordu. Dönüşüm küresi lazımdı bir kere ya da öfkesi ve hava kılıcı perfect olan, şebnem kullanan, kritik veren itemler takan ve şaman bonuslarıyla donanmış olan bir bedensel savaşçı yeterliydi, eh tabii oyunda. O bunları düşünürken kendini metin2 dünyasına kaptırdığını farketti, buradan kurtulmaya çalışmalıydı uyum sağlamaya değil.
Yanıtla #5
« : Ağustos 04, 2011, 01:13:21 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Sura kurumuş yapraklara basa basa atları bağladıkları büyük ağacın kenarına geldi ve koluna özenle sıraladığı kuru dalları ayağının dibine bıraktı. Sura onun taş sektirdiğini farkedince kaşlarını çattı ve "Galisa, gölden uzak durmalısın. Karanlık lider, nasıl desem, tahmin ettiğin sıradan bir düşman değil. Yetenekleri ve casusları var. Nerede olduğumuzu öğrenirse ya daha uzağa kaçar ya da bize pusu kurar. Her iki olasılığı da istemeyiz değil mi?" dedi ve birkaç büyülü söz söyleyip ateşi yakacakken duraksadı, "Galisa gel buraya." dedi. Taşları zaten bırakmıştı, gölü seyrediyordu. Sura'ya döndü ve yanına gitti.
Sura "Ben her zaman yanında olmayacağım ve belki bu seyahatten tek başına dönebilirsin. Yaşam demek ateş demektir. Ateş sayesinde geceleri vahşi hayvanlardan
korunabilir, kendini ısıtabilir, düşmanını yanıltabilir ve yiyeceğini pişirebilirsin." dedi. Sözünü kesmeye cesareti olmadığından sözünü bitirmesini beklemişti.
Burak "Efendim, anlayamadım. Nasıl yani tek başıma dönmem gerekirse. Ben size son derece güveniyorum. Ne olursa olsun yıkılmayacağınıza adım gibi eminim." dedi, hakikaten anlayamıyordu, Sura o kadar fedakar bir adam gibi söylemişti ki az önce söylediklerini boğazında bir düğüm oluşmuştu. Sura ona öyle bakıyordu ki yolda bir kazık görse ona batmasın diye kazığa göğsünü geçirebilecek derecede bir fedakarlıkla. Bu delice bir düşünceydi. Sura ayaklarının dibindeki kuru dallara daldı gitti. Birden konuşmaya başladı:"Toplantı sırasında Uriel halkın moralini bozmamak adına Roa Efsanesi'ni eksik anlattı. Roa henüz güçlerini öğrenirken ona göz kulak olan bir adam varmış.,iii, O adam köyün en güçlüsüymüş ve köyü bir çok akından korumuş. Roa ilk görevine çıktığında o adam hakkında anlatılmayacak bir şey olmuş. Halk ondan korkar olmuş ve keşke ölseydi demişler ve ... o da suraymış." dedi. Acaba ne olmuştur diye içinden tahmin etmeye çalışırken Sura "Bu olayı dönemin bilgini Kadim Kitap'a yazmış. Ancak bunların hepsi masaldan ibaret. Şimdiye kadar her şeyin birebir yaşandığını göz önüne alsak bile sadece masaldan ibaretler." dedi, üzgün olduğu moralinin bozuk olduğu sesinden belli oluyordu. Konuyu dağıtmak adına ona bir soru sordu:"Efendim, yalnız başımıza olduğumuzda ya da bir kaç kişi olduğumuzda düşüncelerime rahatlıkla tepki verebiliyorsunuz ancak kalabalık bir ortamdayken bunu yapamadığınızı farkettim, neden?"
Sura "Eğer böyle bir yeteneğin olsaydı ve zihnini düşünceleri duymak amacıyla açsaydın ortamda bulunan herkesin düşüncelerinin laf kalabalığında başka birşey ifade etmediğini anlardın, gürültüden başka bir şey duyulmuyor çünkü." dedi ve kuru dalların üzerine çömelerek devam etti: "Az önce söylediğim gibi ateş çok fazla işe yarar ancak tek başına kaldığın zaman da ateş yakabilmelisin. Avcılık yaparken kullanacağın bıçağını çıkart bakalım." dedi, Burak da ona söyleneni yaptı. Sura da yakınlarda bulunan kuru yapraklardan bir kaç avuç alarak üst üste yığdı ve devam etti:"Bıçağının kenarıyla zırhının sol ve sağ alt kısımlarının arka kısımlarını kullanarak ıslak da olsa kuru da olsa rahatlıkla kıvılcım çıkartabilirsin. Hadi dene." dedi, o da eğildi sağ bacağının üstündeki metali kaldırdı ve alt kısımlarına bıçağı sürttü, oldukça fazla kıvılcım oluşuyordu, zırhı çakmak taşına rakip olabilirdi. "Şimdi o kıvılcımları yapraklara yönelterek bir kaç tanesinin yapraklara gelmesini sağla ve dikkat edeceğin nokta, kıvılcımlar yapraklara isabet ettiğinde ve küçük bir duman gördüğünde hemen yaprakları avucuna al ve nefesinle oluşan koru canlı tutmaya çalış. Hadi dene." dedi, resmen çakmaksız kibritsiz ateş yakacağım diye düşündü. Sura'nın dediği gibi yaptı ve bir süre sonra yapraktan küçük küçük duman gelmeye başladı, avucuna alıp nefesiyle besledi. İçindeki kor canlandığında refleks olarak küçük kuru dal parçalarıyla yaptığı küçük ateşi besleyerek avucundakileri yere koydu. Sura onu tebrik etti ve ateşi canlı tutmasını söyleyip ormana avlanmak için girdi. Kısa süre sonra elinde 4-5 tane tanımadığı bir cinsten kuşla geri döndü. Onları pişirip yedikten sonra ateşi söndürüp atlarına su verdiler. 10-15 dakika kadar atlara bakım yaptıktan sonra yola koyuldular. Bu esnada onları izleyen onlarca çift gözden haberleri yoktu.
Burak ve Sura yaptıkları kahvaltıdan uzun zaman geçmemişti ki ormanın arkalarında bıraktıkları kısmından dumanlar geldiğini gördüler. Sura kaşlarını çattı ve lanet okudu. Burak onun solundaydı ve çok korkmuştu. Korkmasına duman sebep olmamıştı. Sura lanet okuduğunda değişik pençeli sol kolunda derin geniş siyahlıklar oluşup saniyeler içinde yokolmuştu. Sura onun korktuğunu farkedip "Korkmanı gerektirecek birşey yok, kendimi kaybetmem. Ancak kendimi kaybettirecek bir şeyle karşı karşıya olabiliriz. Karanlık Lider'in bazı yardımcıları ormanda bazı yerlerde yangınlar çıkartır ve o ateşi söndürmek için gelen insanlara iyi,kötü,yaşlı, çocuk demeden saldırırlardı ve aklından geçemeyecek şeyler yaparlardı. Bu yüzden onlara karşı kin besliyorum. Ancak şanslılar yanımda sen varsın onlara saldırmayacağız."
Burak "Ama efendim, ben size sonuna kadar yardımcı olurum ya da hiç bir şey yapmam bir yerde saklanırım." dedi, savaşmak istiyordu.
Sura dumanı süzmeye devam ediyordu "Onların yöntemlerini aklından bile geçiremezsin. Beni oyalayıp sana saldırabilirler veyahut bir casusla senin kim olduğunu biliyor olabilirler, beni oyalayıp seni kaçırabilirler. Emin ol burada ben olsam bile bunu yapabilirler. Burada ayrılıyoruz. Yüklerini atın üstünde bırak. Atları salacağız. Yürüyerek devam edeceğiz." dedi. Burak onun dediklerini yaptı, sadece yanına aldığı yolluğunu aldı ve atının başını okşayarak sırtına bir tokat attı, at koşarak ormanda kayboldu. Sura da atından indi, gözü hala dumanın geldiği yerdeydi. Atın başını okşadı, bir kaç söz söyledi ve at kişneyerek şaha kalktı. Sura "Ejderha Tanrı'ya emanet ol." dedi, at tekrar kişneyerek ormana doğru koştu, bir süre sonra o da gözden kayboldu. Sura hala Dumanın geldiği yeri gözlüyordu. Sol kolunu dumanın geldiği yere yöneltti ve gözlerini yumdu. Sağ kolunu kaldırmaya başladı, sanki istemsiz bir şekilde hareket ediyormuş gibiydi ve şimdi iki kolu da birbirine paralel duruyordu. Gözlerini açtı ve konuşmaya başladı:" Tam da tahmin ettiğim gibi, bir yangın çıkarmışlar ve ağaçların arasına,çukurlara,ağaçların tepelerine saklanıp pusu kurmuşlar. Yaklaşık üç yüz kişiler, üç yüz kişiden fazlalar ama az değiller. Şimdi nereye gideceğimizi biliyorum. Karanlık Lider bizim burada olduğumuzu biliyor ve şimdi bende köyümüzde bir casusun olduğunu biliyorum." dedi ve elini zırhının arkasında bulunan iksirlerin yer aldığı kısıma uzatarak mor iksiri kavradı. Bir kaç yudum aldıktan sonra ona da on yudum içmesini istedi. İksirleri içtikten ve düzgünce yerleştirdikten sonra dumanın geldiği yerin aksi doğrultusunda hızla ilerlemeye başladılar.
İki gündür çok kısa molalar vererek yürümeye devam ediyorlardı. Burak henüz başlarda yorulmaya başladığından dolayı daha fazla uzaklaşmalarından önce öfkesini açıp devam etmişti yola. Sık ormanın içinden geçerken yer yer açıklıklardan geçmeleri gerekiyordu, onlarda açıklığa çıkmadan ağaçların arasından geçiyorlardı. Yaklaşık yirmi dakikada bir Sura yüksek bir yere çıkıyor ve koluyla yön tayin ediyordu. Bu ormanda o olmasaydı kesinlikle kaybolabilirdi veya Sura sol kolu olmasaydı kaybolabilirlerdi. İkinci günün sonlarına doğru Sura uzun zaman önce devrilmiş olduğu belli olan büyük bir ağacın üzerine oturarak "Onlarla arayı fazlasıyla aştık, nerede olduğumuzu bilmiyorlar. Onlar izimizi sürmeden önce hızlıca bir manevra yapıp onlar daha bunun farkına varmadan baskın yapacağız. Ancak şimdi yeterince yürüdük, dinlenmeliyiz. Şimdi bir mesken inşa edip bu gece burada konaklayalım. İskeleti oluşturmak için sen şu boyutlarda-sağ eliyle iki parmak kalınlığında olması gerektiğini gösterdi- ve bir adam uzunluğunda küçük dallarından ve yapraklarından arındıracağın dallar bulmanı istiyorum ve acele et. Ben de ormana girip hem avlanacağım hem de çatı için geniş yapraklı ağaçlardan dallar toplayacağım." dedi ve kalkarak hızlıca ormana doğru koşturmaya başladı. Bu esnada o da zaten bir ağacın yanına gitmiş ve uzun dallarını su perisiyle budamaya başlamıştı. Ağacı çıplak bırakmamak adına başka ağaçlardan da kesiyordu. Dalları üst üste dizip yapraklarından ve küçük dallarından arındıracağı sırada ormandan ürkütücü bir kükreme duydu. Sonrasında kızgın birinin seslerini duydu. Kılıcını çekti öfkesini açtı ve hızla sesin kaynağına doğru koşmaya başladı. Çok geçmeden ağaçların arasında ona doğru koşan Sura'yı gördü. "Efendim ne oldu, o kükremeler de neyin nesiydi?" diye sordu. Bir yandan da Sura'nın geldiği yere bakıyordu, birinin gelmesini bekliyordu ancak karanlık olduğundan pek bir şey görülmüyordu, gözlerini kısıp bir şey seçmeyi beklerken Sura konuştu: "Korkulacak bir durum yok. O kükreme Bera'dan geliyordu. Yıllar önce onunla dost olduk ve artık köyümüze ve Jinnolulara rahatsızlık vermiyor. Bu alanlarda yaşadığını biliyordum ancak birden arkamda belirince ve o da beni arkam dönük olduğu için tanıyamayınca garip bir olay yaşadık. Neyse ki kimse yaralanmadı ve o gitti. Bize yardım edecek. Biz uyurken o da ayıları organize edip çevremizde bir savunma dairesi çekecek. Ancak Karanlık Lider'in adamlarına karşı pek de iyi koruma sağlamasalarda onlar gelirlerse haberimiz olacak. Ayılar az önce de duyduğun gibi çok yüksek ses çıkarırlar. Sen ne yaptın dal işini hallettin mi?" diye sordu.
"Evet efendim. Yaprakları temizliyordum." dedi Burak.
"Güzel. Atları bırakmadan önce yediğimiz türden kuşlardan buralarda çok var. İstersen başka cinste avlayabilirim." diye sordu. Sura onun efsanedeki gibi bir kahraman olduğunu öğrenmesinden sonra ona daha bir saygıyla daha bir arkadaşçıl davranıyordu.
Burak "Benim için farketmez efendim. Siz ne yakalarsanız birlikte yeriz."
"Tamam. Hadi bakalım sen işine koyul kısa bir süre sonra gelirim. Ayı görürsen saldırma."
"Tamam efendim." dedi ve kamp yapacakları yere doğru koşmaya başladı. Dalları yapraklardan temizledi ve bir çadır kurmak için uygun doğrultularda yerleştirdi. Sura da yanında bir kaç tane kuş ve bol yapraklı ağaç dallarıyla geri döndü. Barınaklarını tamamladıktan sonra ateş yakıp yemek yediler ve yattılar.
Sabaha kadar hiç bir ayı kükremesi duymadan uyudular. Uyandıklarında kurdukları meskeni yıkıp yola koyuldular. İzlerini kaybettirdiklerine inanıyorlardı ancak yanılıyorlardı. Çok sık otların bulunduğu bir yere geldiler. Sura önden Burak arkadan yürümeye devam ettiler. Burak iki de bir bir şeylere basıyor, kayıyor yalpalıyor, son anda attığı adımlarla düşmekten kurtuluyordu. Tam Sura'ya seslenecekti ki Sura arkasını döndü ve sol eliyle sus işareti yaptı. Ona döndü, silahını çıkarmıştı. Neler oluyor böyle düşünürken Sura onun arkasındaki otları kılıcıyla biçti, uzun otların bazıları yere düşerken bazıları kanlı, deşilmiş geniş bacakların kolların, ayı kafalarının üzerine düşüyordu. O anda içini bir kızgınlık kapladı. O hayvanların hiç bir suçu yoktu. Onlar gece rahat uyusun diye kendilerini bilmeden ölüme sürmüşlerdi. Su perisini çıkardı. Peride bir şey dikkatini çekti. Kılıçtaki Su Perisi de kızgındı, kaşlarını çatmıştı. Kılıç canlıydı. Sura tekrar ses çıkarmaması için işaret etti ve otların arasında ilerlemeye devam etti. Yaklaşık beş dakika boyunca tüm duyuları tetikte yürüdüler. Sura durdu. İşaret ederek sırt sırta gelmelerini istedi. Söyleneni yaptı. Arkasına dönerken dalların hareket ettiğini ve o baktığı an durduğunu gördüğünü sandı. Milisaniyelik bir olaydı. Burak sadece Sura'nın duyabileceğinden emin olduğu için düşünerek bir mesaj göndermeye karar verdi:"Resmen ortalarındayız ve onları göremem o kadar can sıkıcı ki. Bir plan kuralım. Sen korumanı aç, elinden geldiğince genişlet bu korumayı ben bir şekilde o korumanın içine girmeye çalışacağım ve var gücümüzle koşmaya başlayacağız. Buradan başka her hangi bir yer buradan iyidir. Onaylıyorsan şimdi "hı,hı" de" .
Sura çok kısık bir sesle "Sen delisin. Ama haklısın.Korumamı açtığım zaman senden sadece karanlık korumanın sahibine hükmettiğini düşünmeni istiyorum, ancak bu yolla girebilirsin." dedi.
Ancak işler planladıkları gibi gitmeyecekti. Orada Karanlık Lider'den ya da metin2 dünyasında karşılaşacabilecekleri en kudretli canlıdan daha kudretli biri vardı: Karanlık Koruma'nın ilk sahibi.
O onların uyandıklarını farkettiğinde gülümsemesine engel olamadı. Başlarına gelecek şeylerden haberleri yoktu. Ne istediğini biliyordu. Onu engelleyemezlerdi.
O emirine girerek hayatlarını geri kazanan adamlarına emir vererek saldırmalarını emretti.
Sura ve Burak ağaçların arasında yavaşça adımlayarak ilerlerken ağaçların arasında savaş naraları atan insanların seslerini duydular. Burak hemen kılıcını kaldırdı ve rüzgara hükmettiğine odaklanarak kılıcını bütün gücüyle hızla indirirken kaslarının kasılmasından dolayı bir çığlık attı, hava kılıcını açmıştı. Sura da o kadar derinden bir öfkeyle açmıştı ki ateş hayaletini büyü dolayısıyla oluşan kürelerin ona da çarpacağından korkarak Sura'nın yanında savunma pozisyonunu korumaya devam etti. Savaş çığlığı atan insanlar henüz görülmemişlerdi. Ancak her yönden koştuklarını duyabiliyordu. Sura "Çok fazlalar. Korumayı açıyorum, odaklanmaya hazır ol!" diye kükredi. O kadar öfkeliydi ki. Burak tarihte sürekli böylesine kahraman savaşçılar az sayıda ve çaresiz anlarında basılarak haklandıklarını okumuştu. Keşke azıcık cesaretleri olsa diye düşünürken Sura ondan iki adım uzaklaştı ve sol elini göğsüne değdirip sağ elini büyüye destek olması için göğsüne yaklaştırarak karanlık korumayı açacak büyülü sözleri söyledi. Sura'ya bir akşam yemeği sırasında karanlık koruma açılırken niye sol elini göğsüne bastırdığını sormuştu. Sura da o sırada büyülü sözleri söylerken sol koluyla da ruhunu kavradığını ve genişlettiğini söylemişti. Karanlık Koruma suranın ruhunun bir kısmıydı yani demişti o da.
Sura karanlık korumayı açtığı gibi çığlık atarak kılıcını elinden fırlattı ve ellerini başına koydu, acıdan yakarıyordu. Burak olduğu yerde donmuş, ne yapacağını bilmez halde bir Sura'ya birde adamların gelmesi muhtemel yerlere bakıyordu. Karanlık korumada her zaman görünen kafatası şeklindeki şeklin yerine başka bir şey vardı. Bir yüz, insan yüzü değildi, insan diyemezdi, çok kaba ve çok çirkindi. Kahkaha atıyordu. Sura başını tutarak yakarmaya, çığlık atmaya devam ediyordu. Yanlarındaki ağaçta yuva yapmış olan kuşlar ürkerek uzaklaştılar.
O kaba şekil konuştu: "Kim olduğumu biliyorsun. Ne yapacağımı da biliyorsun." diyerek kahkaha attı.
Sura Burak'a acıyla bakıp gözlerini zar zor açarak:"Galisa öldür beni. Hemen öldür beni. O adamlar gelmeden benim canımı al. Beni götürecekler şey olmazsa. Vücudumu kontrol edebilsem bunu kendim yapardım." dedi, onun öylece kalakaldığını görünce kızgınlık ve acıyla "Al kılıcını eline ve hemen kalbimi deş. Neler olabileceğini bilmiyorsun." dedi.
Burak ne yapacağını bilmiyordu, Sura'yı asla öldüremezdi. O onu bu zamana kadar korumuş, kollamış ve savunmuştu. Onu ne derse desin öldüremezdi. Bunu ona o konuşan şey yaptırıyor olmalıydı. Onu nasıl yeneceğini bilmediği için Sura'nın söylediklerine kulak asmadan üzüntüyle ona sırtını döndü ve sık otların arasından görünen adamların icabına bakmak için hazırlandı.
Bunlar biraz rüzgar askerlerine benziyordu, biraz da mistik savaşçılarına. İrileri de vardı zayıf çelimsizlerde. Ancak tek ortak özellikleri onu öldürmek için ellerinden geleni yapacaklarını anladığı kızgın gözleri vardı. İçinden Ejderha Tanrı'ya artık alışkanlık haline getirdiği yeminleri ve duaları tekrarladı. Daha rahat olduğunu hissettiğinde Ejderha Tanrı'nın dualarını kabul ettiğini anladı. Kılıcını daha bir sertçe kavradı ve gelenlerin üzerine öfkeyle koşmaya başladı. İlk gelen iki kişiyi kılıç çevirme yeteneğini kullanarak etkisiz hale getirdi. Ancak acayip bir şey karşılaştı. Öldürdüğü adamlardan biri elindeki uzun bir bıçakla ona tam vuracakken bıçak zırha değmeden adamın eli seğirdi ve vuramadı. Biraz tebessüm ederek "Miss" diye fısıldadı ve gelenlere doğru koşmak yerine onların gelmesini bekledi. Arkasına baktığında gelenlerin olduğunu gördü ve karşılamak üzere geldiği yerdende bir hayli gelenler vardı. Etrafları sarılmak üzereydi. Ancak başka çaresi yoktu. Kaçamazdı. Sura'nın yanına doğru gerileyerek onların biraz daha yaklaşmalarına izin verdi. Sura'nın ölüm isteklerine kulak asmamak ve Sura'yı o halde görmek çok acı verici bir şeydi. Adamlar etraflarını sarmaya ve arka arkaya dizilmeye devam ederken Sura'nın bir başka sesle konuştuğunu sonra da kendi sesiyle tekrar konuştuğunu duydu, hep söylediği şeyi tekrar söyledi "Dediğimi yap. Sana emrediyorum. Öldür beni!" diyerek çığlık attı ve bayıldı. Çevresindeki karanlık koruma da kapandı. Burak arkasında Sura'nın baygın bedeniyle karşısındaki yüzlerce yabani insanla başbaşa kalmıştı. Ejderha Tanrı'nın yanında olması yetmeyecek gibiydi. Öfkesini tekrar açarken daha sert bir şekilde savaş narası attı. Karşısındaki düşmanlar dalga dalga gelmeye devam başlarken annesini düşündü, onu özlemişti. Ölmemeliydi.
Elinden gelen tüm çabuklukla üzerine gelen kılıçları su perisiyle topluca engelliyor, septiriyordu. Bazen tam zırhına değecek olan kılıç son anda yön değiştiriyor oyun tabiriyle "Miss" yiyordu. Onlarca adamın kılıç hamlelerini engellerken bir yandan da düşünüyordu. Sahip olduğu savunma sayesinde ona zarar veremiyorlardı. Aralarına girip kılıçlarını savurmak yerine vücutlarına saldırmayı daha mantıklı buldu. Etkisini yitirdiğinden dolayı hava kılıcını tekrar açtı. Bu esnada onlarca kişi adeta küçük çocuklar gibi ses çıkarmak amacıyla zırhına kılıçlarıyla vurmaya başladı, ancak bir zarar veremediklerini anladıkları anda kaçamadan Galisa tarafından biçildiler. Dalga dalga geliyorlardı. Az önce kullandığı kılıç çevirmeyi tekrar kullanamayacağını biliyordu, beklemeden tekrar kullanmanın bir sakıncası olabileceğini düşündü. Gelenlere üçlü kesme yapıp hamleyi etrafını sardıktan sonra uygulayacaktı. Arkasına baktığında suranın kenarında bulunduğu ağacın sağından ve solundan oluk oluk adam geliyordu. Sura hareketsiz yattığı için öldüğünü düşünüyor olmalıydılar. O arkasına bakarken arkadan onlarca kişi aniden yanında bitmiş bir kılıç zırhının sol bacağında bulunan kısmının kenarından sokuldu ve etinin derinlerine indi, kılıcı kemiğinde hissetmişti. Kılıcın sahibini sakat bırakıp kılıcı bacağından bin zahmet ve acıyla çekip bir kenara attı. Çok kan akıyordu. Saldırıları savuşturmaya devam etmek zorundaydı ancak böylesine çok kan kaybetmesi onu yavaşlatmıştı ve dizleri titremeye başlamıştı. Sura’nın kıpırdadığını gördü ama hiç ona saldıranlara fark ettirmedi, ona saldıranlar sadece ona hamle yapmaya konsantre olmuş gibi duruyorlardı. Dikkati başka yöne çekmek için bir grup askerin üzerine “hamle” yaptı. Onlarca adam geriye düştü ve hamlesiyle birebir temas edenler oracıkta can verdi, bunun olmasını o da istemezdi ancak hayatını kurtarmak için bunu yapması gerekiyordu. Açılan boşluktan ormanın derinliklerine doğru sakat bacağıyla tökezleyerek ilerlemeye başladı. Onu takip etmeye başladılar. Ara sıra yanına kadar geliyor ve kılıçla hamle yapamadan o kılıcıyla ona saldıranı sakat bırakıyordu. Geriye baktığında ona doğru gelmekte olan adamların arasından Sura’nın ayağa kalktığını gördü, başını tutuyordu. Umarım hemen ormana girer ve izini kaybettirir diye düşünürken o eline kılıcını dahi almadan ona doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Bacağından hala çok fazla kan kaybediyordu. Duraksadı, sağ elindeki periyle son anda solundan gelen bir kılıcın göğsüne saplanmasını engelledi. Sağ eliyle savuşturmaya devam etti. Sol eliyle zırhının arkasındaki potları koydukları kısmı yokladı, kırmızı pot şişesini bulup kapağını çıkartıp birkaç yudum aldı. Biraz da yaranın üstüne döktü. Pansuman yapmalıydı ancak duramazdı. O esnada adamların davranışlarında bir değişiklik olmaya başlamıştı. Saldırmayı bıraktılar. Sura yavaş adımlarla yanına geliyordu, adamlar ona yol verdi ve Sura yanlarından geçti, adamlar ona saldırmamışlardı ve korkuyla bakıyorlardı. Sura tam karşısında durdu. Gözleri kapalıydı.
Gözlerini açtı ve ona sertçe baktı. Göz rengi değişmişti. Simsiyahtı ve hiç beyazlık yoktu. İğrenç bir korku filminden çıkmışa benziyordu. Burak kan kaybı nedeniyle yanlış mı görüyorum acaba diye düşünerek başını sağa ve sola birkaç kere salladı. Göz renkleri hala simsiyahtı. Ve Sura konuştu:
“Sonunda seninle yüz yüze gelebildim, Burak.” dedi, bu Sura’nın sesi değildi ancak Sura’dan çıktığını dudaklarını kıpırdatmasından anlamıştı. Ne olduğunu anlaması birkaç saniye almıştı. Kendini tutamayıp hayır efendim galisa galisa diyecekti ki, işlerin çok daha karışık olduğunu anladı. Buradan bir an önce kaçmalıydı. Az önce konuşan Sura değildi. Bu en büyük kabuslarında duyduğu bir sesti. Bu gerçek Galisa’ydı.
"Zifiri bir karanlıktaydı. Çevresini yokladı, sağında ve solunda ahşap kaplamalar ve arkasında taş bir duvar vardı, önü açıktı. Çok ileriden bir güçsüz bir ışık hayat buldu ve önündeki karanlık koridoru az da olsa aydınlattı, artık önünü görebiliyordu. Bir koridordaydı. Arkasındaki duvar eski tip tuğlalarla örülmüştü. Işığa doğru ilerlemeye başladı, her adımında zemin kalın bir halıyla kaplandığı için sadece onun duyabileceği tok bir ses çıkıyordu. Çok az miyop olduğundan ışık kaynağının ne olduğunu ayırt edemiyordu. İyice yaklaştığında ışığın eski tip bir lambanın içindeki küçük bir mumdan geldiğini gördü. Lamba yağlı boya ile yapılmış eski bir resmi aydınlatıyordu. Resmin iyice yakınına gelip incelemeye başladı. Karanlık koridor bekleyebilirdi. Ön planda televizyon koltuğuna benzer rahat bir koltuk vardı, arka planda küçük bir kütüphane ve koltuğun sağında bir sehpa bulunuyordu. Koltuğun solunda yerde devrilmiş bir eski tip deri kaplamalı olduğu anlaşılan bir kitap bulunuyordu. Başını yana eğerek kitabın üstünde yazan ismi okudu: "Kadim Kitap-Cilt 23:Galisa". Bu onun için hiç bir anlam ifade etmiyordu. Zayıf mum ışığının el verdiği aydınlıkta koridora göz gezdirdi. Hiç bir çıkış, kapı ya da aralık göremiyordu. Yürümeye devam etmeye karar verdi. Lambayı tutarak çıkıp çıkmayacağını kontrol etti, demirine kaynak yapılmadığında kolay çekti ve koridorda ilerlemeye başladı."
Yanıtla #6
« : Ağustos 04, 2011, 01:13:46 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. O nasıl burada olabilirdi. O sadece kabuslarında onu o uyanana kadar acı çektirmeye yemin etmiş gibi davranan bir bilinçaltı ürünüydü. Ancak metin2 dünyasına girmeden önceki son rüyalarında onun bir varlık olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Tek yapması gereken ona karşı üstünmüş gibi davranmaktı. "Seninkinin üzerinde bir varlığım var. Seni ben yarattım!" dedi Burak, var gücüyle kendinden eminmiş gibi görünmeye çalışıyordu.
(Arkadaşlar Sura'nın içindeki varlığın ismini büyük o harfiyle yani "O" hikayeye uyarlayacağım.)
O "Demek beni sen yarattın. Efendim beni bağışlayın." dedi ve yapmacık bir saygıyla yere kadar eğildi. Tekrar ayağa kalktığında gözlerindeki şeytani parıltıdan etkilenmeden konuşabilmek için kendisini zorladı, bunu başaramadı, karşısında konuşamıyordu bile. Bir an önce kaçmalıydı. Ama nereye. Burak bunları düşünürken O konuşmaya devam etti, "Neler yapabileceğimi şimdi daha rahat görebiliyorsun değil mi? Uğruna yıllarını harcadığın yerdesin. Peki ne kazandın?" dedi, öyle bir bakıyordu ki gözlerini kaçırıyordu. Ondan nefret ediyordu. Nefret ediyordu. Yıllar boyunca peşini bırakmamıştı.




"Karanlık koridor boyunca ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu ancak küçük mum sönmek üzereydi. Bir süre sonra mumun ipi erittiği mumun sıvısının içinde boğularak Burak'a verdiği cömertçe armağanını geri aldı. Panikten lambayı yere düşürdü ve bir çığlık attı. Her yer kapkaranlıktı. Koridorun ahşap kaplamalarına dokunarak dengesini sağlayıp koşmaya başladı. Eğer bir kapıya veya bir aralığa denk gelirim diye iki elini de koridorun ahşap kaplamalarına dokundurarak koşmaya devam etti."




"Hadi yapma bunu bana. Yıllardır konuşuyoruz seninle. Beni gördüğüne hiç sevinmedin mi? Yoksa bu insancıklardan mı çekiniyorsun?" dedi küstahça ve Sura'nın sol şeytani elini kaldırdı ve el kasılmaya başladı. Yakınındaki onlarca adam vurulmuş gibi gözlerini sonuna açtılar ve yere düştüler. Adete tetenoz komasına girmişler gibi vücutları kasılarak O'na ve Burak'a yalvaran bakışlar attılar. En sonunda acı çekerek bağırmaya başladılar. O "Şşşşş." diye fısıldayıp elini kapattı ve yerde yatan onlarca insanın hareketleri kesildi. Burak yerde yatanlara dikkatle baktı. Hareketleri tamamen kesilmişti, nefes almıyorlardı, onları tek bir el hareketiyle öldürmüştü. Bu şaşkınlığını farkeden O "Yapmaktan çekinmeyeceğim çok şeyin olduğunu biliyorsun değil mi? Vücudunu kullandığım Sura gücünün farkında değil. Sende öyle. Bir insanın neler yapabileceğini bilmiyorsun. Soyut bir boyut olan rüyalarında sana sadece soyut acıları tattırabildim. Artık ortak bir dünyadayız ve buradan sadece birimiz çıkacak. Seni uzun zamandır tanıyorum, daha az acı çekmeni sağlayabilirim. Ne dersin?"




"Koşmaktan takati kalmamıştı ancak koşmaya devam ediyordu. Nerede olduğunu bilmiyordu bir rüyada olabilirdi. Böylesine somut bir rüyayı ilk defa görüyordu. Peki ya değilse. Burak bunları düşünürken zeminin meyillendiğini farketmedi ve dengesini kaybederek önündeki kapıya çarptı. İçeriden bir ses geldi. "Beklediğimden çabuk geldin. Hadi gir içeriye. Seni bekliyorum." Bu sesi tanıyordu. Uzun zamandır duymamıştı. Çocukluğunda kaldı sanmıştı. Tablodaki kitabın üstünde yazan isimden anlamalıydı, buraya kadar ayağına kadar gelmemeliydi. Nasıl çıkacağını biliyordu. Defalarca yapmıştı. Tek yapması gereken düşünmemekti. Düşüncelerini okumasını istemiyordu. Tek korkması gereken kendisiydi, hayal gücüydü."




Zaman kazanmalıydı. Ona "Bunu nasıl başardın? Böyle bir dünyayı nasıl yarattın? Kendini oldukça geliştirmişsin, ancak hepsi boşa. Zayıf yönünü biliyorum." dedi, tekrar konuşmak istemiyordu. Bir an önce buradan ayrılmalıydı. Dediğine göre somut bir yerdeyseler her şeye müdehale edemezdi. O "Kendini buna inandırdığına inanamıyorum. Zayıf mı? Bununla pek çok kez karşılaştım. Artık hiç bir yere kaçamayacaksın. Bu kaçınılmaz!"

Burak "Ejderha Tanrı sana yalvarıyorum. Bu karşımda gördüğün sura bu dünyaya ait değil. Yarattığın halkları yok edebilecek bir tehdit. Beni buradan kurtarırsan senin elçin olup onu bu dünyadan sürebilirim. Ne olur yardım et." diye düşünürken "O" onun düşüncelerini okuyabildiği için cevap verdi.
"Oyuna bağlı bir dünya yarattığıma pişman oldum. Ancak bunlar senin zihnindekilerdi. Ne gönderecek olursa olsun gücüme ne karşı koyabilir ki. Kaçmak mı istiyorsun? Buyur yol senin, önünde kocaman bir dünya serili. Hadi git." dedi, eliyle işaret edip adamların açılmasını emretti.
Burak bu kadar kolay olmayacağını biliyordu. Sura "Mmmm. Akıllı çocuk. Mantığının sesini dinle. Kazanamayacağın bir savaş bu, gel sun kendini bana. Şimdiye kadar zamanını boşa harcadın. Bırak işe yaramaz bedeninin kalan son yıllarını ben kullanayım ve arka koltukta seyret yapacaklarımı." dedi, aklını çelmeye çalışıyordu. Bu varlığa nasıl karşı gelebileceğini biliyordu, bilinçaltının yarattığı bir tür karabasan olduğunu düşünüyordu. Ama değildi. Böylesi imkansızdı. Galisa'ya ne kadar karşı gelirse gelsin o bir yollunu bulup tekrar rüyalarına girmişti. Ama uzun zamandır gelmiyordu. Demek ki kendini buna hazırlıyordu. Bu dünyadan sadece bir kişi gerçek dünyaya geçebilecekti ve o kişi ben olmalıyım diye düşünüp kararlılıkla Galisa'ya baktı. "Sesli de söyleyebilirsin, bu acizlerden mi çekiniyorsun. Hepsi yapmacık. Bu kadar uzatmak istemiyorum, bağlayın şunu." diye bir emir verdi yanındakilere. Burak karşı çıkamayacağını bilemiyordu, yüzlerce adam çevresini sarmıştı ve onlarcası onu bağlamaya geliyordu. Hepsine saldırsa çok insan ölürdü ancak "O" yine isteğini alırdı. Aklını kullanmalıydı. Bir kaç iri adam kollarından tutarak onu geniş gövdeli bir ağacın yanına götürdüler ve kalın urganlarla ağaca iyi sabitleyene kadar doladılar. Bir tanesi boynuna denk gelmişti, nefes almakta hafiften zorluk çekiyordu.
"Ejderha Tanrı bana yardım edemezsin. Ama bana yardım gönderebilirsin acele et." içinden sürekli bunları tekrar etmeye başladı. Bu dünyada ilahi adalet biraz daha basit işliyordu ve çabuk işe yarıyordu. Ancak gelen giden yoktu. "O" kalın ve yankılanan garip sesiyle konuştu "Gördün mü? O bile yardımına gelemez. Muhtemelen Beran Steau gibi bir deliğe girmiştir. Ben olsam bende benden saklanırdım. O saklanabilir ama sen saklanamazsın Burak. Seni her yerde görebiliyordum. Her yerde!" Galisa(Artık ona böyle hitap edeceğim. Oyun içinde de Burak Burak olarak anılacak bundan sonra-tabi sağ kurtulabilirse) ağacın geniş gövdesine doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Bir yandan delice bir hayranlıkla sol eliyle Sura'nın sol elini okşuyor, seviyordu. Bu varlıkta kesinlikle psikolojik sorunlar vardı. Kahretsin ne düşünüyordu böyle, o bir hayal ürünüydü. Burası bir hayaldi. Bir hayalin içinde kısılıp kalmak ve basitçe uyanıp kurtulamamak çok kötüydü. Bu dünyada aylardır yaşıyordu, hiç aklına gelmemişti. Buradan kurtulmalıydı, bir an önce. "Ejderha Tanrı sana yalvarıyorum."

"O esnada köyde bir kargaşa hüküm sürüyordu...
Bir ses "ERKEK KARDEŞİM SURA NEREDE!? SÖYLEYİN! TEK HAREKETİMLE SİZE NELER YAPABİLECEĞİMİ TAHMİN EDEMEZSİNİZ!" diye kükredi. Tila ormandaki nöbetinden yeni dönüyordu. Yaşlı insanlar onlara bir şey yapmayacığını düşünerek gençlerin önüne geçip ne olduğunu sesin kaynağına sorarak anlamaya çalışıyorlardı. Tila kalabalığın arasındaki bir arkadaşının zırhının omuz kısmından tutarak kendine çekti ve sordu: "Neler oluyor? Bu kargaşa gürültü de neyin nesi?"
"Bilmiyorum Tila. Ama tekin şeyler dönmüyor. Kötü şeyler olacak. Sura'nın Galisa'yla göreve çıktığını söyledik ama illa ki adres istiyor. Görevler gizli olduğu için kimse birşey diyemiyor. Yaşlılar adamı tekin görmedikleri için gençlerin önüne geçip onlara saldırmasını önlüyorlar. En azından yaşlılara biraz saygısı var."
Tila "Kim oluyor o yahu? Çekilin bakalım!" dedi ve önündeki kalabalığı yararak ortalarındaki boşluğa çıktığında ağzı açık kaldı."

Galisa ağzından iğrenç sesler çıkartarak Sura'nın sol eliyle Burak'ın yüzünü okşuyor, başını bir sağa bir sola çeviriyor ve elini alnına kapatıyordu. "İnanılmaz. Sana hiç bu kadar yakın olmamıştım." gibi sözleri tekrarlayıp duruyordu. Çevrelerindeki adamların yüzlerinden ona zorla itaat ettikleri anlaşılıyordu. Onları korkutmuş olmalıydı. Ki haklı olarak korkmalıydılar. Ona bedenini ve beynini kullanacağından doğrudan zarar veremezdi ancak başkalarına zarar vererek birşey kaybetmezdi. Galisa yakınındaki birkaç adama emir verdi:"Adamları toplayın. SnakeField'a gidiyoruz!" dedi ve Burak'a yönelerek "Seninle yapacağımız bazı şeyler var." diyerek tısladı. Çevrede bir koşuşturma başladı. Galisa'a ve Burak'ı taşıyacak süvariye büyük iki at ayarlanmıştı. Arkadan gelecek onlarca atlı vardı. Diğerleri yaya ilerleyecek gibi görünüyordu. Ağaçtan çözüp sıkıca bağladıktan sonra ata yanlamasına yüz üstü yerleştirdiler. Galisa simsiyah bir ata atlayıp dörtnala ilerlemeye başladı. Binicisi de ata binip Galisa kadar olmasa da hızla atı sürmeye başladı. Arkalarından gelen süvari güçlü kişilerden oluşuyordu. Galisa buraya sadece güçsüz rüzgar ve mistik askerleriyle gelmezdi. Ejderha Tanrı'ya tekrar dua etti. Şansı raver gitmemişti. Acaba attan atlarsam ipler çözülür mü diye düşünürken fikrini değiştirdi, attan atlasa ve ipler çözülmüş olsa bile bu hızla attan atladığında bir süre ayakta durmakta zorluk çekerdi, kendini toparlayana kadar da arkalarındaki süvariler yetişmiş olurlardı. Ne yapmalıydı bilmiyordu.
Adam "Tila! Kardeşim nerede!" dedi ve Tila'nın omuzlarını sarsmaya başladı. Kalabalıktan bir kaç kişi ayırmaya geliyordu ancak Tila adamı iterek kalabalığa doğru konuştu: "Tamam millet gösteri bitti. Gizli görevler hakkında konuşacağız. Kim kulak kabartıp önümüzde ayları bir hücrede geçirmek ister. Hadi dağılın bakalım." dedi ve adama bakarak "Sende benimle gel." dedi ve çadırlara doğru yürümeye başladı. Yürürken bir ağaçlığın kenarına geldiklerinde adamın örtmeye çalıştığı sol kolunu tutup kaldırıp adama dik dik bakarak "Bununla burada ne kadar dikkat çekebileceğinin farkında mıydın! Herşeyi riske attığının farkında mıydın!"
Adam "Hiç bir şey umurumda değil kardeşim nerede! Sol kolumu kimse göremesin diye saklamadım! Kapalı olan göz açıldı! Bu ne demek biliyor musun! Tabi nereden bileceksin! Kardeşimle birlikte Büyük Savaş'tan önce.." Tila onu susturdu ve kendi çadırına doğru gitmeleri gerektiğini söyleyip adamı oraya kadar sürükledi.
İçeri girdiklerinde Tila "Eee savaş diyordun. Devam et. Casus olabileceğinden şüpheleniyoruz."
Adam "Şüphelenmekte haklısınız. Neyse. Büyük Savaş'tan yıllar önce Sura'yla karanlık güçlerimizi kontrol altına alabilmek için güçlerimizin kaynağını araştırdık. Sol kolumuzun büyülerimizi yaparken bağımsız davranmaya meyilli olduğunu farkettik. Sol dirseğimizin yakınında bulunan tek bir göz. Bir kurban gördüğünde onu adeta yok etmek istiyor. Bizse ondan sadece temkinli büyüler yaratmasını bekliyoruz. Rüyalarımızda bize çok korkutucu şeyler gösterirdi. Bu kol yüzünden karanlık tarafa çekilebilirdik. Bu nedenle kardeşimle kollarımızda gözleri mühürleme kararı aldık. Eski bir büyüyü kullandık. Mühür iki koldaki gözleri birbirine bağlıyor. Bu gözler zaten birbirlerine görünmez bir tür bağ ile bağlı oldukları için gözün açık kalmasına gerek kalmıyor ve kapanıyor. Ama şuna bak!" dedi ve garip paltosunu çıkardı. Bir sürü sıyrık ve çiziği olan bir kara büyü zırhı vardı, ayrıca zırhta yer yer çöküntüler ve bükülmeler vardı. Ayrıca sol kolu olduğu gibi meydandaydı. O adamda bir suraydı. Adam sol kolunu büktü ve Tila'nın koldaki kanlı, kıpkırmızı gözü görmesini sağladı. Göz sinirlendi ve göz kapaklarını kısarak Tila'ya baktı. Tila o kadar korkmuştu ki bakışlarını kaçırdı. Adam "Ne demek istediğimi şimdi daha iyi anlayabiliyor musun? Şimdi kardeşimin nerede olduğunu söyle."
Tila "Gerçekten bilmiyorum. Yüzbaşı dört kahramana ve bir Roa-Jang varisine görev verdi. Yüzbaşı ve ..." sözüne devam edecekken adam eliyle dur işareti yaparak sözünü kesti. Adam "Roa-Jang varisi mi? Bunu ben niye bilmiyorum?" dedi.
Tila hemen karşılık verdi "Köyü korumak yerine yabanda avlanmayı seçen sendin."
Adam "Buna mecbur olduğumu biliyorsun. Sen bana Roa-Jang varisini anlat."
Tila "Roa-Jang'ın varisi olduğunu daha yeni öğrendik. Yaklaşık olarak 18-19 yaşlarında. Bir gece köyün doğu çıkışında bulduk. Çok kötü yaralanmıştı. Tıpkı efsanelerde söylenenler gibiydi. Yeteneklerini öğrenme aşamasında çok hızlı yol katetti..."
Adam tekrar sözünü keserek "Yetenekleri her hızlı öğreneni ne zamandan beri baş tacı yapıyorsunuz."
Tila "Bekle biraz. Gözlerimin önünde henüz öğrenmediği yetenekleri kullanmaya başladı. Ama asıl buna şaşıracaksın galiba. Daha ilk defa uyguladığı bu yetenekler ancak hocaların kullandığı kademedeydi, yani üst düzeyde."
Adam "Bak burada Roa-Jang varisi damgasını haketmiş. Yetenekli çocukmuş. Neyse o konuya daha sonra döneriz. Sen bana Sura'nın nerede olduğunu söyle."
Tila "Neden onu bu kadar görmek istiyorsun? Roa-Jang'ın varisi Galisa'yla birlikte gizli bir göreve çıktılar. Köyde bir tek büyük savaşçılar,yüzbaşı ve ben biliyorum. Karanlık Lider'in peşine düşmek için buradan geçen hafta yola çıktılar. Bu görevin bilgilerini Okeanos'un verdiği raporda bulabilirsin. Hepsi Büyük Konak'ta."
Adam bir anda neye uğradığını şaşırdı. "Karanlık Lider'i Büyük Savaş'tan hemen sonra köyden ayrıldığım yıl ellerimle geberttim." düşüncelere dalmıştı, "Tahmin etmeliydim. Tahmin etmeliydim. Tahmin etmeliydim!" dedi ve güçlerine hakim olamayarak bir rüzgar dalgası yarattı. Tila uzakta olduğundan zarar görmedi ancak çadırın tavanını tutan kirişler çatırdadı. Tila "Ne yapıyorsun sen! Deli misin! Herkesi buraya çekeceksin!"
Adam "Tila gidiyoruz. Sana yolda anlatırım. Gerçek zırhını ve eşyalarını yanına al. Güvendiğin bir kaç adamı da yanına al. Bir kurtarma görevi. Belki de çok geciktik. Yetişememiş olabiliriz ya da hala biraz vaktimiz kalmış olabilir."
Tila "Paranoya davranıyorsun. Sura'ya ne oldu."
Adam "Henüz birşey olmamış olabilir. Ancak olduğundaysa," sesi titremeye başlamıştı "ölmüş olacak."
Tila yarım saat içinde bir düzine kadar atlı adam-adamlar sağlamdı- toplamış ve asıl eşyalarını giyip adamlarla birlikte Sura'nın kardeşiyle buluşacakları köyün dışındaki az bilinen güzel bir tepeye ulaşmıştı. Sura'nın kardeşi olayı kısaca gelen adamlara anlattı.Kimse ismini bilmediğinden ismini de söyleyecekti ki Tila onu durdurdu. Tila "Senin kim olduğunu bilirlerse sana itaat etmezler başka bir isim söyle." dedi. Adam ona eğilip fısıldayarak: "Haklısın." adamlara yönelerek "Ve bana Kor diyebilirsiniz."
Adamlardan biri "Peki sen kimsin. Seni daha önce gören olmadı. Burada toplanmadan önce Uriel Baba'ya bile sordum, seni tanımıyor."
Kor "Yabanda avlanan bir dost olarak tanıyabilirsiniz beni ve kardeşini kurtarmak için canını düşünmeden verebilecek biri. Fazla zamanımız yok. Tila Galisa ve Sura Karanlık Lider'i yakalamak için ilk olarak nerelere uğrayacaklardı."
Tila elindeki parşomen tomarlarını karıştırırken atı da yaklaşıp siyah saçlarını yalamaya başladı, Tila bir yandan atının başını severken bir yandan da parşomenden anladıklarını aktarmaya başladı "İlk olarak Büyük Vadi'ye gitmişler gibi görünüyor. Büyük Savaş'tan önce Seungryong Vadisi diye geçer orası. Savaş sonrası orası pek ziyaret edilmediğinden orman rahatça büyüdü ve gelişti. Güzel bir yerdir. Oraya gidene kadar hiçbir yere uğramamışlar. Vadinin sonundaki bir hana uğrayacakları yazıyor birde burada." dedi.
Kor bir şey demeden atına atlayıp dört nala uzaklaşmaya başladı. Sabırsız görünüyordu. Tila arkasından "Hiç değilse yola çıkmadan önce zırhını demirciye verip onarmasını bekleseydik." boynu bükük kalmıştı, adamlara seslenerek "Hadi beyler, gördüğünüz gibi acelemiz var. En ufak bir sadakat eksikliği sezmek istemiyorum. Ve rütbe konusuna gelecek olursak. Kor benden daha üst rütbede biri. O bir emir verirse hemen yerine getirin. Atlara binin yolumuz uzun." dedi. İçinde büyük bir sıkıntı vardı. Sura'nın hayatı riskli bir durumdaysa Galisa nasıl bir durumdaydı kim bilir diyerek düşünmeye başladı. Belki de çoktan ölmüştü. Eğer ölmüşse katilinden intikamını kendisi almalıydı. Alnında birikmiş olan teri silerek atına bindi ve arayı bayağı açmış olan adamlarına yetişmeye başladı.
Yanıtla #7
« : Ağustos 04, 2011, 01:14:07 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


"Okeanos uzaklaş oradan!" Mystreal çığlık çığlığa üstlerine binen bu saldırıyı defetmeye çalışıyordu. 30 kadar adamla çıktıkları yolda sadece o, Trestean, Okeanos ve bir kaç adam kalmıştı. Üstlerine çöken aniden bir karanlık çökmüştü ve aniden saldırmaya başlamışlardı. Okeanos saldırının tüm yükünü üstüne alıp saldırının ana kolunun önünde tek başına gitmiş, güçlü bedeni sayesinde hala ayaktaydı. Mystreal bir tepenin üstündeydi, Okeanos ise tepenin altında tüm saldırıyı üstüne çekmeye çalışıyordu. Mystreal uzaktan Sarı Kaplan Hayaleti'nin geldiğini ve Okeanos'un olduğu yere doğru ilerlediğini gördü. "Okeanos daha sonra hallederiz onları Sarı Kaplan Hayaleti geliyor. Çabuk uzaklaş oradan!" dedi. Okeanos saldıranların ona birşey yapamamasından cesaret aldığını düşünmelerini isteyerek:"Bana pek zarar verebileceğini sanmıyorum. Siz uzaklaşın ben kalıyorum. Yoksa kaçamazsınız." arkadaşlarının uzaklaşması için onu burada düşmanları oyalaması gerekiyordu. Onu öldüremeyeceklerini biliyordu. Tutsak kalma ihtimali yüksek olsa da bu arkadaşlarının hayatı için değerdi. Üzerine gelen dev bir palayı silahıyla engelledikten sonra bağırdı:"Mystreal uzaklaşın. Kalan adamları topla ve üç gün önce kaldığımız avcı evine gidin. Orada beni iki gün bekleyin. Gelmezsem gidin. Trestean'a söyle, ki eminim duyuyordur. Kahramanlık yapmasın. Sen de buna engel ol. Kaçın!"

O sırada köyden bir hayli uzaklaşmış olan Kor ve Tila grubu Kor'un atından inmesiyle duraksadı. Kor yere eğilerek doğru yolda ilerlediklerini ve izlerin bir kaç günlük olduğunu söyleyip bu izleri takip edeceklerini söyledi. Gruptaki insanların arasında Tila engellese de bazı konuşmalar dönüyordu. Hiç biri adamı tanımıyordu ve bu nedenle güvenmiyorlardı. Az önce yaptığı iz sürme hareketleriyle de bir hayli dikkat çekmişti. Köyün dışında kervanları durdurup soyan kişiye benzetiyorlardı. Kor bunların hepsini duyuyor ve onların güvenini kazanacağı bir anı bekliyordu. Ama her şeyden önce kardeşine ne olduğu ve Galisa'nın kim olduğuna dair bir merakı vardı. Atının gemine daha bir sıkı asıldı.

Mystreal Okeanos'un sözünü istemeyerek de olsa dinleyerek Trestean ve adamlarından geriye kalan bir kaç kişiyle birlikte avcı evine doğru ilerliyordu. Keşke rütbem Okeanos'tan yüksek olsaydı diye düşünürken Trestean'ın adamları motive etmeyi bırakıp yanına geldiğini gördü. Trestean "Mystreal neler oluyor. Sarı Kaplan'nın burada ne işi var. Burada olmamalıydı ve Okeanos'u orada bırakamayız. Adamları köye gönderip geri dönelim."
Mystreal artık gözyaşlarına hakim olamamıştı:"Sen hiç istemediğimi mi düşünüyorsun. Okeanos kendisini bizim için feda etti." gözyaşlarını bastırmak için susmuştu.
Trestean "Beyler durun." adamlar ilerlemeyi bırakıp yanlarına geldiler, bir tanesinin bir bacağı ezilmişti, sayıları bir elin parmaklarını geçmezdi. . "Ben ve Mystreal Okeanos'u kurtarmak için geri döneceğiz. Sizse size vereceğim mühürlü bir zarfı Uriel'e ulaştıracaksınız." adamların arasında bir homurdanma yaşandı. İçlerinden biri "Efendim. Verdiğiniz bu görev için bir kişi yeterli olacaktır. Ne olur bizden korkup kaçmamızı beklemeyin."
Mystreal yaşlı gözleriyle Trestean'a baktı ve askere yönelerek "Bu bir intihar görevi. Emirleriniz açık. Köye dönüyorsunuz." Asker bunun üzerine hiç bir şey söylemedi. Trestean sırtındaki küçük bir çantadan bir zarf çıkardı. Mavi mumla mühürlenmişti. Bunu askere verdi ve izleyecekleri güzergahları belirterek uzaklaşmalarını izledi. Mystreal "Sence peşimizden adam göndermiş midir?" diye sordu.
Trestean "Sanmıyorum. Öyle olsa bile izciler önden gelecektir. Eğer izcilerden biriyle karşılaşırsak şanslıyız. Konuşturarak neler yapacağımızı belirleriz."
Mystreal "Geri çekilirken tırmandığımız tepede küçük ormanlık bir alan vardı, oraya gidip bekleyelim." dedi, Trestean onayladı. Tepeye doğru yürümeye başladılar.
Kaba bir ses ona "Acele et onu bekletmek istemezsin!" diyerek bağırdı.
Grup su molası vermişti. Burak da tuvaletimi yapacağım bahanesiyle onlardan uzaklaşıp iz bırakmaya çalışıyordu. Sağdan soldan toplayıp dikine dizdi ve yanına aldığı üşürse kullanacağı süveterinden bir parça yırtarak dallardan yaptığı küçük kulesinin tepesine sapladı. Bir gün birisi onların yokluğunu sezipte aramaya çıkarsa ona yardımcı olmalıydı. Yardım gelirse kesinlikle her şey için geç olurdu fakat bu da bir umuttu. Şimdi koşarak uzaklaşmaya çalışsa çevresini sarmış olan yüzlerce adam onu hemen yakalardı. Böyle iz bırakması daha zekiceydi. Birinin yaklaştığını duydu, yaptığı işaretten uzaklaşarak bir ağacın dibinde işini bitirmiş gibi yaparak donunu toplamaya başladı.
"Hey! Sana acele etmeni söyledim." dalları görmesi pek de zor olmamıştı. "Sen ne yaptın böyle. İz mi bırakmaya çalışıyorsun ahmak çocuk." dedi ve dallara tekme atarak umutlarını da yıkmış oldu. "Sana bir daha tek başına tuvalet izni yok!" dedi.
"Tüm bunların bir karşılığı olacak biliyorsun." dedi Burak.
Adam "Sağ kalırsan istediğin karşılığı sen verirsin heh." dedi ve kabaca gülmeye başladı. Onunla daha fazla dialoga katlanamayacağından atların yanına doğru yürüdü. İşi zordu. Ancak imkansız değildi. Adam gelmeden hemen önce toparlanırken süveterinden bir parçayı da her yerden görünün uzun bir ağacın tepesine fırlatmıştı, süveter parçası da ona cesaret verircesine ağaca tutunmuştu. Adamların bulunduğu açıklığa çıkmadan önce yüzündeki tebessümü sildi.

Kor ileride atından inmiş yaklaşmakta olan Tila ve diğer adamlara doğru yerden gözlerini ayırmadan "Burada kamp yapmışlar. Bir kaç tane kuş yemişler. İzler eski değil. Yolda gördüğümüzden daha yeniler. Onlardan daha hızlı ilerliyoruz." dedi.
Tila atından inerek Kor'un incelemekte olduğu kül kalıntısının yanına geldi. Diğer adamlarsa yakınlarında durup atların üstlerinde beklemeyi tercih ettiler. Kor "Hızlanmalıyız Tila." dedi. Tila arkasındaki adamları başının küçük bir hareketiyle göstererek "Adamlar yoruldular ve biraz mola vermek istiyorlar. yaklaşık 12 saattir yol alıyoruz. Atlara çok fazla yükleniyoruz. Lütfen bir 6 saat mola verelim." diye rica etti, reddedeceğini biliyordu. Kor atları üstlerinde bekleyen adamlara bir süre baktı. Tila bakarak "Siz mola verin. Ben tek başıma ilerleyeceğim. Atsız daha iyi iz sürerim. Ormanlık alanda bu zorlaşacaktır." Tila'nın itiraz edeceğini anladı ve eliyle dur anlamında bir işaret yaparak devam etti: "Siz molanızı bitirdikten sonra ormanda sizin için bırakacağım izleri takip edin. Atları da iyi dinlendirin." dedi ve ayağa kalkıp kılıcını kınından çıkardığı esnada savaşçıların arasında bir konuşma geçti(yuh,oha,bu o silah değil mi). Kor atını en yakınındaki savaşçıya emanet ederek elinde kılıcıyla ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı.

"Bığssssrakkın beğğni. Beğğğn Birsssşey bilmiyoğğğrummssss."
Trestean "E ozaman gözlerinin bıçağımın kenarından akmasına neden olacaksın!" dedi ve bıçağını dev kurbağanın böğrüne saplayıp çevirmeye başlayarak "Konuş. Saldırdığınız savaşçının akibetini söyle! Tutsak mı! Nereye götürüldü!" diyerek hırladı, bıçağını sapladığı yerden oluk oluk garip bir sıvı akıyordu. Mystreal böyle anlarda Trestean'dan birazda olsa korkuyordu. Tehlikeli biriydi, ama sadıktı. Bu sebeple Jinno'nun en iyi ninjası ünvanını almıştı. Kurbağa böğrüne yediği bıçak darbesinin ardından attığı çığlıkların yerini garip bir kahkahaya bırakmıştı. "Hahahaha! O öldüüüğğğ! Hahaha! Ancak kemiklerine ulaşırsınız. O kemikleri Büyük Sarı Kaplan'nın boynundaki kolyeden kopartabilirseniz! Hahahahaha!"
Mystreal bu olmuş olamaz diye düşündü. Trestean kurbağanın suratının iyice yakınına geldi. "Bak sana ne diyeceğim. Eğer dediğin gerçekse Sarı Kaplan dahil tüm yandaşlarının canını alacağım. Sense bunları başına boynundan geçirilmiş bir kütüğün tepesinden izliyor olacaksın. Manzarayı kaçırmak istemezsin." dedi ve iki hamlede kurbağanın başını kopardı ve dediği gibi yaptı: ovayı görebilen kurumuş bir ağacın üst kısmını düzelterek hayvanın başını tepesine soktu. Hayvanın boğazından akan garip sıvı yüzünden iğrenç bir görüntü çıkmıştı ortaya. Mystreal'in dehşetle ona baktığını gören Trestean "Kendimi kaybetmedim. Sadece aşırı motiveliyim. Hepsini öldürsem rahatlayacağıma emin değilim. Yapacağımız şeyi biliyoruz. Sen beni sürekli iyileştirirsin ve kuytu bir yerde savunmada kalırsın, bende asıl saldırıyı gerçekleştirir ve saldırıları üstüme çekerim. Hadi, hızlanmalıyız." dedi ve tepeden aşağı koşmaya başladı. Mystreal içinden planlar yapmaya koyularak Trestean'ın peşinden tepeden aşağı inmeye başladı.

Kor Tila ve diğer adamları Sura ve Galisa'nın kamp yaptığı yerde bıraktığından beri yaklaşık olarak bir saat geçmişti ki izlerin ayrıldığını atların birden ormanın derinliklerine daldığını ve iki çift ayak izinin de başka yöne ilerlediğini gördü. İzleri incelediğinden henüz bir günlük olduklarını gördü. Çevreye göz gezdirmeye başladı. Ormanın biraz daha iç kısımlarında, ağaçların diplerindeki otsuz yerlerde yabancı ayak izlerine rastladı. Kardeşi ve Galisa izleniyorlardı. Bir ağacın yanında duraksadı ve çenesini sıvazlayarak düşünmeye başladı. Galisa söylendiği gibi güçlüyse eğer ve Sura'da şüphe götürmez olağanüstü bir savaşçı olduğundan bu peşlerindeki adamları değil yüzlerce adamı pelteye çevirebilirlerdi. Daha başka iz aramaya koyuldu.
Yaklaşık iki saati başka izler aramakla geçmişti ancak bir şey elde edebilmiş değildi. Zamanını boşa harcamıştı. Demek ki gelenler tarafından değil başka bir şey tarafından canına kast edilmişti. Çevreden görünen bir ağacın gövdesine iz bırakıp kardeşinin izlerini hızla takip etmeye koyuldu.
Trestean ve Mystreal küçük ormanın kıyısında kamufle olmuş şekilde yapacakları saldırıda kullanacakları strateji hakkında tartışıyorlardı. Trestean doğrudan saldırmaktan yanaydı. Mystreal daha akıllıca bir yöntem olan vur-kaç taktiğiyle saldırmalarının daha akıllıca olacağını söylüyordu "Sayıları bizden çok çok fazla. Baksana ovaya. Binlerce kurbağa askeri Sarı Kaplan'ın kampının çevresini sarmış halde. Tek şansımız vur kaç taktiği yaparak sayılarını azaltmak."
Trestean "Ben sayılarını kaçmadan daha çabuk azaltacağımızı düşünüyorum ama. Şimdi doğrudan saldırmak yerine vur-kaç yaparsak stratejimizi anlayıp Okeanos'u öldürebilirler. Bu riske girmek istemiyorum." dedi.
Mystreal "Gönlün bu riske girmek yerine ikimizin hayatını riske atmaktan mı yani? Karşımızda acemi rüzgar askerleri veya beyaz yeminliler yok! Vur kaç taktiğinden başka çaremizde yok. Lütfen bu konuyu daha fazla uzatmayalım."
Trestean itiraz etti. Mystreal artıkk daha fazla dayanamamıştı, gözleri doldu ve "Kendini öldürtmek mi istiyorsun? Sen olmadan ben nasıl başa çıkarım? Okeanos'u nasıl kurtarırım? Nasıl hayatta kalırım?" dedi ve bu esnada gözünden bir damla yaş yanağına süzüldü. Trestean gözyaşını yere düşmeden yakalayıp Mystreal'in yanağını sildi. Mystreal'e sarıldı. Bir süre sarıldılar. Bu sessizlikte sadece hafif yağan yağmurun sesi ve uzaktan duyulan kurbağa askerlerinin çıkardığı kaba sesler duyuluyordu.
Trestean "Arkamda destek olmak yerine sen de saldırmaya ne dersin? Bugüne dek hep senden zayıfları senden güçlüymüş gibi gösterip onların kahramanlıklarının gölgesinde kaldın. Bugün potansiyelin olan muazzam yeteneklerini kullanmalısın. bir" dedi.
Mystreal'in gözlerinde bir ışık belirmişti. Trestean devam etti, "Tek başına düşman hatlarını yaracaksın ve Sarı Kaplan'ın kampına ilerleyeceksin. İşin zor. Plan riskli. Ancak başarırsak efsanelere konu oluruz."
Mystreal "Tek başıma olacağıma göre, elimden gelenden daha fazlasını yapmaya çalışacağıma emin olabilirsin. Peki sen ne yapacaksın bu esnada?" diye sordu.
Trestean ensesini kaşıyarak. "Eee. Biraz uçuk gelebilir. Bak Sarı Kaplan'ın kampının hemen yakınından geçen şu nehri görüyor musun?" Mystreal gözlerini kısarak bir süre baktı ve başıyla onayladı. Trestean devam etti:"İşte o nehrin biraz uzağından-eliyle yaklaşık üç kilometre uzağı göstermişti(kurbağa mobları oldukça geniş bir alana yayılmıştı)-nehire dalacağım ve ilerlemeye başlayacağım. Kampın yakınlarına ulaştığımda sen de yakınlarda olacaksın. Sen gelmeden ben kampın için kargaşa yaratacağım. Kamufle olup olup tüm nöbetçileri etkisiz hale getireceğim. Nöbetçilerin öldürüldüğünü görenler bir kargaşa yaratacaktır. Bu kurbağalar aptal mahlukatlar. Bu kargaşa ortamı oluştuğunda sen yanıma gelmiş olursun muhakkak. Kargaşadan dolayı işimiz kolaylaşacağından Okeanos'u alır uzaklaşmaya başlarız."
Mystreal "Yalnız atladığın bir yer var. Çok rahat rahat anlattın. İşte hatları yararsın, ben kampta kargaşa yaratırım falan dedin. Dikkatini çekerin sayıları çok fazla. Başa çıkabileceğimizi sanmıyorum. Hadi çıktık diyelim. Bunun birde uzaklaşması var. Girerken binlercesiyle aynı anda karşılaşmış olmayacağız. Alana dağılmış olduğundan yüzlercesini etkisiz hale getirip kampa ulaşmış olacağım. Ancak bu dikaktlerini fazlasıyla çekecektir. Binlercesi üstümüze binecektir. Yanımızda bulunan 30 savaşçıyla başa çıkamadık bunlarla, ikimiz mi halledeceğiz yani?"
Trestean "Başka şansımız mı var? Okeanos'u orada bırakmak mı istiyorsun? Yapacakları işkenceleri hayal edip, birşey demeyeceğinden emin olarak daha fazla işkence göreceğini bilerek vicdan azabı mı yaşamak istiyorsun kalan ömrün boyunca? Başka şansımız yok. Seni zorlamak istemiyorum. İstersen gidebilirsin." dedi.
Mystreal "Saçmalama. Ben bunu kastetmemiştim. Hayatımı gözümü kırpmadan Okeanos'u kurtarmak uğruna harcayabilirim. Tek sorunumuz uzaklaşmak."
Trestean bir süre düşündükten sonra "Kurbağa askerlerini temizlerken temiz, düzgün, sağlam bir kılıç arayalım. Okeanos muhtemelen pek işkence görmemiş olacaktır. Kılıç kullanabilir. Uzaklaşırken yardımı dokunacaktır."
Mystreal "Çok iyi düşünmüşsün. Umarım Okeanos fazla zarar görmemiştir. Bu arada sen nehirin altından nasıl ilerlemeyi düşünüyorsun? Nefessiz kalarak boğulacağını planına katmadın galiba." dedi.
Trestean "Hiç sormayacaksın sandım." diyerek tebessüm etti. "Kamuflaj yeteneğine temel olması için yapılan bazı çalışmalar yapardık. Henüz çocuktum. Ancak hayal gücüm diğer arkadaşlarımdan daha canlıydı. Bir nehri takip etmemiz gerekiyordu. Diğer arkadaşlarım nehir kenarındaki ağaçların arasından ilerlerken ben bir kamış alıp nehrin altından varılması gereken yere ilerlemiştim. O eğitimden sonra öğretmenimiz bana büyük bir ninja olacağımı söylemişti. Sahi, o öğretmenime ne oldu acaba, uzun zamandır haber almıyorum. Herhalde kahin olmuştur. Bugünde aynı şekilde nehre kamışla dalıp kampa doğru ilerleyeceğim."
Mystreal Trestean'ı takdir etti. Planlarını birkaç kez gözden geçirdikten sonra Trestean Mystreal'in yanından ayrılarak nehre dalacağı yere doğru ilerlemeye başladı.
Trestean'ı gözden kaybedeli yarım saat geçmişti. Artık harekete geçmeliydi. Yelpazesini çıkardı. İblisin kafatasından sembolize eden parlayan beyaz altından yapılmış kısmına eliyle okşamaya başladı. Gerçekten bir efsane olacaktı ya da insanların ağıtlar yakacağı bir olay. Efsaneleştirmek onun elindeydi. Işığın ve yıldırımın gücünü azımsayan herkese bir ders verecekti bugün ve iki eliyle yelpazedeki beyaz altından yapılmış olan kafatasını kavradı. Ejderha Tanrı'ya dua etti ve bir yemin etti. Avuçlarından yelpazeye elektrik akımlarının geçtiğini hissetmeye başladı. Ortamdaki tüm statik elektriği yelpazede topluyordu ve savaşırken bu statik elektriği kullanarak büyük yıldırımlar yaratırken kullanacaktı. Ellerini yelpazenin üstünden çekti. Kafatasının göz yuvarlarının bulunduğu kısmından küçük beyaz küre şeklinde bir elektrik akımı oluşmuştu. Bu yeterli değildi. Binlerce adama karşı bu yeterli değildi. Ormanın derinliklerine gitti ve bir açıklık buluncaya kadar ilerledi. Ormanın kıyısına varmıştı. Düşman ormanın diğer tarafını görebildiğinden dikkat çekmeyeceğinden emin olarak ormandan çıkıp uygun kuru bir zemin bulmaya çalıştı. Her yer yaş olduğundan pelerinini çıkarıp yere serdi ve üstüne bağdaş kurarak oturdu. Ormandan en az yüz metre uzaktaydı ve büyük bir açıklık önünde uzanıyordu. Tüm statik elektriği üzerine çekmeliydi ve düşünmeye başladı. O güç emen bir varlıktı, hiç bir enerji onun çekim kuvvetine dayanamazdı. Yaklaşık on dakika bu şekilde meditasyon yaptıktan sonra enerjinin içinde toplandığını hissetmeye başladı. Enerjinin şiddetinden olsa gerek başı ağrımaya başlamıştı. Göz kapaklarını açmadan daha fazla konsantre olmaya çalıştı. Daha fazlasını istiyordu. Sınırı geçmek istemiyordu. Dikkatsiz davranıp üzerine de büyük bir yıldırım çağırabilir ve bu şiddetli bir yıldırım olurdu, ölebilirdi. Ancak bunu kullanabilirdi. Üzerine büyük bir yıldırım düşürerek bulutlardaki elektrik yüküne daha iyi hakim olabilirdi. Avuçlarını açtı. Gözlerini hafifçe araladığı gibi kapatmak zorunda kaldı. Tahmin ettiğinden çok daha fazla statik elektrik toplamıştı. Gözlerini açtığı gibi gözlerinde müthiş bir acı hissetmişti. Elektrik akımı vücudundaki ıslak bir yerlerden biri olan gözlerinde çok daha fazla birikmişti. O ıslaklıkta onu kontrol etmesi zordu. Statik elektrik ıslak alanda hemen yön değiştirdiğinden dikkatli olmak zorundaydı. Yine de toplayabildiği tüm elektrik akımını vücudunda toplamak istiyordu. Toprağın altındaki kuru kısma konsantre oldu. Toprağın üstü ıslak olduğundan topraktaki elektriği yukarıya yönlendiremiyordu. Avcılıkta kullandığı hançeri çıkardı ve gözleri kapalı şekilde bir çukur oluşturmaya başladı. Toprağın yapısı nedeniyle sadece üst tarafı ıslanıyordu ve yaklaşık bir karış altı kupkuruydu. Sağ elinin avucunu oraya yasladı ve yeninden meditasyon yapmaya koyuldu. Toprağın altında büyük bir enerji vardı. Hepsini alamazdı, vücudu dayanmazdı. O durumda daha fazla meditasyon yapmadan ayağa kalktı. hançerini belindeki kılıfına yerleştirdi. Pelerinin giydi ve içindeki kuru kısmından bir parça koparıp gözlerini bağladı. Ne olursa olsun gözlerini açmamalıydı. Ormana doğru yürüdü, ormana girdikten sonra eliyle yönünü bularak Trestean ile bekledikleri yere vardı. Yalnız acayip bir durumla karşı karşıya kaldı. Ormanda ilerlerken de bu kafasını karıştırmıştı. Ormandaki ağaçları hissedebiliyordu. Tek tek. Dallarına varıncaya kadar. Bu başını ağırtıyordu. Yalnız ormanda hareket eden bir şey vardı. Ondan uzakta değildi. Aklından bunu nasıl yapabildiğini tahmin etmeye çalıştı. Yanıtı bulmakta gecikmedi. Her canlının içinde elektrik akımları vardı. Sinirsel bağlantılarda ve beyinlerinde bu akım yoğunlaşıyordu.
Akımın büyüklüğünü ağaçlardaki akımlarla tartarak büyüklüğünü tahmin etti. Bu bir kurbağa lideriydi. Bir gözcü olmalıydı. Buna inanamıyordu, gözleri kapalı görebiliyordu. İblisin yelpazesini kavradı ve gizlenerek kurbağa liderine doğru ilerledi. Ormanın içlerindeydi ve başka biri yoktu. Onu rahatlıkla temizleyecekti, böylece yeni yeteneğini denemiş olacaktı. Aralarında sadece büyük bir gövdesi olan bir ağaç kalmıştı. Ağaca sırtını dayadı ve beklemeye başladı. Kurbağa lideri kokusunu almış olacak ki onu doğru hareket etmeye başladı, belli ki kontrol etmek için. Ona bu fırsatı vermeyecekti. Vücudundaki statik elektriği kullanarak onun vücudundaki tüm elektriği beyninde toplayacak böylece beynini adeta ızgara yapacaktı. Vücudundaki elektriğin bir kısmını yelpazeyi tutan kolunda biriktirdi ve ağacın arkasından hızlıca çıkıp kurbağa liderine bir elektrik akımı gönderdi. Görsel olarak nasıl göründüğünü bilmiyordu ancak hissi çok güzeldi. İradesini kullanarak hayvanın vücudundaki elektrik akımlarını beyninde topladı. Kurbağa can çekişmeye başladı ve kısa bir süre sonra hareketsiz kaldı. Hazırdı. Ormandan çıkıp tepeden aşağıya koşarak kurbağa liderleri,generalleri ve askerlerinden oluşan birliklere yaklaşmaya başladığında az önceki deneyimini düşünmeye başladı. Vücudundaki elektrik akımını dışarı çıkardığında üstünde bir yük kalkmış gibiydi, ancak vücudundan çıkmış olan akım üzerindeki iradesi devam etmişti. Bunu vücudundaki tüm akım için kullanırsa gözlerini açınca bir şey olmayacaktı. Manzarayı kaçırmak istemiyordu.
Yeterince yakında olduklarını hissettiklerinde biraz yavaşlayarak ilerlemeyi sürdürdü. Karşısında binlerce düşman vardı. Onlara acıyordu.
Düşmanla arasında yaklaşık iki yüz metre kaldığında hazırlanması gerektiğini anladı. Vücudundaki tüm akımı sağ kolunun vasıtasıyla yelpazesine aktardı ve gözlerini açtı. Kurbağa liderleri onu görmüş ve küçümsemişlerdi sadece ön birlik üzerine doğru geliyordu, yaklaşık 60 kişilerdi. Sağ kolu akımın şiddetiyle titremeye başlayınca akımı onların üzerine atarak kaybetmek yerine bulutlara göndermeyi daha uygun buldu. Ve büyük bir yıldırımı yerden bulutlara fırlattı. Beklediğinden çok daha güçlüydü.
İlginç bir görüntü oluşmuştu. Sarı Kaplan kampın ortasındaki tahtında kıpırdandı ve az önce gördüğü şeyin kaynağının onun için büyük bir tehdit olabileceğini tahmin etti. Nöbetçi bir kurbağa generaline seslenip oraya üç birlik gönderilmesini istedi. Yaklaşık dört yüz kurbağa lideri.
Mystreal yıldırımı bulutlara gönderdikten sonra hem bulut içindeki akımı kontrol edebiliyor hem de kendi vücudundaki akımı kontrol edebiliyordu. Önündeki 60 kişi yaklaşmıştı. Kamptakileri tehdit etmek ve daha fazla adam göndermelerini sağlamak için kampın yakınlarına bulutlardan büyük bir yıldırım fırlattı. Uzaktan bir şeye isabet ettiğini ve karardığını gördü. Umarım Sarı Kaplan'dır diye düşünürken artık şimşek pençesini kullanma zamanının geldiğini anladı, kurbağa liderleri yaklaşmışlardı. Sağ kolunu hafifçe geriye attı ve sağ kolu üzerindeki akım üstünde irade kurdu. Elektrik akımını kurbağa liderlerini gönderirken o hem bulutlardaki akımı hem vücudundaki akımı hem de gönderdiği akımı kontrol ediyordu. Çok zor bir şeydi, ancak başarırsa efsaneleşecekti. Gönderdiği akımı en yakındaki kurbağa liderini vurduktan sonra onu ikiye ayırıp diğer kurbağalara yönlendirdi. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Şimşek pençesinin değdiği kurbağa lideri olduğu yerde kalakalıyor ve titremeye başlıyordu. Çok geçmeden gözleri kömür gibi kararıyor, beyni yandığı için kafasından dumanlar tüterek yere yığılıyordu. Çok geçmeden altmışıncı kurbağa lideri de yere yığıldı.
Mystreal üst üste kampın yakınlarına yıldırımlar çağırmaya başladı. Kampta bir telaş kopmuştu. Trestean'a gerek kalmamış gibi görünüyordu ancak erken davrandığını anladı. Trestean onun bu kadar hızlı olacağını tahmin etmemiş olmalıydı, ortalıklarda görünmüyordu. Umarım panikleyip Okeanos'u öldürmezler diye düşünerek üstüne gelen 500'e yakın kurbağa liderinin gelmekte olduğunu gördü. Ancak uzaktaydılar. Hızlı hareket etmeliydi. Yelpazesini havaya kaldırıp sol eliyle eski bir büyü yaptı. Bu büyü vücudundaki her hücreye nüfus ederken o büyünün tam olarak işlemesini bekleyemeden koşmaya başladı. Çok geçmeden büyü tamamlandı ve çok daha hızlı ilerlemeye başladı. Konsantrasyonu da arttığından daha hızlı büyü yapabilecekti.
Kurbağa liderleriyle aralarındaki mesafeyi kapatırken aklında Roa-Jang'ın varisi Galisa vardı. O gerçekten kurtarıcıları olacak mıydı? Ve efsaneye göre Roa-Jang'ın veliahtı geldiğinde köyün kahramanı kenara çekilecekti. Kadim Dil'de yazıldığından ölmek ile aradan çekilmek kelimeleri aynı kelimeyle ifade ediliyordu. Umarım Sura'ya birşey olmaz diye düşünürken kurbağa liderlerine iyice yaklaştığını fark etti. Çığlık atarak yelpazesiyle şimşek pençeleri savurmaya başladı.
Her ne kadar büyük bir hızla ardı ardına şimşek pençeleri yollasa da beş yüz tane kurbağa lideriyle aynı anda başa çıkamıyordu. Sayıları çok fazlaydı. Ona çok yaklaşanlara tılsım atarak etkisiz hale getiriyordu. Çok geçmeden üstüne gönderilen birlikten çok az kurbağa lideri kalmıştı. Kampla arasında bulunanların üzerine şimşek çağırdı ve ard arda yıldırımlar düşmeye başladı. Bir çoğu zaten yıldırımlardan ürküp kenara kaçışmışlardı. Ona saldıranlara da tılsım atıp etkisiz hale getirerek ilerlemeyi sürdürdü. Kampa çok değil, üç yüz dört yüz metre kalmıştı ki Trestean'ın çıkması gereken yerin biraz daha uzağından çıktığını ona şaşkın şaşkın baktığını ve eliyle şaşırma işareti yaptığını gördü. Mystreal ona bulutları işaret edip kampa yıldırımlar düşürmeye başladı. Trestean parmaklarıyla ikinci plan anlamına gelen bir işaret yaptı. Trestean zaman kaybetmeyip direkt Sarı Kaplan'a suikast düzenleyip onu etkisiz hale getirecekti. Mystreal çevresini sarmış olan kırk kadar kamp öncüsü olan kurbağa liderlerini zorlanmadan şimşek pençesiyle etkisiz hale getirecekti ki bu öncülerin arkasından zar zor görünen kısa boylu kurbağa askerlerini gördü. Yutkundu. Sayılarını tahmin etmek güçtü. Adeta bir koloni gibi hareket ediyor kurbağa liderlerinin arkasında mevzileniyorlardı. Temizleyeceği kırk kurbağa liderinden sonra en azından bine yakın kurbağa askeri tepesine binecekti. Ne yapmalı diye düşünürken aklına bir fikir geldi. Ölü taklidi yapabilirdi. Öncelikle kurbağa liderlerinin onu yaralamasına izin vermeliydi. Kampın çevresine ve dhampın diğer tarafındaki öncü kurbağa birliklerinin üzerine şimşek çağırarak yıldırımlar düşürmeye başladı. Bu esnada saldıraya geçmiş olan kurbağa liderleri ona hamleler yapmaya başladı. Çok geçmeden vücudunun görünen kısımları kanla kaplanmıştı. Kendini yere atarak nefes almamaya başladı. Kurbağa liderleri duraksadı ve ona saldırmayı kestiler. Bazı sesler duyuyordu ancak anlayamadı. Kaba bir kaç kol onu kaldırıp bağladı ve kampa doğru ilerlemeye götürmeye başladılar. Bundan iyi plan olamazdı. Onu kendi elleriyle kampa götürüyorlardı, Trestean kamufle olmuştu ve Sarı Kaplan'a suikast düzenleyecekti ve onu elleri bağlıyken, silahsızken bir şey yapamayacağını düşünüyor olmalıydılar. Öncelikle bunu kontrol etti. Vücudundaki akıma konsantre oldu ve iradesiyle bu akımı kollarına taşıdı.Az önceki kadar olmasa da kollarında güçlü bir akım vardı. Bulutlara gönderdiği akımı da kontrol etti. Rahatlıkla bu haliyle bile şimşek çağırabilirdi. Ama dikkat çekmek istemediğinden bekledi.
Kampa geldiklerinde onu yere attılar. Yer çamurdu ve pislik kokuyordu. İğrençti, bu kurbağa dışkısıydı. Biri yanına yürüdü, ayakları altındaki çamur iğrenç sesler çıkarıyordu. O kişi ayağıyla omzunu dürttü ve geriye doğru seslendi. Bu sesi tanıyordu, Sarı-Kaplan'ın sağ kolu olan kurbağa generaliydi.
Okeanos onun öldüğünü düşünüyor olmalıydı. Bağırıyor ve küfrediyordu. Sesinden pek zarar görmediği anlaşılıyordu. Çamurda yatmak düşündüğünden çok daha fazla sinir bozucuydu. İğrenç kokuyordu. Trestean onu böyle görünce önce şaşıracaktı. Umarım paniklemez diye düşünürken Sarı-Kaplan kükredi. Kükremesi tüm ovada yankılanırken dev cüssesinin yere yıkıldığını duydu. Kurbağalar bir kargaşa kopardı. Bu kargaşa gürültüsünün arasından Trestean'ın sesini zayıfta gelse duyuyordu.
Trestean "Evet kurbağacıklar. Sonunda karşı karşıya geldik. Arkadaşımı öldürdüğünüz için her çeşit pişmanlığı tattıracağım size." dedi ve metalin metale değdiğinde çıkan sesler duymaya başladı. Hançer ete girdiğinde öyle iğrenç sesler duyuyordu ki bunu ilk kez duyacak olanların çok geçmeden kusacağını düşündü. Tüm ilgi Trestean üzerindeyken artık kalkabilirdi. Ellerindeki akımı kontrol etti ve güçlendirdi. Eliyle onu bağladıkları urganları yakalayıp yakmaya başladı. Urganlardan kurtulması fazla sürmedi ve onun ayağa kalktığını gören kurbağalarla ilgilenmeye başladı.
Yanıtla #8
« : Ağustos 04, 2011, 01:14:50 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


Günlük meditasyonunu tamamlamak üzereydi. Uzaktan bir ırmağın neşeli bir şekilde aktığı duyuluyordu. Ilık bir meltem yüzüne doğru esti. Son yeminlerini edip, duasını tamamladıktan sonra hareket edemediğini farketti. Paniklemişti. Ejderha Tanrı'yı kızdıracak ne yaptım ben diye düşünürken bir ses duydu:"Lütfen bana yardım et. Ejderha Tanrı sana tüm varlığımla yemin ediyorum ki karşımda bulunan bu şerri dünyandan kovmak için varımı yoğumu ortaya koyacağım. Lütfen beni kurtar. Görüyorsun, Snakefield'a götürülüyorum. Orasını bu dünyada kim ziyaret eder. Sadece sen biliyorsun benim bu halde olduğumu. Yalvarırım yardım et."
Öylece kalakalmıştı. Vücudunu kontrol edebiliyordu. Ancak duyduklarından sonra kendine hakim olamamıştı. Ejderha Tanrı'dan yardım isteyen birinin sesini duymuştu. Ejderha tanrı lütfedip bunu onun yapmasını istemişti. Hem mutlu oldu hem de çocuğun düştüğü duruma üzüldü. Sesinden gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu anladı. Ve şu bahsettiği şerri merak etmeye başladı. En büyük şer Büyük Savaş sonrasında bu dünyadan def edilmişti. Bir kayanın üstüne bıraktığı yelpazesini kapatıp kınına yerleştirdikten sonra zırhının yanındaki kısıma yerleştirdi. Atına atladı ve Jungrang'ın(Lanetli yaratıkların olduğu yer. Waryong ve İmha bölgesi gibi. Kırmızı ülkede.) dar geçitlerine doğru sürmeye başladı. Snakefield uzakta değildi. Bu geçitlerin hemen çıkışındaydı. Umarım geç kalmam diye düşündü.


Trestean ve Mystreal'in aşırı gücünden korkan kurbağalar her geçen saniye daha fazla kayıp vermek yerine çareyi kaçmakta buldular. Trestean ve Mystreal kamptaki çatışma henüz tam olarak başlamadan Okeanos'un yanında mevzilendiklerinden Okeanos'a bir zarar gelmemişti. Mystreal etrafı gözlerken Trestean Okeanos'u çözüp bir şeyi olup olmadığını kontrol etmeye başlamıştı ki, Okeanos "Dostum. Bu bana resmen hakaret." diyerek kahkaha atmaya başladı ve Trestean'a sarıldı. Okeanos "Zırhımı çıkardıklarında güçlü beden yeteneğimi kullandım. Bir kaç defa mızraklarla tehdit etmeye çalıştılar ancak gıdıklamakla yetinebildiler."
Trestean "Dostum iyisin ya. Umarım böyle birşey bir daha karşılaşmayız."
Okeanos "Umarım dostum." dedi ve Mystreal'e bakarak "Myst sana ne oldu böyle. Kampa yağan yıldırımlardan sonra inan şu an senden kaçan kurbağalar kadar korkuyorum." dedi.
Mystreal "Kurbağalar gibi bir dostuma zarar vermediğin sürece için rahat olsun, sana zarar vermem" diyerek sırıttı. "Yalnız itiraf edeyim bende bu kadar büyük bir güce sahip olduğumu bilmiyordum. Herhalde bulutlu havadan kaynaklanıyor. Şimşekleri yönlendirip yıldırım yaratmak çok daha kolay."
Okeanos "Kendince mütevazilik yapıp bizi iyice ezecek, hahaha. Zırhımı bir kurbağa generali aldı herhalde. Bana kılıçta olmadığına göre artık bu halde köye döneceğiz. Bu arada Trestean Sarı Kaplan'ın ..."
Trestean "... sandığını aldım evet." dedi ve kamptaki tek çadırın girişindeki küçük sandığı gösterdi. "Bunu Uriel'e sapa sağlam götürelim."
Mystreal gözünu uzaklaşan kurbağalardan ayırmadan "Okeanos çadırın içinde bir kaç kılıç ve bir kaç tane kaba yapım zırhlar görmüştüm. İşine yarayan bir şey bulursun belki." dedi, Okeanos onaylayıp çadıra doğru ilerlemeye başladı. Mystreal elini kaldırıp bulutlara doğru bir kaç tılsımlı söz sarfetti ve o an onlardan uzakta olan kurbağa askerlerinin üzerine çok şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. "Bu onları daha da perişan yapmaya yeter. Okeanos üzerine bir şeyler bulduktan sonra daha fazla oyalanmadan köye hızlıca geri dönelim." dedi.
Üç büyük savaşçı kurbağa kampından ayrılırken yüzü olmayan gözler tarafından izlendiklerinin farkında değillerdi.
Kor'a Tila ve Jinno'lu savaşçılar Kor'un açıklamalarına şaşırırlar. Yaklaşık bin tane adam çöle doğru ilerliyordu. Bir savaş patlak vermek üzeredir. Tila üç adamı Pyugmoo'ya göndererek köydekileri uyarmalarını ve Snakefield'a yardım getirmelerini ister ve Kor'u takip etmeye başlarlar. Kor önden giderek iz sürer. Burak'ın bırakmış olduğu izi görürler ve doğru yolda ilerlediklerinden emin olurlar.


Burak ve onu tutsak edenler çölden yeni çıkmışlardır ve bir kuyunun yanında mola vermişlerdir. Galisa adamlara o kuyunun yanına kadar hiç mola verdirmemiştir. Oraya kadar onları büyü yoluyla ayakta tutmuştur. Atlılar hızla ilerlediklerinden dolayı yayalar yarım günlük mesafe arkada kalmışlardır. Yol boyunca atlılara katılan başka atlı adamlar olmuş sayıca çok fazla çoğalmışlardır. Burak iki de bir yer değiştirerek acınaklı bir şekilde su ve yiyecek isteyerek gücünü toplamaya çalışmaktadır.
Burak son adamlardan su ve yiyecek isterken Galisa ona doğru yaklaşır ve kendini daha acınaklı bir duruma sokar. Galisa "Hiç iyi rol yapamıyorsun. Ama mola verdiğimizden beri yaptıkların sayesinde takdirimi kazandın. O vücuda iyi bak." dedi ve baygın durumda olan bir kaç ata büyü yapmaya gitti. Burak elini yumruk yaparak yere vurdu. Buradan kaçmalıydı. Hava kararıyordu, geceyi bekleyecekti ama gece olmadan Snakefield'a varmış olurlardı.


Meditasyon yaptığı sırada Burak'ın yalvarışlarını duyan şaman uçurumların ve keskin yamaçların olduğu geçitten dikkatlice ilerliyordu. Yarım saatlik yolu vardı. Snakefield ovasına girmeden önce iksirlerini içecek ve yardımcı büyüleri yapacaktı.


Kor grubunu çölden geçirmek yerine dağlık kısımdan geçirerek daha hızlı yol almalarını sağladı. Artık nereye gittilerini biliyordu. Oraya gidene kadar plan yapmalıydılar.


Galisa gruba toparlanmalarını emreder ve Snakefield ovasına giriş yaparlar. Galisa en önden dört nala ilerler ve Lanetli yaratıkları korkutarak atlıların geçeceği güzergahı boşaltır. Burak bir atın üstünde tek başına ilerliyordu. Onun güçsüz durumda olduğundan cesaret alan nöbetçileri onunla aynı atta blunma zahmetine girmemişler ayrı bir ata bindirmişlerdi. Çevresi sarılı olduğu için kaçamıyordu. Çok geçmeden Uzakta evler görmeye başladı. Burayı biliyordu. Galisa önden gitmiş ve evlerden birine girmişti. Atlılar eve yaklaştıklarında görüş açısına bir yapı girdi. Yuvarlak ve ortası boş bir kemerdi. Aklına hemen Stargate filmi gelmişti. Evin içinden birisi bağırdı:"Tahminin doğru çocuk. Bu dünyayı yaratırken tecrübelerinden yararlandım."
Galisa iki katlı evin ikinci katından penceresinden adamlara seslenerek savunma düzeni almalarını istedi. Burak'ı da kemerin önünde bir direğe bağlamalarını emretti.
Burak yardımın gecikeceğinden emindi. Kabuslarında sürekli karşısına çıkan Galisa en sonunda ona hükmedebilecekti. Onun kullandığı vücutla dünya'ya dönecekti. Burak ise "arka koltukta" yapacaklarını izlemekten başka birşey yapamayacaktı. Galisa bir seri katil mi olacak yoksa bir uyuşturu satıcısı. Burak çok daha karanlık şeylerin olacağını seziyordu. Bu olay basit bir olay değildi.
Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yardım gelmiyordu. Burada tek başınaydı. Bir taş bloğa bağlanmış ve çaresizdi. Çevresinde yüzlerce adam vardı ve her geçen dakika artıyorlardı. Rüzgar askerleri, mistik askerleri, atlı tanımlayamadığı askerler çevresini sarmaya devam ediyordu. Yardım gelse bile aşmaları tüm bu asker yığınını gerekecek. Galisa köşkün kapısını açtı ve dışarı bir adım attı. Sura’nın vücudunu kullanıyordu, bu haksızlıktı. Hiçbir canlı başka bir canlının vücuduna hakim olamaz. Bir kere bu belirsizlik ilkesine aykırı, diye düşündü Burak. Kafasını salladı ve bir rüyada olduğunu, tüm bunların kafasının içinde döndüğünü hatırlattı kendini. Galisa ona yaklaşıyken her adımında içi titriyordu. Onun vücudunu kullanarak gerçek dünyaya geçecekti ve kim bilir neler yapacaktı. Buna izin veremezdi, ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Yardımın gelmesini dilemeyi bırakmıştı. Büyük bir yardım gelse bile onu kurtarmaya yetişemezlerdi. Çok fazla adam vardı ve onları aşana kadar Galisa vücuduna hakim olup bu sanal dünyayı yok edip gerçek dünyaya geçebilirdi. Galisa yanına geldi ve kulağına fısıldadı, “Daha değil küçük dostum, daha değil. Küçük bir ayin gerekiyor. Yarın gün ağarırken yapmam gerekecek. Sen ise bir yere kıpırdamadan sabırsızlıkla o anı bekleyeceksin.” Dedi ve ufuğa bakarak düşüncelere daldı ve bir süre sonra gözlerine bakarak konuşmaya devam etti,”Söylesene, bir hamam böceğinden farkın ne? Tabii düşünebiliyorsun ve iradeye sahipsin, farkındalığın var. Fakat nasıl kullandın bu nitelikleri! Size verilen ömürleri boş yere harcıyorsunuz. Potansiyelinizden haberiniz yok. Öyle değersizsiniz ki!” dedi ve yere tükürdü. Yakınlarda onu izleyen adamlara dönüp birkaç emir verdikten sonra köşke geri döndü.
Umutsuzluğu kararan havayla birlikte her geçen saniye daha da artıyordu. Boynundan ayaklarına kadar kalın urganlar ile bağlanmıştı. Bir iki zorlayayım dedi ancak milim kıpırdayamadı. Yardım gelmeden hiçbir şey yapamazdı. Çevresindeki adamları izliyordu bir yandan. Hiç ateş yakmaya meyletmemişlerdi. Belli ki dikkat çekmek istemiyorlardı. Gece olacaktı ve her taraf kap karanlık iken yardımın gelmesini mi bekleyecekti. Yalnızdı. Bütün gece yapayalnızdı. Yardım gelmiyordu ve gecenin peşinden gelecek olan yeni gün ile birlikte benliğini yabancı bir varlık ile paylaşacaktı. Son anlarıydı. Ölümü düşünmeye başladı. Ölüm sadece yokluktan mı ibaretti. Bir bilincin doğum ile gelen bilinci ölünce ne olacaktı. Burak bununla ilgili araştırmalar yapmıştı, bilgisayar başında. Kur’an, Eski Ahit, Tevrat ve semavi olmayan ancak etkileyici kesinlikte bilgiler içeren başka dinlerin kitaplarını da derinlemesine incelemişti. Ancak kafasında her defasında bir soru beliriyor, ona cevap bulamıyordu. Ya hepsi yanlışsa. Hepsi yanlışsa ölüm, ölüm olacaktı. Bir yok oluş. Ruhun bir ağırlığı olduğunu okumuştu. Kur’anda geçen bir ayette de Allah’ın insanı yaratırken o değişik ismi olan çamura kendi ruhundan üflediği yazıyordu. Tek elle tutulur dayanağı buydu. Ruhun bir ağırlığı var ve bu ağırlık O’nun bir parçasının ağırlığı. Ölümü yerine başka şeyler düşünerek son saatlerinde canını sıkmamayı tercih etti. Metin2 dünyasındaydı. Hepsi, her kavramıyla birlikte karşısındaki karanlık tepelerin ardındaydılar. Hiçbir gerçek macera yaşamadan gidecekti buradan. Gerçek dünyaya dönünce de gerçek Burak olmayacaktı. Burak görünümlü Galisa ortalıkta dolaşırken o sadece izleyecekti, arka koltukta. Belki bedeniyle birlikte tüm benliği, iradesi, aklı, ruhu da Galisa’nın kontrolüne geçerdi. Annesine bir daha sevgiyle bakamayacaktı. Metin2’nin içine girmeden önceki gün arkadaşlarıyla birlikte son vakitlerini geçirmişti. Her şey böyle gelişmeseydi, herşey farklı olabilirdi. Kafede gördüğü, sonrasında markette karşılaştığı kız ile bir birlikteliğe başlayabilirdi. Bir meslek sahibi olur, evlenir, çocukları olabilir, yaşlanabilir, emekli olabilir, çocuklarını evlendirebilirdi. Ancak tüm bu güzel şeyler yaşanmayacaktı. Tüm bu hayaller, zihninden çıkan ağırlıksız frekanslarda kalacaktı. Evrene gönderdiği son mesajlar olarak.
Uyumak istemiyordu. Son anlarını doyasıya düşünerek geçirmek istiyordu. Tüm varlığı birkaç saat sonra sonlanacak olmasına rağmen en ufak bir duygu kırıntısı hissetmiyordu. Tek bir duyguyu hissediyordu. O da ölecek olmasıyla ilgili değildi. Galisa’nın dediği doğruydu. İnsanların büyük bir potansiyeli olmasına rağmen ellerinin tersiyle bunu reddediyor ve hayat dolu tembelliğe kucak açıyor, çalışmak yerine sürekli molaları bekliyorlardı. Şöyle bir düşünüldüğünde insan potansiyeli reddedilemez şekilde sonsuz gibi görünebilir. Bundan üç bin yıl sonra doğacak bebek de bugün doğan bebek ile aynı genetik kodlara sahip. Tek fark arada üç bin yılın olması. O üç bin yıl sonra doğan bebek farklı şekilde büyütülecek. Beyni hedef alınacak. Zevk aldığı şeyi yapacak ve tüm ömrü boyunca o şey hakkında uzmanlaşacak, belki ışınlanmayı bulacak. Belki ondan önce bu eğitim şekliyle eğitilen başka biri ışınlanmayı bulmuş olacak. İplerin izin verdiği kadarıyla başını iki yanına salladı. Galisa haklıydı. Onun kim olduğunu nasıl var olduğunu bilmiyordu. Ancak haklıydı. Eğer bir mucize gerçekleşir ve dünyaya dönebilirse geri kalan ömrünü insanlık için yararlı bir şeyler uğruna harcayacaktı.
Başını yukarı kaldırdı ve bu yapay evrendeki yıldızlara baktı. Muazzamdılar. Gökyüzünü seyretmekten her zaman hoşnut olmuştu. Her biri özenle yapılmış bir mücevher gibiydi. Sabah olduğunda onu mutlak bir yokluk bekliyordu. Gırtlağındaki düğüme daha fazla dayanamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Giydiği siyah çelik urganlarla bağlanmış olsa da her hıçkırıkta sarsılıyordu. Ona yakın olan nöbetçiler ağladığını görünce elleriyle onu işaret edip kabaca kahkahalarla gülmeye başladılar. Ağlıyordu. Ölecek olmasına ve tüm yapamadıkları için değil. Galisa’nın haklı olduğunu bildiği için ağlıyordu.
Yıldızları izlemeyi bıraktı. Sessizce yere bakmaya başladı. Yapacağı hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey yapamazdı. Bu durumdayken elinden ne gelirdi ki.
Derken uzaklardan yankılanarak gelen bir ses işitti. Ovadaki tüm tepelere çarpıyor ve durulmak yerine daha da fazla yankılanıyordu bu ses. Her ne oluyorsa, o da korkmuştu. Ejderha Tanrı’ya dua etmeye başladı, bu daha önce de işe yaramıştı.
Yaptığı meditasyon sırasında bir yardım çağrısı işiten şaman sarp yamaçlarda atıyla dört nala ilerlemekteydi. Atı çok fazla zorlanıyordu. Ona boynuna eliyle dokunarak zihinsel olarak yardım etse de at bedensel bakımdan oldukça yorulmuştu. Hava kararalı uzun zaman geçmişti. Geç kalmak istemiyordu. Eğildi ve atın boynunu öptü ve kulağına “Dayan çiçeğim, dayan. Yardıma şu an herkesten fazla ihtiyacı olan birini kurtarmaya gidiyoruz. Dayan.” Diye fısıldadı. At kişnedi ve yorulmuş olsa da daha sert adımlarla hızla koşmaya devam etti. Yaklaştığını hissediyordu. Snakefield çok yakındaydı ve tahmin ettiği yere gitmek için ovayı kullanmak yerine tepelerden ilerlemeye karar verdi. Eski bir köşkün yakınına gidiyordu. Orada yardım çağrısını duyduğu kişi hakkında bilgiler bulacağından emindi. Eğer o kişi oradaysa ne olursa olsun onu oradan kurtaracaktı. Ejderha Tanrı bunu istiyordu. Bunun için yaşamını ortaya koyabilirdi. Atını sürmeye devam etti, iyice yaklaştıktan sonra yaya olarak ilerleyecekti.
Kor önden atıyla hızla ilerliyordu. Tila ve beraberindeki grubu arkasından ona yetişmeye çalışıyorlardı. Snakefield geçitlerine az önce girmişlerdi. Kor durdu ve uzaktan gruba eliyle yaklaştıklarını işaret etti. Grup yaklaştığında Tila biraz daha hızlandı ve Kor’un yanında durdu.
“Yaklaştık mı?” diye sordu Tila.
“Fazlasıyla.” Diye yanıtladı Kor. Bakışlarından öldürme açlığı görünebilirdi. Bu tüm suralarda hissedilebilirdi ancak Kor’da bu başka bir boyut kazanmıştı, göz göze geldiğinizde somut bir korku hissedebilirdiniz.
“Uzun zamandır yoldayız. Adamlar yoruldu. Saldırı sırasında verimli olacaklarını sanmıyorum.” Diye yanıtladı Tila, onunda halinden yorgun olduğu anlaşılıyordu ancak içinde bir intikam ruhu yandığı için yorgunluğunu önemsemiyordu. Plan yapmalıydılar. En ince ayrıntısına kadar, bu yüzden askerlerin durumlarını görmezden gelemezdiler.
“Onlara ihtiyacım yok. Kardeşimi tek başıma da kurtarabilirim.”
“Seninle geliyorum.”
Kor itiraz etmedi. “Savaş alanında yolumdan çekilmeni isteyeceğim senden, benden mümkün olduğunca uzakta durmalısın.” Dedi ve kılıcını kınından çıkarıp Tila’ya gösterdi ve dedi ki:”Bu kılıç bu gece hiç yanmadığı şekilde yanacak. Yapıldığı günden beri bu günü bekliyordu bu kılıç. Kardeşleri yitmiş olsa da kalan tek kılıç olarak gücünü gösterecek KADİM MUHAREBE KILICI!”
Sesindeki sinirden ve öfkeden dolayı gruptaki diğer adamların tüyleri diken diken olmuştu ve bu suranın savaşa bu denli konsantre olmasından dolayı onlarda kendilerine geldiler ve canlanmak, üstlerindeki yorgunluğu atmak için birbirlerini motive etmeye başladılar. Tila bu duruma sevindi, moral buldu ve plan yapmaya başladılar. Planın ana unsuru çatışma alanındayken Kor’dan uzak durmaktı.
Yardım geliyor muydu bilmiyordu ancak çevresindeki nöbetçileri korkutmuşa benziyordu. Akın akın sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladılar. Galisa köşkün balkonundan emirler yağdırıyordu. Rüzgar ve mistik askerleri gece boyunca bu çevrede toplanmış olmalıydılar, sayıları en son gördüğünden çok daha fazlaydı. Akın akın o yöne gitmelerine rağmen çevresindeki yoğunluk hiç azalmıyordu. Oradakilere şans diledi. Ellerinizi çabuk tutun, ellerinizi çabuk tutun, diye söylendi içinden.
Atından ineli uzun zaman geçmemişti ki önünde bir grup mistik askerinin olduğunu gördü. Belindeki kınına yerleştirmiş olduğu iblisin yelpazesini çıkardı. Bu silahın bir hikayesi vardı, gözünde biriken bir damla yaşı sildi ve ne yapacağını düşünmeye başladı. Büyüyle yapacağı her şey dikkat çekecekti. Tek başına yelpazeyle saldırırsa da yeterince etkili olamayacaktı. Eğer dikkat çekeceksem bütün dikkati üstüme çekerim diye düşündüğü sırasında içinden bir ses, evet içinden başka bir ses durmasını söyledi. Sen de kimsin diye sormasına gerek yoktu. Kim olduğunu hissetmişti. Ses ona konsantre olmasını istemişti. Ejderha Tanrı’nın bu isteğine şaşırmıştı. Daha önce böyle bir şeyi ne duymuş ne de yaşamıştı. O Ejderha Tanrı’yı düşünürken garip bir şey oldu. Bir şeyler hissetmeye başladı. Yaşamını sadece izlediğini hissediyordu, görüyordu, duyuyordu, dokunduğunda hissediyordu ancak irade ve kontrol onda değildi. Bir ses “Korkma evladım. Bunu tek başına başaramazdın. Bunu ben halletmeliyim. Bu dünyada somut olarak beliremediğimden senin buraya gelmeni istedim. Kurtarılacak kişi çok değerli biri ve büyük bir tehdit tarafından tutsak edilmiş halde. İstersen gidebilirim, bedeninin kontrolünü geri alabilir ve istediğini yapabilirsin.” Diye fısıldadı, bir tür içses gibi bir şeydi. İçinden “Hayır, lütfen onu kurtarın. Onun için endişeleniyorum. Ne gerekiyorsa yapın.” Diye düşündü. Ses “Bu fedakarlığın ödülsüz bırakılmayacak.” Dedi ve vücuduna o ana dek hissetmediği bir enerji nüfuz etmeye başladığını hissetti. Bu gücü kaldıramazdı, Ejderha Tanrı vücudunu yönetmeseydi. Önünde duran karanlık dallar artık karanlık değildi. Kızıl bir ışıkla aydınlanıyorlardı. Bu ışık gözlerinden geliyor olmalıydı. Bu denli güç, inanılmazdı.
Kor ve Tila gruplarıyla birlikte plan yaparken büyük bir ses işittiler. Ses çevrelerindeki tepelerde yankılanırken sesin geldiği yere yakın oldukları için sesin neyden geldiğini az çok tahmin edebilirlerdi.
Tila Kor’a bakarak “Bu bir ejderha kükremesiydi.” Diye fısıldadı.
Kor “Son ejderha öldüreli uzun zaman geçmişti değil mi?” diye sordu.
Tila “Evet. Hatta efsanelerde yer alıyor. Bir tek tanrı olanın hala yaşadığını biliyorum.” Dedi.
Kor “Bir tanrının yoluma çıkmasını istemem. Acele etmeliyiz. Bir tanrı olsa bile ölümsüz değil. Dönüşüm kürelerinizi hazır tutun. Eğer onunla karşılaşırsam sizi yardıma çağırırım. Ben önden gidiyorum, siz kuzey doğudaki tepeleri izleyin sizi köş götürecek. Hızlı olun.” Dedi ve atına atladı, cevap beklemeden atıyla dört nala uzaklaşmaya başladı.
Tila planları askerlerle paylaştıktan sonra onlarda Kor’un söylediği güzergahta yol almaya başladılar. En arkadaki asker giderken bir yandan şiir okuyordu. Bu şiir Kadim Kitap’ta bir efsanede geçiyordu. Şiir askerlere hem güç hem de cesaret veriyordu.
“Yitip giden kahramanlıklar uzak değil.
Kılıç kırılmış, kalkan parçalanmış olsa bile.
Ey Kıvılcım! Ey Azad Edilen!
Kahramanlığın ruhlarımızla birleşirken
Düşmanın leşleriyle cebelleşiriz
Hiç usanmadık, durmayacağız
Biz Jinno’nun Yiğitleriyiz”
Az önce Ejderha Tanrı’nın yaptığı şeye hayret ediyordu. Ejderha kükremesi yapmıştı, onun ejderha kükremesi son seviyeydi ve beş altı tane büyüsel ejderha yaratabiliyordu. Ancak az önce Ejderha Tanrı yönetimindeki vücudu onlarca ejderhanın kükrediği bir büyü yapmıştı. Çıkardıkları ses hala yankılanıyordu. Ejderha Yönetimindeki elleri iblisin yelpazesini havaya kaldırdı ve Ejderha Tanrı onun anlayamadığı dilde sözcükler fısıldadı. Yelpazedeki kuru kafa şeklindeki cismin göz yuvalarında kırmızı gözler belirdi ve Ejderha Tanrı yönetimindeki vücudu gürültüyü duyarak gelen diğerleriyle ilgilenmeye koyuldu. Yaptığı büyüler muazzamdı.
Kor gördüğü manzara karşısında hayretle duruyordu. Bir şaman çevresini sarmış olan yüzlerce mistik ve rüzgar askerini katlediyordu ve gözleri farklı bakıyordu, kıp kırmızı. Yaptığı her büyü normal bir şamanın kapasitesini aşıyordu. Yelpazesini her büyü yapmak için savurduğunda çıkan büyü normalin onlarca katı büyüklüğünde oluyordu, etkisi ise tartışılamazdı. Her büyüyle birlikte karanlık ova bir an aydınlanıyor sonra tekrar karanlığa gömülüyordu. Böylece Kor bir plan yapmaya başladı. Bu şaman düşman değildi. Tersine dost gibiydi. Ona doğru gelen düşmanların ana kollarını o büyü yaptığı zaman farketmişti. Biraz gerisinde ana kol olmalıydı. Oraya doğru atını sürmeden önce şamana son bir kez daha baktı ve şamanla göz göze geldi. Olduğu yerde kalakaldı. Bu normal ejderha tanrı gücünü kullanan bir şaman değildi. Bu bir şamanın vücudunu kullanan ejderha tanrıydı, o an anlamıştı. Başıyla selam verdi. Ejderha Tanrı’da karşılık verdi ve uzakta da olsa bir yardım büyüsü gönderdi, bu uzaklıktan imkansızdı ancak o Ejderha Tanrıydı. Atını diğer yöne çevirdi ve dört nala ilerlemeye başladı. Muharebe Kılıcı kınında her büyüyle birlikte ışıldıyordu.
Çok geçmeden ana takviye koluna bir tepeyi aşarak ulaştı ancak erken farkedilmişti. Şamanın bulunduğu yere takviye giden o koskoca kol ona doğru kıvrıldı ve saldırmaya başladılar. Bir anda üstüne yüzlerce asker binmişti. Atından indi ve atın karnına vurdu, at korkarak uzaklaşmaya başlarken o muharebe kılıcını kınından çıkardı. Karşısında tecrübeli askerlerde olduğunu farketti, kılıcı gördüklerinde bir an duraksamışlardı. Düşman askerler ona doğru koşarak aralarındaki mesafeyi kapatırken Kor yardımcı büyülerini açmaya koyuldu. Sol kolunu ileri doğru uzattı ve bir ateşi yönetiyormuş gibi hissetmeye çalıştı, o anda karnından bir alev yandı ve alev tüm vücudunu sardı. Tepesinde karanlıkta daha belirgin olan bir kuru kafa belirmişti. Yine sol eliyle göğsüne dokundu. Ruhunun iç çeperine dokunduğunu anladığı sırada çeperi tuttu ve ileriye doğru çekerken büyülü sözleri tekrarladı. Büyülü zırhı ve dehşeti açmıştı. Muharebe kılıcını çıkardı ve ileriye ona doğru gelenlere doğrulttu ve silahın kabzasının biraz üstünden sol eliyle tutarak kılıcın sonuna doğru elini gezdirirken büyülü sözleri tekrarladı. Kılıcın elinin geçtiği kısımları garip bir kıvılcım ile parlamaya başlıyordu, kılıç yanıyor gibi görünüyordu. Büyülü keskinliği açtığında artık hazırdı. Çevresini saran askerlerden öyle tiksiniyordu ki. Onlardan öyle nefret ediyordu ki. Kardeşine kimse bir zarar veremezdi. Verirse bile bunu canıyla değil. Varlığıyla ödeyecekti.
Burak tutunabildiği tek umudun o gürültünün kaynağı olduğunu biliyordu. Başka hiçbir umuda sahip değildi. O gürültüden az sonra gürültüler çoğalmış ve hiç durmadan devam etmişti, yarım saat boyunca. Ondan sonra ses kesilmişti. Ya sesin kaynağı ölmüştü ya da çevresindeki saldırganları tüketmişti. İkincisi olsa iyi olurdu.
Galisa köşkün balkonundan içeri girmiyor, hiç susmuyor her saniye emirler veriyordu. Gözlerinden endişesi anlaşılabiliyordu ve bir an sonra kahkaha atmaya başladı. Delirdiğini düşünmeye başlamıştı. Galisa içeri girdi ve bir süre sonra kapıda belirdi.Ona dönerek “Gücümün bir sınırı yok Burak.” Dedi ve köşkün önündeki açıllığı boşaltmaları için emir verdi. Galisa Sura’nın her iki elini de kaldırdı ve yer titremeye başladı. Kısa bir süre sonra yerde bir çatlak belirdi. Çatlak büyüdü ve bir geçidi ortaya çıkmaya başladı, kaba bir kemeri bile vardı. Galisa bir süre bekledi ve “Gelin yardımcılarım. Gelin! Büyük Hükümdarınıza hizmetinizi verin!” diye kükredi. Olaylar başka bir boyut kazanmıştı. Buradan kurtulması imkansız gibi görünüyordu. Buradan kurtulamayacağını artık kabul etmeye başlamıştı. Galisa ona dönerek korkutucu bir şekilde sırıttı. Tüyleri diken diken olmuştu.
Kor karşısındaki gücün büyüklüğünü hissedebiliyordu. Kardeşinin ne durumda olduğunu merak ediyordu ancak acı gerçeği az da olsa tahmin edebiliyordu. Boğazında sert bir düğüm oluşuyordu ancak bu öfke ateşine daha fazla köz yüklüyordu. Etrafını saran mistik ve rüzgar askerlerinin sayısı gerçekten çok fazlaydı. Buradan sağ çıkamayabilirdi. Yanında götürebildiği kadar düşman götürmek istiyordu, ancak o zaman rahat olabilirdi. Ancak o zaman kardeşinin anısına hakettiği değeri verirdi. İçinde bulunduğu durudman dolayı vücudundaki tüm kaslar kasılmıştı. Çevresini sarmış olan o yüzlerce düşmanın saldırmasını beklemedi. Ortasında bulunduğu daireden çıkmak istemiyordu, sayıca daha fazla oldukları yere doğru koşmaya başladı. Mistikler ve rüzgar askerleri normal bir durumda dehşetten etkilenip ondan uzaklaşmalılardıi ancak böyle olmadı, tersine ona doğru atılmaya başladılar. Bu şaşırtıcı ve düşündürücüydü. Muharebe kılıcını kaldırdı ve gelen saldırıları savurmak yerine bedenlerine savurdu kılıcını. Kılıcı o kadar şiddetli indirmişti ki indirirken ona doğru savrulan bir kaç kılıç henüz sahipleri tarafından tutuluyorken paramparça oldular. Kılıçların sahipleriyse leş tepelerinin temellerini oluşturacaklardı. Oluk oluk gelmeye başladılar, o her kılıcını indirdiğinde kılıcın onların vücutlarına girerken çıkan o iğrenç sesler ona o kadar büyük bir zevk veriyordu ki. Çıkan kanlar ona o kadar yetersiz geliyordu ki. Daha fazla, daha fazla gerekiyor, kimse, hiçbir şey içimdeki bu kini ve öfkeyi durduramazdı.
Hızlı olmalıydı. Etrafındaki insan denizini aşmak için bir daha hızlı kılıç sallamaya koyuldu. Yaptığı parmak darbelerinin ve hortumların haddi hesabı yoktu ancak gelenler bitecek gibi değildi. Yürürken, kısa adımlar atarken artık ayaklarının altındakinin toprak değil de iğrenç sıvımsı bir şey olduğunu farketti. Üstüne doğru gelenlerin bazıları meşale taşıyordu, o aydınlıkta yere baktı ve geniş bir alana yayılmış insan denizi yarattığını gördü. Manzara iğrençti. Bazılarının bacakları ve kolları kıpırdıyor, can çekişiyorlard. Bazıları da yaralarının verdiği acıyla feryat figan ağlıyor, yardım istiyorlardı. Hizmet ettikleri amacın yaptırımı daha fazla olmalıydı. Kardeşinin başına kötü bir şey gelmesinin bir sorumlusu da onlardı. Ancak olayın böylesine basit olmadığını biliyordu. Derin bir mesele vardı burada. Galisa ile ilgili olduğunu tahmin ediyordu. Cevapları bulmak için köşke bir an önce ulaşmalıydı. Üzerine doğru gelen kılıçların sahiplerine tek vuruşta ölümcül yaralar oluşturuyordu. Gücünü korudu. İçinden gelen ses ona savunmanın asıl dalgasının mistikler ve rüzgar askerlerinden oluşmayacağını söylüyordu. Sabırla üzerine gelen saldırganları etkisiz hale getirmeye devam etti.
Ejderha Tanrı işini bitirmişti. Yakınlarda ve görünen yerlerde düşman kalmamıştı. Ejderha Tanrı şamana derinlerden gelen bir ses ile “Yaptığın fedakarlık unutulmayacak. Ben burada ayrılıyorum. Çünkü bedenin daha fazlasına dayanamayacak gibi. Seni tehlikeye atmak istemiyorum, sadakatinin karşılığı bu olmamalı çünkü. Kurtarman gereken kişi eski Snakefield sarayı harabelerinin girişinde ve onu kurtarmaya gelen başkaları da var. Gördüğümüz suradan bilgi alabilirsin. Adı Kor. O çocuğu kurtarmalısınız. Ve o şer yok edilmeli.” Dedi ve şaman yıllar boyunca bir daha Ejderha Tanrı’nın sesini bir daha işitmedi. Vücudunun kontrolünü tekrar ele alıyordu ve bu gerçekleşirken halsizleşti ve dizleri üzerine çöktü. Yelpazesindeki beyaz altından yapılmış olan kuru kafanın göz yuvarlarındaki ışık sönmüştü. Ejderha Tanrı gitmişti. Geriye yüzlerce kişilik bir leş yığını bırakmıştı. Gücünü toplamaya çalıştı ve büyük bir çaba harcayarak dizleri üzerinde doğruldu. O çocuk önemli biriydi ve o şer onun yeteneklerinin boyunu aşacaktı. Buna emindi. Çünkü ejderha tanrı yakınlarda başka kurtarıcılarında olduğunu söylemişti. Bu şerre karşı birlikte çalışmaları gerekecekti.
Üzerinden kalkan o büyük gücün ağırlığını bedeninde hissediyordu ve zorlukla yürümeye çabaladı. Biraz sonra gücüne tamamen kavuşacak ve eskisinden de güçlü olduğunu farkedecekti.
Tila arkasından onu takip eden emrindeki on kişilik takım ile Kor’un tarif ettiği kuzey yamaçlarından konağa doğru at sürüyorlardı. Tila hayatında hiç olmadığı kadar endişeliydi ve içinde çok kötü bir his vardı. Böylesine güç sahibi ve bu kadar adamı bir araya getiren birini uzun zamandır görmemişti. Normal şartlarda böylesine gücü bir araya getiren kişiye yaklaşmaktan çekinirdi. Ancak Galisa ve Sura’nın hayatı söz konusu olduğunda kendisinden geçebileceğini biliyordu. Galisa efsanede belirtilen kişiydi ve Sura, Jinno’nun en güçlü askeriydi. Ki sadece Jinno’nun değil bu toprakların en güçlü askeri olduğunu bir çok savaşta kanıtlamıştı. Tila’nın aklında “Böylesine güçlü iki askeri nasıl olurda bu güç duruma düşürebilir, nasıl olur?” gibi sorular dönüyordu. Şaşkındı. Sura adeta bir kale gibiydi. Savaş sırasında kimin başı sıkışsa Sura’nın yakınlarına gelirdi ve Sura hiç zorlanmadan üzerlerinden geçerdi. Nasıl olurda hala haber alamazlardı ondan ve Galisa’dan. Kaçma girişimlerinde bulunmuş olmaları gerekiyordu ancak yolda hiç böyle bir izle karşılaşmadılar. Sadece iz bırakmışlardı, bunu ya Galisa ya da Sura yapmıştı.
Bunu aklında bir çok defa tekrarlıyordu, ancak bir türlü kafasından uzaklaştıramıyordu. Sura nasıl olurda kurtulamaz. Boğazında bir hıçkırık oluşmuştu. Atı karanlıkta kısa boylu bitkilerin ve güdük ağaçların aralarında sakince ilerlerken o başını eğdi ve geçmişi hatırladı. Kadim Savaş iki hafta sürmüştü. Bu süreyi Sura uzatmıştı. O olmasaydı kesinlikle bugün Jinno isminde bir krallık olmayacaktı. Savaşın ilk günleriydi. İlk çarpışmalar yapılmış, ilerlemeler ve geri çekilmeler tamamlanmış savaşmak için gündüz olunması bekleniyordu. Tila’da bir çatışmadan dönmüştü ve ona grubuyla birlikte önceden gösterilen mevziye hareket ediyordu. Etraf sakindi. Seyroung vadisi çok sakindi. Orklar savaşın olacağını önceden hissetmişler ve mağaralara çekilmişlerdi. Mistik savaşçılar tapınaklarının karanlık koridorlarında savaşın sona ermesini beklemekteydiler ve Tila onların eskiden hüküm sürdükleri yerde yirmi kişilik takımından geriye kalan dört kişi ile birlikte tapınağın yanında geçiyorlardı. Vadi ile Pyugmoo köyü arasındaki geçite gidip orada köyün girişini savunmak üzere bekleyeceklerdi. Ancak işler yolunda gitmemişti. Onlar geri çekilirken büyük adanın Chunjoo tarafındaki köprünün çıkışında Chunjoo askerlerini gördüler. Sayıları o kadar fazlaydı ki etraflarını sarsalar içlerinde bir avuç karınca gibi duracaklardı. Tila adamlarına hızlı hareket etmelerini emretmişti ve elinden gelen bütün çabayla ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Elinden hiçbir şey gelmezdi. Atları çatışmalar sırasında ya kaçmış, ya ölmüş, ya da yaralandıkları için öldürmüşlerdi. Yaya olarak da Chunjoo süvarilerini daha fazla geride bırakamazlardı. Bu durum karşısında Tila adamlarına gitmelerini ve süvarileri oyalarak onların kaçmasını sağlayacağını emretmişti, ancak askerler Tila’nın bu emrini reddetmişler ve emre uymadıkları için isterse onları öldürmesini söylemişlerdi. O anda hayatta kalacağına dair bir inanç yerleşmişti yüreğine. Bu insanlar için hayatta kalmalıydı. Bu insanları yetiştiren insanlar için ayakta kalmalı ve onları korumak için ölmemeliydi. Sonuna kadar dayanacaktı. Yakınlardaki bir tepye tırmandılar ve zirvesinden biraz daha alt kısmında hiza aldılar. Savaşçılar kılıçlarını çekmişti. Tila da hançerlerini çıkarmıştı. Askerlerin ikisi bedensel, diğeri zihinsel idi. Zihinsel ortalarına ve biraz daha öne geçti. O zihinselin adı Okeanos’tu. O savaştan sonra baş savaşçı olacaktı. Karşılarındaki köprüden yüzlerce atlının geçtiği seçiliyordu. Gün ağarmaya başlamıştı. Köprüden çıkan atlılar yavaşlıyor ve köprüden geçen diğerlerini bekliyordu. Onlara karşı koymaları imkansızdı. Ancak ne kadar yavaşlatırlarsa iyiydi. Tila o zaman içinden lanetler savuruyordu. Daha savaşın ilk gününde bini aşkın Jinno süvarisi pusuya kurban gitmişti. O pusu gerçekleşmeseydi, o pusudan bir şekilde haberleri olsaydı durum böyle olmayacaktı. Hiçbir asker geri dönmemişti. Birkaç yaralıyı taşıyarak köye getiren atlar köyün yolunu bilmeselerdi bu kıyımdan haberleri olmayacaktı. Yaralı askerlerden bazıları iki korkunç şeyin yaşandığını anlatmışlardı. İlki pusunun büyüklüğü ve niteliğiydi. Diğeriyse akın akın gelen düşmana karşı askerlerini korumak amacıyla gelenlerin önünde tek başına duran Sura’ydı. Sura şu an üç yerde olabilirdi. Ancak burada olamazdı. Aldığı emir metinlerini incelerken Sura’nın şu anda Sohan Dağı’nda olması gerektiğini biliyordu. Geriye döndü ve ufka baktı. Sohan Dağı tüm heybetiyle eteklerindeki bulutların üzerinde yükseliyordu. Sura’ya da bir şey olursa asla toparlayamazlardı.
Önüne döndü ve hançerine daha sıkı sarılarak artık atlarına hız kazandıran Chunjoo’luların yaklaşmalarını beklemeye koyulmuştu.
Tila atıyla o köşke yaklaşırken geçmişi düşünmeye devam etti. Chunjoo'lu atlılar aralarındaki tepeleri hızlıca aşmışlardı. Yanlarına ulaştıklarında yavaşladılar ve aralarında on metreye yakın bir mesafede atlarını durdurdular. Aralarında en üst rütbede olan asker atıyla bir adım öne çıktı ve "Teslim olun. Silahlarınızı ve eşyalarınızı askerlerime bırakın. Ki canınızı bağışlayayım." dedi, adamın sesi kendini beğenmiş bir şekilde çıkmıştı. Tila içlerinde bulundukları bu acı durumun farkındaydı, emrindeki askerlerin canını riske atmak istemiyordu. En önlerindeki Okeanos arkasına, Tila'ya döndü. O kadar kararlı ve kendinden emin bakıyordu ki, daha başlamadan pes ettiğine pişman oldu. Okeanos kaşlarını çatarak Chunjoo atlılarına döndü ve büyük bir kin ile bağırarak bedenini güçlendirdi, güçlü bedenini açtı.
Tila kesin bir ses ile "Hazırlanın!" dedi. Yanlarındaki diğer iki savaşçı da öfkelerini ve hava kılıçlarını açmışlardı. Chunjoo tarafından kahkahalar yükseliyordu.
Okeanos bağırarak "Biz Jinno askerleriyiz! Yenilmek nedir bilmeyiz! Pes etmek nedir bilmeyiz! Biz ölü ruhların efendileriyiz! Biz Roa'nın Elçileriyiz! Leşe leş katıp kana kan katıp çağlayan oluşturmak için buradayız!" diyerek kükredi. Böylece Chunjoo tarafındaki kahkahalar kesildi.
Chunjoo'lu lider sert bir ses ile "Teslim olmayacaksanız, varlığınızı canınız ile ödeyeceksiniz!" dedi.
Tila "Varlığımız ve canımız Jinno'ya feda olsun! Biz askeriz, geri çekilmeyeceğiz. Sen ve askerlerin yolunuzu değiştirmediğiniz sürece sürekli karşınızda olacağız." diyerek karşılık verdi.
Chunjoo'lu lider adamlarına emir verdi ve atıyla geri çekildi. Ön saflarda savaşmayan türden bir lider, lider vasfına sahip bir lider değildir(Bu Cengiz Kağan'ın sözüne çok benzer). Chunjoolu askerler atlarından indiler ve çatışma öncesinde yeteneklerini açmaya başladılar. Sadece yirmi otuz tanesi atından inmişti, diğerleri atlarında bekliyorlardı. Chunjoo'lu lider bu kadar kişinin yeterli olacağını düşünmüş olmalıydı. Karşılarında suralar, savaşçılar, ninjalar ve şamanlar vardı. Okeanos tekrar arkasına döndü ve zırhının yan tarafındaki bölümdeki cepten bir kağıt çıkardı ve Tila'ya hitap ederek "Tila, eğer buradan sağ olarak kurtulursan, ki kurtulacaksın.Bu kağıdı, Uriel'e ulaştır. Bunu bir mistik işkenceciden aldım. Gizli görevdeydim ve soru sorma. Çatışma yakın." dedi ve kağıdı zorla Tilanın eline tutuşturdu. Tila hançerlerinden bir tanesini diğer eline aldı ve kağıdı Okeanos'a cevap vermeden cebine koydu. Okeanos sırtındaki özel bir kabzada duran yarı insan kılıcını kavradı ve ağır ağır yere doğru yaklaştırdı. Yarı insan kılıcının keskin olan yüzeyinden güneş ışığı yansıyordu. Hazırlardı. Tila sessizce fısıldadı "Kilit olun. Bu bir savunma savaşı. Sırt sırta verin ve gelenleri savurun. Kahramanlığa gerek yok." dedikten hemen sonra Chunjoolular onlara doğru yaklaşmaya başladı. Tila hepsini saydı 27 kişilerdi. 27 kişiye karşı 4 kişi. Karşılarındaki askerler hem sayıca üstünlüğün verdiği bir cesaret ile hem de dinlenmiş olmanın verdiği çeviklik ile hareket ediyorlardı. Tila ve askerleriyse daha yeni çatışmadan dönüyorlardı ve yorgunlardı. Chunjoo'lular bir nida savurdular ve onlara koşarak yaklaşmaya başladılar. Tam bu sırada her şey ağır çekime alınmış gibi olmuştu. At nalı sesleri gelmeye başlamıştı. Her at nalıyla sanki yer titriyordu. Onlara doğru koşarak yaklaşmakta olanlar bir yandan sağlarına sollarına bakarak nal sesinin kaynağını görmeye çalıştılar, ancak göremediler. Uzaklardan ninjalar, suralar ve şamanlar saldırılarını başlattılar. Tam bu anda nal sesi çok yakından gelmeye başladı. Ninjanın attığı ok, sura ve şamanın gönderdikleri büyüler henüz havadayken, havada başka bir şey daha vardı. Bir atlı. Tila ve askerlerinin sığındıkları tepenin zirvesinden atlamış bir atlıydı. Her şey ağır çekimde yaşanmaya devam etti. Atlının çevresi kapkaraydı. Atı kapkaraydı. Kendisi kapkaraydı. Tila ve askerileri ve Chunjoolular ani bir korkunun esiri olmuşlardı. Ağır çekim hızlanmaya başladı. Atlı yere ulaştığında Tila ve askerlerine saldırmaya gelenlerin tam ortasına düşmüştü. Atının üzerinde ayağa kalktı ve üzerinden atladı. Kimse ona yaklaşmak istemiyor gibiydi. Dost mu düşman mı olduğunu bilmiyorlardı. Chunjoo'lu lider saldırın emri verdi ve askerler şaşkınlığı üzerinden attı ve Chunjoo tarafındaki tüm askerler atlarından inerek gelen yeni tehdide saldırmaya başladılar. Siyah atlı kılıcını kabzasından çıkardı. Chunjoo'lu liderin emrine itaat etmeyen ve çevresinde ilk olarak onun saldırmasını bekleyenlerin arasından kılıcını kavradı ve bir sağa bir sola çevirerek kılıcını inceliyor gibi göründü. Kılıç kapkaraydı. Ancak ana hatlarından hangi kılıç olduğu seçilebiliyordu. Bu bir hortlak dişiydi. Siyah süvari başını yana yatırdı ve sağa doğru baktı ve Chunjoo'lu liderin ona korkuyla bakan gözlerine kenetledi bakışlarını. Orada bulunduğu süre içindeki sakinliğinden dolayı ondan beklenmeyen bir çeviklikle kılıcını hızla Chunjoo'lu lidere fırlattı. Kılıç Chunjoo'lu lidere yaklaşırken karanlık süvari Tila ve grubuna baktı. Tila hayatından hiç o kadar korkmamıştı. Kıpkırmızı, açık kırmızı rengine sahip iğrenç derecede korkunç gözlere bakıyordu. Karanlık süvari ona başıyla selam verdi ve attığı kılıcın hedefini bulduğunu anladıkları bir ses duydular, bu ses zırhtan gelmişti. Chunjoo'lu lider fazla acı çekmeden ölmüştü. Ceseti atından düşerken Chunjoolular sinirlendiler ve çevresindekiler ona doğru atak yapmaya başlayacaklardı ki karanlık süvari kollarını havaya kaldırdı ve yere doğru indirirken sert bir ses çıkardı ve çıkan ses ile beraber içinden doğan ateş dışa vurdu, bir patlama oluşturmuştu. Çevresindeki adamlar bir kaç saniye ona saldıramayacaklardı bu süre zarfında onlara takviye gelenleri etkisiz hale getirmek için başka bir büyü kullandı. Sağ elini yumruk yaparken büyülü sözleri söyledi "Aşiieyyath!" ve havada takla atarak büyüyü gönderdi. Bu suraların en güçlü yeteneği idi. O sırada bu yeteneği kullanırken neden takla attıklarını merak etmişti. Daha sonra bu yeteneği araştırmış ve bu taklanın neden atıldığını bulmuştu. Auralarının üzerindeki tüm enerji toplamak için büyüyü vücutlarında gezdiriyorlardı takla atarken. Büyü isabet ettiği onlarca askeri vadinin yeşil zeminine serdi, bu askerlerden bazıları ölmemişlerdi, bunlar uzun süre toparlanamadı.
Buruk bir erkek sesi geniş meydanda suskun dinleyicilere bir ağıt okuyordu.
Yanıtla #9
« : Ağustos 04, 2011, 01:15:31 ÖÖ »

Arshavin
*
Üye No : 70236
Nerden :
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 736
Mesaj Sayısı : 3 432
Karizma = 4646


"Yitip giden kahramanlıklar uzak değil.
Kılıç kırılmış, kalkan parçalanmış olsa bile
Ey Kıvılcım! Ey Azad Edilen!
Kahramanlığın ruhlarımızla birleşirken
Düşmanın leşleriyle cebelleşiriz
Hiç usanmadık, durmayacağız
Biz Jinno’nun Yiğitleriyiz!

Bu son mensubumuz değil
Jinno kahramanlar cennetidir
Ey Roa! Ey büyük kahraman!
Düşman hain bakışlarıyla çevrelerken etrafımızı
Biz düşmeden tutun kollarımızı!
Hiç yılmadık, izindeyiz senin!
Biz Jinno'nun Yiğitleriyiz!

Ey Azad Edilen Külün Narin Kor'u
Ey Kadim Ejderha yanında ol kurbanı olduğumuzun!"


Kalabalık bu ağıdın ardından hüzünle beklerken o derin sessizliği iki küçük bebeğin ağlamaları bozuyordu. Bebekler dünyevi kirlerin ardındaki o duygusal bağı hissederlerdi. Pyugmoo'da olağan bir sabahtı. Bayrağın her mensubu sabahın erken saatlerinde, güneş ufukta henüz belirirken köyün meydanında toplanmışlardı. Köy meydanının ortasında üstü açık bir tabut vardı. Ağıdı okuyan o duygulu sesin sahibi konuşmaya devam etti. Geçen kısa süre boyunca sesinden kendini toparlayamadığı belli oluyordu."Kaybımız büyük. Kaybımız bir askerden ibaret değil. Bir dost kaybettik. Bir Kral kaybettik. Bir kumandan kaybettik. Bir kahraman kaybettik. Bir sura kaybettik. Bir baba kaybettik. Bir Jinno'lu kaybettik. O bir ancak bir Jinno'luya yaraşan ve yakışan bir şekilde yaşadı. O her ülkedaşımıza örnek timsaliydi." ve kendini daha fazla tutamadı, önünde duran tabuta düşmemek için zor dayanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayarak konuşmaya devam etti:"O benim kardeşimdi! O benim bir tanemdi! O benim can yarımdı!"
Hemen yanındakiler göz yaşlarına boğularak onu teskin etmeye çalıştılar. Saçları beyaz bir kadın ona sarıldı, adam kafasını kadının bağrına götürüp ağlamaya devam etti. Kadında oğlunun acısını paylaşıyordu. O anlarda iki küçük bebek ve hıçkırık sesleri haricinde hiç bir ses duyulmuyordu.
Adam kendini toparladı ve konuşmaya devam etti:

"Ev uzakta. Oğullarımız evlatlarımız güvende.
Ey Roa! Al benim ruhumu!
Yaraşmayacaksa eğer kahramanlığına!
Ey Jinno! Hiç biriniz ölümden azad edilmediniz!
Sıcak meskenlerinizde rahatlayasınız diye sürdürmüyorsunuz varlığınızı!
Gün gelecek! Gün gelecek!
Ölüm ve gölge! Ateş ve kor! Sizi kuşatana kadar! "


Ve durdu. Kardeşinin miraslarına yaşlı gözlerle baktı. Kalabalığın ön saflarında iki bayanın kollarında iki bebek vardı. İki sura. İki kardeş sura. Korkadine ve Sura.

İnsanlar korkabilirdi. İnsanlar kendilerini kaybedebilirdi. İnsanlar keskin bir çaresizlik karşısında her şeye boyun eğebilirdi. Ancak o bunu yapamazdı. O bunu yaparsa diğer insanları tehlikeye atacağını biliyordu. Bunu kendi hayatıyla ödemeye hazır olduğunu bilmiyordu, ama pes etmeyeceğine adı gibi emindi. Yardımın geldiğini düşünüyordu, bunu istiyordu, bunu tüm benliğiyle umut ediyordu. Ya gelmezse. Elinden geleni yapmalıydı. Elinden gelen her şeyi. İntihar etmeyi düşündü. Rüyada ölmek, bilinçaltında yaşamına son vermek gerçekliğine etki eder miydi? Hiç bir şeyi bilmiyordu, bu yüzden korkuyordu. Kendini yağmurlu bir günde yıldırım sonucu oluşmuş çalılıklardaki ateşin önünde ateşi izleyen ilk insanlar gibi hissediyordu, ne yapacağını bilmiyordu. Çevresinde karanlık vardı. İçinde korku vardı. Galisa'da büyük bir kin vardı. İnsanlar bu nefreti nasıl haketmiş olabilirdi ki. Ve böylesine bir varlık nasıl var olabilirdi ki. Onu sadece bilinç-altının tetiklediği bir korku ögesi olarak düşünüyordu. Ta ki burada onunla göz göze gelene kadar. Bunu nasıl yapmıştı, bilmiyordu. Elinden gelebilecek hiç bir şey yoktu. Son enerjisiyle bir umut olmasını diledi ve içini çekerek iki üç adım önünde meşalelerin yanında ellerinde uzun bıçaklarla bekleyen mistiklere baktı. Burada sanal olan her şey gerçekti. Kendi kendilerine düşünebiliyor, kendi kendilerine karar verebiliyorlardı. Bunu nasıl yapıyorlardı? Daha uzun olanına kızgınlıkla "Şşş, ahmak. Sadece emirleri bekleyen bir köpekten mi ibaretsin?" diyerek onu tahrik etti.
Mistik hemen arkasını döndü, meşalelerin dans eden alevlerinin ışığında yüzünün her kıvrımından oldukça sinirlendiği çok açıktı, kaşlarını çatmıştı. Kalın bir sesle konuştu:"Bekle ve gör. Mistisizmin laneti senin üzerine olsun!" dedi ve tekrar arkasını döndü.
Bu kelimeler ona pek bir şey ifade etmese de korkutmuştu. Mistisizm gizemler üzerine kurulu bir akımdı. Az önce bilinç altındaki bir şeyden hiç tahmin edemeyeceği, bilmediği gizlerle örülü bir akımın laneti bulaşmıştı.
Umutsuzca gergince bağlanmış olan urganları zorlamaya başladı. Karın kaslarını ve bacaklarını iyice kasarak kendini öne doğru ittirmeye çalıştı ama ipler en ufak bir gevşeme belirtisi göstermemekte kararlıydılar. Kaderini beklemek zorundaydı. Ancak anının yaklaştığını hissediyordu. Doğu ufkundaki bulutlar güneşin geldiğini gösterircesine kızıllaşmıştı. Yaklaşık bir saat önce duyduğu o garip yankılanan sesleri düşündü. Ona yardıma gelenler çok güçlü olmalıydı. Ama acele etmeliydiler.
Galisa bir saat önce yarattığı tünelden henüz bir ses seda yoktu. Ancak oradakilerin hiç tekin olmadığını tahmin ediyordu. Burak bunları düşünürken Galisa köşkün kapısının önünde belirdi. Şeytani bakışlarındaki garip bir açlıkla Burak'a bakıyordu.
Her şey hazırdı bunu hissediyordu. Yardım ya gelmiyordu, ya engellenmişti ya da gelemeyeceklerdi, engellenmişlerdi. 20 yıllık yaşamının sonlarına geldiğini hissediyordu. Galisa içinde bulunduğu Sura'nın bedeniyle ona doğru bir adım attı. Köşkün balkon kirişlerinin hemen yanındaydı. Bir kirişe dokunmaya başladı. Ona bakarak konuşmaya başladı:
"Harika bir tasarım değil mi? Tamamiyle senin aklındaki hatıralardan ve yaşamındaki o gereksiz kesitlerden aldım. O kadar boşa yaşıyorsunuz ki. İçinizdeki potansiyelinizi o kadar boşa harcıyorsunuz ki. Gözünüzün içine sokularak yapılan şeyleri o kadar göz ardı ediyorsunuz ve kendinizi öylesine köleleştiriyor ve bunu kabul ediyorsunuz ki, iğreniyorum. Tüm nefretim buna, size."
Galisa sinirliydi. Galisa bu sefer ondan beklenmeyecek kadar duyguluydu. Sesi buğuluydu. Ona doğru yavaş adımlarla yaklaşırken konuşmaya devam etti:
"Konu sadece potansiyelinizi reddetmeniz ile alakalı değil."
Burak sordu: "Peki ne ile alakalı, beni neden kendi bilinç altımda tutuyorsun?" Kendine hakim olmaya çalışıyordu. Duygusuz, hiç bir şey düşünmüyormuş gibi bir tavır takınıyordu.
"Konu liderleriniz. Dünyanıza gitmeliyim. Eğer bunu sana açıklarsam ruhunu delemem. Teslimiyet muhafazayı yumuşatır. Oysa ben..." dedi ve devam etmeden ona doğru sırıttı. "Her şey benim planımın bir parçasıydı Burak, o bana karşı koyuşun, bana duyduğun nefret, yıllardır içten içe beslediğin kin benim amacıma bir adım daha yaklaşmamı sağladı." dedi ve kollarını açıp gökyüzündeki yeni gün yaklaşırken yavaşça kaybolmaya başlayacak olan yıldızlara baktı:"Az sonra bunların gerçeklerine bakıyor olmak ve bundan emin olmak ne kadar harika bir şey bilemezsin. Bu boyutta tekrar somut bir bedene yerleşmek nasıldır bilemezsin." dedi ve ona baktı, bir adım yakınındaydı."Burak. Amacına çok iyi hizmet edeceksin. Buna müteşekkirim."
Güneş doğuda ilk ışınlarını göstermeye başladığında Galisa kendinden daha emin görünmeye başladı ve kısık bir ses ile "Buna engel olamayacaksın." dedi. Yardım gelmiyordu. Kurtuluş yoktu. Teslimiyet için geç kalmıştı. Gözlerini kapattı ve sonunu kabul ederek, yaşayamadığı şeyleri ve Galisa'nın dediklerini düşünerek başını yere eğdi.
Tila ve yanındaki askerler geç kalmıştı. Kor buna sinirlendi, şimdiye kadar anlaştıkları yerde, yanındaki büyük devrik ağaç kütüğünün yanında olmalıydılar. Saldırıya uğramış olamazlardı, tüm saldırı dalgasını kendi üzerine çekmiş ve hepsi etkisiz hale getirmişti. O manzara tekrar aklına geldi ve o bile kendine hakim olamayarak titredi.

Onları beklemeye ve bu esnada biraz olsun dinlenmeye karar verdi. Eğer az önce karşıladığı saldırıdan daha fazla sayıda bir düşman olacaksa karşısında buna daha hazır olmalıydı. Ancak az önce yaptıklarından hayrete de düşmüştü, gücünün sınırlarına vakıf olmuştu ama böylesini o bile beklemiyordu.
Etraf karanlık ve sessizdi. Ağustos böceklerinin neşeli sesleri ve yaprakların hışırtıları bile duyulmuyordu. Bir şeyler olacaktı. Bunu sezinliyordu. Karşısında ne gibi bir güç olduğunu bilmiyordu, sadece o gücün büyüklüğünü tahmin ediyordu. Karşısında kim olursa olsun kardeşine en ufak bir zarar gelmişse onu yavaş yavaş öldürmek istiyordu.

Elindeki silahı yavaşça ağacın kütüğüne dayadı, kılıç dik bir durumda olduğundan üzerindeki kanlar ve pislikler yavaşça aşağı doğru kaymaya başladı, iğrenç bir görüntüydü.

Tila'yı daha fazla bekleyemezdi, bir saldırıyla karşılaşmış ve bunun üstesinden gelememiş olsalar bile. Kılıcını kavradı ve üstündeki kanı kılıcı silkeleyerek biraz olsun attı. Her damla düşman kanı o kılıç için bir hakaretti. Geriye kalan o son muharebe kılıcı, tarih boyunca bu kılıcı taşıyan her asker ülkesine yararlı efsanevi şeyler başarmışlardı.

Ağacın kütüğünden yavaş adımlarla uzaklaşırken Galisa'yı düşündü, Roa'nın kadim varisi. Bu olanlar o geldikten sonra olmuştu. Tüm bunlar onun yüzünden yaşanmış olmalıydı. Adımlarını sıklaştırdı ve hızla ormanın içlerine doğru koşarken geriden, kütüğün olduğu yerin kuzeyindeki küçük tepeden acı bir çığlık duydu. Bu bir kadının sesiydi. Bu Tila'nın sesiydi. Damarlarındaki kanın alevlendiğini hissetti. Hırlayarak o tepeye yöneldi. Tepeyi çıkarken geç kalmamış olmayı umuyordu. Tepenin zirvesine doğru yaklaştıkça duyduğu sesler içini burktu. Bunlar askerlerinin veya Tila'nın sesleri değildi. Vahşi konuşmalar ve kahkahalardı. Adımlarını sıklaştırdı ve tepenin zirvesinde açıklığa çıktı. Yüzlerce adam açıklığa girdiği yerin karşısındaki ormanın kıyısında bir şeye bakıp gülüyorlardı. Onun açıklığa girdiğini henüz görmemişlerdi. Vahşi adamlardan bir kaçı yerdeki bir insanı tekmeliyor ve iğrenç kahkahalar eşliğinde böğrüne yumruklar atıyorlardı. Adamların ellerindeki meşalelerden birinin ışığı o yerdeki kişinin yüzünü aydınlattığında onun Tila olduğunu gördü. Saçı dağılmıştı ve kan kusuyordu. Her darbe sonrasında acıyla kıvranıyordu. Damarlarındaki büyülü kan artık onu yakıyordu. Sinirinden haykırdı. Onlara doğru koşarken kılıcını keskinleştirdi ve kendini koruyan büyüleri yapmadan onu farkedip önüne geçen onlarca kişinin arasına girdi. Acı vermek ve acı duymak istiyordu, artık acının her halinden zevk alıyordu. Kılıcı sapladığı her bedendeki acı duyumsayabiliyordu. Biçtiği onlarca kişiden sonra etrafını yüzlerce saldırmaya çekinen adam sarmıştı. Tila yerde kesik kesik nefes alıyordu. Yan duruyor ve elleriyle böğrünü tutuyordu, ondan yaklaşık on adım uzaktaydı. Tila çevresi morarmış gözlerini hafifçe araladı ve yaşlı gözlerle Kor'a baktı. Konuşmaya çalıştı ancak kendine hakim olamayarak kan kusarak öksürdü. Çevresini sarmış olanlara aldırmadan Tila'nın yanına gitti. Tila o henüz yanına varmadan kesik kesik konuşmaya başladı:"Dur! Hayatını..... tehlikeye atma.... Bunu sen yapmalısın..." her duraksamasında öksürerek kan kusuyor oluşu öfkesini bir derece daha arttırıyordu. Zaman durmuştu, Tila ölüyordu. Onunla bir geçmişleri vardı. Tila'nın bir gözünden yaş geldi, o yaş toprağa düşerken kan kusarak zar zor konuşmaya devam etti:"Galisa...... Onu koru..... O...."

Devamını duymayı bekliyordu. Ancak çok geçmeden Tila'nın artık boş baktığını farketti. İçinden bir parçanın artık kaybolduğunu hissediyordu. Arkasını döndü. Karşısındaki yüzlerce adam sayıca üstünlüklerine güveniyorlardı ve her geçen saniye daha da artıyorlardı. Kor elindeki Muharebe Kılıcı'nı sağ elinden şeytani sol eline geçirdi. Gözlerini kapattı. Çevresindeki her ruhu tek tek hissedebiliyordu. Elinde tuttuğu kılıcın sahip olduğu gücünü ve sol kolunun taşıdığı büyüsel güce karşı direnç sağladığını da hissediyordu. Gözlerini açtı. Kılıcını keskinleştirmesine gerek yoktu, kılıcı garip bir şekilde parlıyordu, bu karşısındakiler için hiç hayra alamet değildi. Yavaş adımlarla onlara doğru yürümeye başladı. "Eğer ölümün en acılısını tatmak istiyorsanız, doğru kişiye çattınız." diye fısıldadı ve koşarak yüzlerce adamın savunma pozisyonundan çıkıp saldırıya geçmelerine olanak tanımadan aralarına karıştı. Kılıcıyla erişebildiği her adamı biçiyordu, bazen kılıcını sağ eline alıyor ve parmak darbesiyle nice beller kırıyor ve kendi havada ekseni etrafında dönerek ruhunun kıvrımlarını harekete geçirerek oluşturduğu hortum ile nice ruhları başka bir boyuta gönderiyordu.

Artık durması gerektiğini anlamıştı. Teslim olmak isteyenleri bile öldürdüğünde kendini kontrol edemediğini anlamıştı. Durdu ve Tila'nın yanına doğru koşmaya başladı. Her adımında çevreye iğrenç bir ıslaklık sesi dağılıyordu. Tila'nın cesedinin etrafındaki diğer iğrençlikleden soyutlanmış bir şekilde uzanıyordu.

Orada tüm yaşadıklarımı kaleme almıştım. İnsanlar bunu bilmeliydi. Bir hikaye gibi okumalı ve vermek istediğim ince mesajları hissetmeliydiler. Bunları aralıklarla bir forum sitesinde paylaştım. Bu mesajları farkedip farketmediklerini bilmiyorum. Ancak artık bu kadarı yeterli.
O boyuttan çıktıktan sonra yaklaşık sekiz ay geçti. Galisa'nın vermek istediği mesajı artık kavrayabiliyorum. Onun kinini ve nefretini artık bende paylaşıyorum. Yazdığım forum sitesindeki konuya son bir mesaj yazmalıyım. İnsanlar içlerindeki Galisa'yı farketmeli ve bu mesajımı Galisa duymalı.
"Sevgili ve Değerli Dostum Galisa’ya"
Amaç ve kader.
Birbirlerine çok yakın kavramlar ve eminim bunun farkında olan insan sayısı çok az.
Evet.
Ben bunların ve çok daha nicelerinin farkındayım.
Ancak.
Ne işine yarıyor.
Diğerlerinden farklı düşünmek ne işime yaradı şu güne kadar.
Diğerlerinin, emek göstererek beni geçmelerini izledim.
Şimdiye kadar.
Peki şimdi ne olacak.
Başka hayallere kapılıp erteleyecek miyim, başarılarımı?
Amaç ve kader paralel kavramlar.
Kaderin amacına göre şekillenir.
Tüm bu soyut kavramların somut adımlarla şekillendirilebildiğini bilen çok az insandan biriyim, bundan eminim.
Ancak neden bir adım atmıyorum?
Nedir bendeki bu tembellik.
Uyanış. İllumination.
Bana bu gerekiyor.
Farkındayım.
Bazen geliyor.
Hani o methettiğim potansiyelim arada sırada kendini belli ediyor, bu zamanlarda bile.
Gerçekten korkutucu bir hızda çalışıyor ve kendimi endişelendiren şeyler düşünüyorum o anlarda.
Ve düşünüyorum. Ben neyim?
Bu evrenin bir yasası mı?
Bana yaratıcı güç ve yüksek hızda kavrama ve çalışma yeteneğine sahip bir akıl bahşedilmiş.
Peki.
Bunu niye kullanmıyorum?
Evrende bir yasa olmalı.
Her insanın kendine göre zayıflıkları ve güçlü oldukları yönleri vardır.
Peki ben neden güçlü yönümü çalıştırmıyorum. Niye çalıştırmadım şimdiye kadar.
Hatalarımdan ders almalıyım.
Çünkü onlar bunun için varlar.
Galisa “initializing” modunda.
Nasıl, ne yaparak çalıştıracağımı bilmiyorum.
Hareketli bir şarkı mı gerekiyor.
Yoksa büyük bir acı mı?
Yakınlarıma bir zarar gelmesinde, Stephen Hawking’in kaderini paylaşmaya hazırım.
Galisa “Online” olmalı.
Yazdığım hikayede aslında hiçbir kurgu yok.
Kendimi yazıyorum.
İçimdekileri aktarıyorum.
İnsanın bir potansiyeli var. Ve ben bu potansiyeli sonuna kadar hissediyorum.
Tek yol. Yarattığım o karakterle, Galisa’yla birlikte çalışmak.
Umarım artık. Başlayabilirim.
Yazar olabilirim. Bu kesin, kesinden de öte.
Bir kod yazarı da olabilirim. Bu yönde de bir iş bulabilirim.
Bir iş bulamazsam babamın yanında market işletmeye başlarım.
Olmadı okula devam edebilirim.
Ya da hayalimdeki şu siteleri tasarlayabilirim.
İşte benim sorunum bu.
Sevgi Sezer eminim aslında ne yaptığının tam olarak farkında olmadan son derece kesin bir tespitte bulundu. Benim tek sorunum “KARARSIZLIK.”
Bunu aşmalıyım.
Ve sonrasında.
En sonunda.
Son yok edilecek düşman ölümdür.
Bu aşamada ne yapacağımı biliyorum.
Sevgiler, Burak.


VE HİKAYEMİZ BURDA BİTİYOR OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİ(Z)M Gülmek :)
Sayfa 1 2
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  



Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular