0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1
Konu: Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren  (Okunma Sayısı: 1404 Kere Okundu.)
« : Ocak 01, 2013, 11:01:22 ÖS »

mnıl
*
Üye No : 52532
Nerden : Yurt Dışı
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 632
Mesaj Sayısı : 3 595
Karizma = 8097


Tüm varoluş, varoluşun içinde minik bir noktadan başka bir şey olmayan evrenimiz kompleks yapısıyla hemen dikkat çeker.

Bu yazı dizimizde evrenimizden, evrenimizi meydana getiren maddelerden ve maddelerin ilginç ve şaşırtıcı yapılarından bilimsel yöntemlerle bahsedeceğiz.

Konu öylesine büyük, geniş ve derindir ki vereceğimiz bilgiler gerçeklerin karşısında son derece yüzeysel ve basit kalmaktadır. Ne yazık ki ancak bu kadarını bilebiliyoruz.

Her zaman olduğu gibi bu yazı dizimizin gerçek amacı söz konusu oluşumların rastlantılarla oluşup oluşamayacağını araştırmak, sonuçta gerçekleri bulmaya çalışmaktır.

Yazı dizimizi bu amaca uygun yorumlamak gerekir.




EVREN

Tersinim teorisi var oluşu bir bütün olarak görür. Sıkça ve uzun uzun tartışılmış olan canlılık konusundaki abiyogenez ve biyogenez görüşlerini bir noktada sentezler. Varoluşu canlılık ve cansızlık diye ayırmaz.

Tersinim teorisine göre varoluş madde ve madde ile ifade bulan yaşamın kompleks bütünlüğüdür. Varsa diğer evrenleri de kapsar. (Maddenin Sakımı Kanunu Bir Büyük Bütün’ün Varlığını Kanıtlar isimli makalemize bakınız)

Bu görüşe göre eğer yaşam oluşacaksa her şeyden önce maddenin oluşması gerekir. Bu nedenle varoluş maddeyle başlar; kademe kademe bütünleşerek devam eder.

Yaşamsal uygunluklar dediğimiz milyonlarca kompleks sistem bu oluşumlar sırasında sırasıyla meydana gelip bütünleşir. Bir bakıma yaşam ve ekolojik düzen bu oluşumların en son aşamasıdır.

Bu forumda madde ve evren konusunda bilgiler vereceğiz.

Buradaki amacımız varoluşun planlı ve kademeli bir gelişim sonucunda oluşmuş; kompleks, muhteşem ve eksiksiz bir bütün olduğunu, dolaysıyla bir Yaratıcı’nın varlığını göstermektir.

Yaşamsal uygunluklar dediğimiz milyonlarca olgu bu büyük bütünün içindedir. Bu bütünlük yaşamsal uygunluklar için özel olarak düşünülüp planlanmış ve oluşturulmuş gibidir.

Canlılık ve cansızlık bu büyük bütünün içindedir ve birbirini tamamlar. Konu aynı zamanda insanların ne kadar kolay yanılıp aldanabilir olduklarını göstermesi yönünden de hayli ilginçtir.

===

içinde bulunduğumuz ve uçsuz bucaksız sandığımız evrenin nasıl var olduğu, nereye gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur.

Bilim insanları asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, doğru ya da yanlış pek çok teoriler üretmişlerdir.

Evrenimizin bir düzenler ve sistemler bütünlüğü olduğu varsayımının en büyük kanıtı şüphesiz ki nice milyar yıllardan beri değişmeyen ve işlerliğini devam ettiren kanun ve ilkelerin varlığıdır.

Kanun ve ilkelerin varlığı bu kanun ve ilkelerle ortaya konulmuş bir düzenli sistemlerin varlığı anlamına gelir.

Eserimizin amacı herhangi bir taassuba varıp dayanmış bir önkabule takılı kalmadan var oluş gerçeğini arayıp bulma olduğundan bu konu bizi yakından ilgilendirmektedir.

Madde ve evrenin rastlantılarla oluşup oluşamayacağı sorusunun yanıtını bilimsel bulguların ışığında arayıp bulmaya çalışacağız.

Okuyucu bu yazı dizimizi öncelikle bu yönden değerlendirmelidir

EVREN NEDİR? NE DEĞİLDİR?


Evren veya kâinat, sonsuz uzayda bulunan tüm madde ve enerji biçimlerini içeren bilinen bir bütünün adıdır.

Evren astronomi ve astrofiziğin konu edindiklerinin tümüdür.

Bilinen maddelerle ifade bulan her şeyi içinde barındıran dev bir varlıktır. İçinde her şeyin bulunduğu bu dev oluşum, sonsuzluk olarak tanımlanan tek ve en Büyük Bütünün içinde yer alır.

Materyalizme göre uzay denen hiçliğin içindeki her şeydir evren. Hiçlik olarak tanımlanan sonsuzluğun içinde bir toz zerresi bile değildir fakat vardır.

Tersinim teorisi evren dışılığı hiçlik olarak kabul etmez. Tersinime göre evren dışılık mahiyetini tam bilemediğimiz ezelden gelip ebede giden ak enerjiden oluşmuş Bir Büyük Bütündür. (Maddenin Sakımı Kanunu Bir Büyük Bütün’ün Varlığını Kanıtlar isimli makalemize bakınız)

Ve yine tersinim teorisine göre evren içi kara madde ya da kara enerji diye isimlendirdiğimiz ak enerjinin en düşük seviyesindeki (mutlak sıfırın bir kaç derece üzerindeki enerji) ile doludur. Mutlak sıfır ise madde ile antimaddenin birleşim ya da ayrım noktasıdır. (Madde ve antimadde bölümüne bakınız)

Büyük Bütünün içinde bir toz zerresi bile olmayan evren gitgide genişleyen, yarı çapı 8.5 milyar ışık yılı büyüklüğünde dev bir küredir. Hacmi saniyede yüz bin km hızla genişlemektedir.

Evrendeki gökada grubu sayısı: Yirmi beş milyar

Görünür evrende büyük gök ada sayısı: Üç yüz elli milyar

Görünür evrendeki cüce gök ada sayısı: Yedi trilyon

Görünür evrendeki yıldız sayısı: Otuz milyar x trilyondur.

Bilimin Işığında Evren:Gözlemlediğimiz evren (Kozmos), bildiğimiz tüm varlıkları ve olayları içeren sistemdir. Bilim açısından bu terim gözlemlediğimiz evren olarak düşünülür. Bu nedenle bizden önceki ve sonraki evrenlerin varlığı da söz konusudur.

Günümüzde ulaşılabilen en son teknik verilere göre, evrenin fiziksel yapısı şöyle sıralanabilir:

1-Galaksiler

2-Elektromanyetik radyasyon

3-Nötral ve iyonize hidrojen

4-Toz parçacıkları

5-Galaksilerden gelen ışık fotonları

6-Süpernova ve Galaktik patlamalardan oluşan kozmik ışınlar

7-Kütlesi olmayan nötronlar

8-Gravitik dalgalar.

9-Kara enerji

Sadece Samanyolu galaksimizde 400 milyon yıldız bulunduğu tahmin edilmektedir. Bizimkine benzeyen ya da benzemeyen milyarlarca galaksi vardır.

Evreni dolduran bütün bu cisimler atom dışı üç esas gücün etkisiyle bir arada bulunur.

a)-Nükleer Güç: Atomik çekirdeğin nötron ve protonlarını bağlar.

b)-Elektromanyetik Güç: atomları oluşturmak üzere elektronları çekirdeğe bağlar.

c)-Gravitik Güç: Uzaydaki cisimleri belirli yörüngelerde tutar.

Evrenin kozmolojik standart modeli 20.yy.’ın ilk yarısında önerilen Big Bang (tersinim teorisine göre genişim) görüşünün mantıksal bir sonucudur. Bu model evren gözlemlerinin bütünlüğüyle uyuşan bir tanım sunmaktadır.

Evrenin Kozmolojik standart modeli şu iki özelliği şart koşar:

Gözlemlenebilir evren, yoğun ve sıcak bir evreden (Big Bang, tersinim teorisine göre genişim) doğmuştur. Bu evre sırasındaki bir işleyiş erişip gözlemleyebildiğimiz bölgenin homojen olmasını fakat aynı zamanda bazı istisnalar göstermesini sağlamıştır.

Önerilen başka işleyişler olsa da bu, muhtemelen şişme (genişleme) şeklindedir.

Güncel evren birçok madde türüyle doludur ki başlıcaları şunlardır:

1)-Her çeşit elektromanyetik ışımayı temsil edici parçacıklar olan fotonlar.

2)-Nötrinolar.

3)-Atomları oluşturan baryonik madde.

4)-Karanlık madde denilen, laboratuar ortamında üretileme-mişse de parçacık fiziğinde öngörülen, galaksilerin yapısından sorumlu olan, kendilerini oluşturan yıldızlar bütününden daha kütleli bir veya birkaç madde türü.

5)-Karanlık enerji denilen, günümüzde gözlemlenen evrenin genişlemesinin hızlanmasından sorumlu olan ve muhtemelen kozmik şişme ile doğrudan ilgisi olmayan alışılmamış özelliklere sahip bir enerji türü.

Astronomik gözlemlerin büyük bir kısmı evreni tanımlarken bu vazgeçilmez temel taşlarından yararlanmaktadır.

Evrenin Kozmolojik standart modelinin üç temel taşı laboratuar ortamında gözlemlenmemiş fiziksel fenomenlere başvurmayı gerekli kılmaktadır ki bunlar kozmik şişme, karanlık madde ve karanlık enerjidir.

Bu temel taşları ya da bunlardan birini yok varsayan tatminkâr hiçbir kozmolojik model yoktur.

Evrendeki ince ayarlar: Evrendeki tasarımsal ince ayarlar ve düzenler konusunda yoğunlaşan evren bilimciler ve teorik fizikçiler, evrendeki bu ince ayar ve düzenlerin şaşkınlık ve hayranlık uyandıran sayısız örneklerini bulmuşlardır.

Evrendeki kompleksliği mümkün kılan kanunlarda hayret verici ancak bir mucize olarak nitelendirilebilecek fizik kanunları, çok üstün bir dehanın ürünü olan nice ince ayarlar vardır.

Evren hayranlık ve şaşkınlıkla izlediğimiz hassas tasarımının kesinliğinde yaratılmış olmasaydı hiç bir canlı var olamayacak, canlılığını devam ettiremeyecekti.

Evrenin, evren içinde yüzen dünyanın canlıların dolaysıyla insanın yaşaması için özel şartlara uygun olarak oluşturulduğu kesindir.

Var oluşun her iki yanıtını da savunanlar bu konuda da hemfikirdirler. Buradaki sorun özel şartlara sahip bu oluşumun rastlantılarla meydana gelip, gelemeyeceğidir.

Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıktıktan sonra fikrini değiştiren Sir Fred Hoyle'un sözleri, bu durumu şöyle ifade eder:

-Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam tersi bir etkiyle maddeleri birbiriyle birleştirerek galaksileri oluşturacak hâle getirmiştir.

Dikkat edilirse bu sözlerde düzensizlik meydana getirmesi gereken plansız bir patlama sonucu bir düzenin oluşması; o patlamanın gerçekliğiyle ilgili bir şüphenin de var olduğu ifade edilmeye çalışılır ama bu sözlerde aynı zamanda evrendeki bir düzenin varlığı da itiraf edilir.

Hoyle, Big Bang gibi kontrolsüz olması gereken bir patlamanın düzenlilik oluşturmasının patlamanın kendisiyle çelişkili bir durum olduğunu, bu çelişkinin patlamanın gerçekliğiyle ilgili bazı şüpheleri de beraberinde getirdiğini ifade ederken bir bakıma haklıdır.

Çünkü kontrolsüz bir patlamanın bir sırça saraya atılan bomba gibi etrafı tahrip etmesi, düzenleri bozup düzensizlik oluşturması gerekir.

Hâlbuki Big Bang patlamasının oluşturduğu evrende şaşılacak kadar ince ve hassas bir düzen ve intizam vardır.

Sanki her şey çok önceden hedeflenen bir amaca uygun planlanmış, her şey bu plana göre yerli yerinde var edilmiş, yerli yerinde oturmuş gibidir.

Bu planlama sanki en baştan, patlamanın oluştuğu andan itibaren vardır.

Sanki patlama bu amaç için gerçekleştirilmiştir.

Bütün bu yazdıklarımızın Big Bang’i kabul etmeyip yerine Genişim Sürecini getiren tersinim teorisinin birer kanıtıdır. (Geniş bilgi için Big Bang bölümüne bakabilirsiniz)

Bir materyalist olan Hoyle’nin ezelden gelip ebede giden durağan bir sonsuzluk olarak nitelediği evrende bir düzenin olması itirafı son derece ilgi çekicidir.

* * * *

Big Bang’in bir patlama olmadığı konusunda pek çok bilim insanı hemfikirdir.

Ünlü bir fizik profesörü olan Paul Davies Big Bang sonrası evrendeki genişleme hızının ne kadar hassas ayarlanmış olduğunu hesaplamış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır.

Bu sonuç evrendeki en baştan başlayıp kademe kademe olgunlaşıp gelişen planlı var oluşu bir kez daha kanıtlaması açısından hayli ilginç ve şaşırtıcıdır.

Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda bile farklı olsaydı, hayata imkân sağlayacak bir yıldız tipi oluşamaz ve evrende canlılık ortaya çıkamazdı.

Bu konuda Davies şöyle demektedir:

-Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti.

Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar iyi hesaplanmış olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir.

Eğer patlama hızı gerçek hızından sadece milyar kere milyarda bir oranda farklılaşmış olsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşum olmalıdır.

İşin daha da ilginç olan yönü ise Büyük Patlama ile ortaya çıkan fizik kurallarının aradan geçen 14 milyar yıllık zaman içinde hiç değişikliğe uğramamış olmasıdır.

Bilindiği gibi kural, yasa ve ilkeler olduğu, oluştuğu olgular düzenli sistemlerdir. Düzensizliklerde kural yasa ve kurallar bulunmaz. Bu nedenle evrendeki düzenlilik gerçeği inkar edilemez.

Oluşumun ilk anlarından zamanımıza kadar yaklaşık on dört milyar yıldan beri bu kurallar herhangi bir değişikliğe uğramadan geçerliliğini korumaktadır.

Bu (her şeyin rastlantılar sonucu oluştuğu, planlayan ve oluşumları koruyan bir iradenin var olmadığı var sayılırsa) termodinamiğin ikinci kanununa tamamen aykırıdır.

Eğer söz konusu planlayıcı ve koruyucu irade yok ise düzen ve kuralların zaman içinde bozulması, düzenlerin düzensizliğe, bozuma ve anarşiye doğru gitmesi gereKİR.

Profesör Paul Davies’inde ifade ettiği gibi bu kurallar öylesine ince ve hassas hesaplar üzerine kuruludurlar ki, bugünkü değerlerinden mikromikrometrik sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni ortadan kaldırabilecek hassasiyettedir.

Paul Davies de bu akıl almaz incelikteki denge ve hesaplardan varılması gereken kaçınılmaz sonucu şöyle açıklar:

-Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur. Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal denklemler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.

Ünlü fizikçi Prof. Stephen Hawking de aynı fikirdedir. Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabında evrendeki dengelerin aslında kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar ve dengeler üzerine kurulduğunu belirtir.

Hawking evrenin genişleme hızıyla ilgili şunları söyler:

-Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.

Aynı gerçek karşısında Amerikalı Astronomi Profesörü George Greenstein da, The Symbiotic Universe adlı kitabında şöyle yazar:

-Kanıtları inceledikçe, ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliriz. Oluşumda bir doğaüstü akıl ve bu aklın yönlendirdiği bir irade devreye girmiş olmalıdır.

Bütün bu bilim insanlarının tersinim teorisinin temellerinden olan varoluşta genişim süreci varsayımımızla aynı görüşte olmaları bize kıvanç vermekte, teorimizin doğruluğu konusundaki güvenimizi artırmaktadır.

Oluştuğu kesinlikle bilinen, en koyu materyalistler tarafından bile itiraf edilen evrendeki düzen gerçeği materyalist felsefenin yanıtlamaktan aciz kaldığı pek çok soruları gündeme getirmiştir.

Materyalizm bu gerçeği rastlantılarla oluşmuş olaylardan zaman içinde iyi ve yararlı olanların seçimi ve bunların birikimiyle oluşmuş bir düzen olduğunu kabul ve iddia eder. iyi ve yararlı olanların seçimi kavramı evrim teorisinin en önemli mekanizması olan doğal seleksiyon olarak karşımıza çıkar.

Hemen fark edileceği gibi bu iddianın temelinde bir mantık hatası vardır. Bu mantık hatası da rastlantılarla oluşmuş olay ve oluşumlardan iyi ve yararlı olanlar nasıl seçilmiştir sorusunu gündeme getirir.

Materyalizm bu soruya, canlıların evrimi konusunda; canlıların savunma sistemleri gibi doğal mekanizmaları iyi ve yararlı olanların seçimini gerçekleştirir şeklinde yanıtlar ama bu seçimi cansızların nasıl becerdiği! Konusunda her hangi bir açıklamada bulunamaz.

Böyle bir oluşumu cansız dünyadaki doğal seleksiyon olarak mı tanımlamak gerekecektir? Böyle bir tanımlamanın saçma olduğu açıktır. (Doğal seleksiyon bölümüne bakınız)

EVRENDEKi DÜZEN RASTLANTI MI?

Evrende üç yüz milyon galaksi bulunduğu zannedilmektedir. Galaksiler arasında da milyonlarca ışık yılıyla ifade edilebilen dev aralıklar, mesafeler vardır. Bir ışık yılı ise saniyede üç yüz bin km hızla giden bir ışık huzmesinin bir yılda alacağı yol demektir. Bu da yaklaşık dokuz katrilyon km’dir.

İlginç olan aralarında korkunç denebilecek boşluklar bulunan bu galaksiler ve galaksileri meydana getiren milyarlarca yıldızın kütle çekimleriyle birbirlerine bağlanmış olması, bu bağlantıların son derece hassaslığıdır.

Süpernova denilen dev yıldızların patlamaları sonucu uzaya savrulan göktaşları ayrı tutulursa bütün gök cisimleri hassas dengeler ve kurallarla birbirleriyle bağlıdır ve devamlı hareket halindedir. Bu dengeli ve kurallı hareketler evrenin bütünlüğünü kapsar.

Daha da ilginç olan ise süpernova patlamaları sonucu uzaya savrularak serseri mayınlar gibi başıbozuk bir halde dolaşıp duran, kendilerinden daha büyük gök cisimlerinin çekimlerine kapılarak üzerlerine düşen, bir bakıma düzensizliği simgeleyen bu göktaşları yaşamın oluşma şartlarına çok büyük katkılarda bulundukları gibi ileri ki zamanlarda (tersinim teorisine göre gökcisimlerinin kütlelerini artırdıklarından) evrenin çökmesine de neden olacaklarıdır.

Süpernova denilen dev yıldızların merkezlerindeki nükleer fırınlarda oluşan ağır elementler bu yıldızların patlaması sonucu sağa sola savrulan göktaşlarıyla evrenin çeşitli bölgelerine gitmekte, buralarda dünyamız gibi sert kabuklu, yaşama uygun gezegenlerin oluşmasına sağlamaktadır.

Bir bakıma evrendeki düzensizlikler bile bir düzen içerir ve yaşamın oluşma planına (yaşamsal uygunlukların olmazsa olmazlarına) çok büyük katkılarda bulunur.

Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki devasa boşlukların canlı hayatının var olabilmesi için zorunlu olup olmadığı sorusuna verilen yanıt çok önemlidir.

Yapılan araştırmalar gök cisimleri arasındaki ilişkilerin yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu, çok hassas hesaplar, yapılar ve dengeler içerdiğini göstermektedir.

Bu devasa mesafeler gezegenlerin yörüngelerini hatta varlıklarını doğrudan etkiler. Bu mesafeler son derece kritiktir. Bu nedenle yaşamsal uygunlukların önemli bir parçasıdır.

Yıldızlar arasındaki şu an var olan boşluklar dünya gibi bir gezegen sisteminin var olabilmesi için en ideal mesafedir.

Ünlü biyokimya profesörü Michael Denton da, Doğanın Kaderi adlı kitabında bu konuda şöyle yazar:

-Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları idealdir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi.

Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından fırlatılan maddeler o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekân olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki mesafe, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır. Bu uzaklıklar son derece kritiktir.

Prof. George Greenstein da bu akıl almaz büyüklükle ilgili, Simbiyotik Evren adlı kitabında şöyle yazar:

-Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebula denilen bulutsularda ve diğer gök cisimlerinde süre giden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu.

Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu.

Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.

Greenstein kitabında bunun nedenini de açıklar. Evrendeki büyük boşluklarla bazı fiziksel değişkenler yaşamsal uygunlukların şekillenmesine sağlamaktadır.

Yaşamsal uygunlukların şekillenmesi ise yaşamın devamlılığı amacına yöneltilmiş pek çok harika sistemlerin oluşup bir araya gelme nedenidir.

Ayrıca evrendeki katrilyonları bulan cisimler arasındaki boşluklar bu cisimlerin birbirleriyle çarpışmalarını, evrenin bir kaos ortamına sürüklenmesini de önler.
GÜNEŞ SİSTEMİ


Ekolojik düzeni yaşamın oluşması ve devamı için gerekli olan olmazsa olmazların bütünselliği olarak tarif edersek maddi düzenlerin de bu bütünselliğin içinde olduğunu, en önemli olmazsa olmazları içinde barındırdığını hemen fark ederiz.

Örneğin Dünyamızın kendine özel yapısı kadar diğer gezegenlerin konumları, kütleleri de bu düzenin bir parçasıdır.

Onlardan birinin olmaması; kütle, konum, ya da yoğunluğunun değişmesi bu düzeni rahatlıkla alt üst edebilecek kadar önemlidir.

Ekolojik düzen konusunda Darwin şunları yazmaktadır.

-Yaşam doğadaki her şey gibi bir denge kurmaya eğilimli güçlerin sürekli etki ve tepkisiyle var olur ya da buna bağlıdır ve bu eğilim herhangi bir değişmeyle hafifçe bozulursa yaşamsal güçler kuvvetlenir.

Tersinim teorisi varoluşu bir bütün olarak görür. Canlılık ve cansızlık olarak ayırım yapmaz.

Bu nedenle ekolojik düzen canlılığıyla cansızlığıyla tüm evreni kapsar.

Yaşamsal uygunluklar bu büyük düzenin sonucudur. Tersinim teorisine göre tüm kâinat dolaysıyla güneş sistemi ve dünya özeldir.

Evrenin oluşumdan sonra ne kadar hassas dengeler içerdiğini gerektiği gibi anlamak için evreni dolduran milyarlarca galaksiden ve bu galaksileri meydana getiren katrilyonlarca yıldızlardan hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz bir yıldızı ve onun oluşturduğu sistemi örnek vereceğiz.

Bu yıldız yukarıdaki bölümlerde hakkında bilgi vermeye çalıştığımız Güneşâ€™tir.

Aşağıdaki bölümlerde bir bakıma Güneş ve sistemin rastlantılarla oluşup oluşamayacağı sorusunun yanıtını arayacağız.

= = =

Daha öncede belirttiğimiz gibi Güneş tek proton ve tek elektronu bulunan hidrojen gazının iki proton ve iki elektronu bulunan helyum gazına dönüşmesiyle orta çıkan füzyon enerjisiyle parlamakta, bu enerji ile dünyamıza hayat vermektedir.

Füzyon enerjisi ise güçlü nükleer kuvvetin birincisidir. Bu nükleer kuvvet evrendeki en güçlü kuvvettir. Muazzam gücünü hidrojen bombalarında sergiler.

Bu enerji kaynağı, Güneş'in 4.6 milyar yıldan bugüne dek tükettiği ve bundan sonra da tüketebileceği hesaplanan 5 milyar yıllık yakıtı sağlamaktadır.

Güneş Samanyolu galaksisinin oluşturduğu sarmalda dışa yakın bir konumda bulunan orta büyüklükte bir yıldızdır.

Dokuz (son kabul edişe göre sekiz) gezegeni, bu gezegenlerinde atmış bir uydusu vardır. Bütün bunlar güneş sistemini meydana getirir.

Üzerinde yaşadığımız ve Dünya ismini verdiğimiz gezegen Güneşe yakınlık sırasına göre üçüncü gezegendir.

Yirmi üç buçuk derece eğimle hem kendi etrafında, hem de güneşin etrafında dönmektedir. Güneşin etrafında dönerken oluşturduğu yörünge bir elips şeklindedir



Güneş Sistemi'ndeki bu muhteşem dengenin yanı sıra, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin bu sistem ve genel olarak uzay içindeki yeri de, yine kusursuz bir yaratılışın varlığını göstermektedir.

Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir.

Jüpiter'in konumu buna bir örnektir.

Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır.

Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.

Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George Wetherill Jüpiter Ne Kadar Özel adlı bir makalede şöyle açıklar:

-Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu...

Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.

Güneş Sistemi-2

Güneşin çapı, Dünya çapının yüz üç katı kadardır.

Dünya elips şeklinde olan yörüngesinde güneşin etrafında dönerken Güneşe yüz kırk milyon kilometre kadar yaklaşır, yüz altmış milyon kilometre kadar da uzaklaşır.

Bu duruma göre yörünge düzleminde Dünyanın Güneşe uzaklığı ortalama yüz elli milyon kilometre olur.

Güneşin kütlesi ve yoğunluğu, diğer gezegenlerin Güneş sistemindeki konumları, Dünyanın kütlesi ve yoğunluğu, Güneş etrafındaki dönüş hızı, Güneşe olan ortalama uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, zamanı ve eğimi, dünyayı diğer gezegenlerden ayıran yapısı son derece özel ve kritik değerler taşır.

Dünya ölçüleriyle dev bir boyuta sahip gibi görünen Güneş sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisiyle kıyaslandığında son derece mütevazi bir yapıya sahip olduğu görülür.

Güneşimizin içinde bulunduğu Samanyolu galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir.

Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır.

Merkezden çıkan spiral kolların arasında kalan uzay boşlukta Güneşinkine benzeyen bazı yıldız sistemleri bulunur fakat bunların sayısı çok azdır.

Taşıdığı özel nitelikler nedeniyle güneş sisteminin Samanyolu galaksisinde tek olduğu söylenebilir.

Güneş sisteminin galaksideki yeri de dikkat çekecek kadar özeldir.

Güneş sisteminin dolaysıyla Dünyamızın bulunduğu yer spiral kollarda bolca bulunan gazlar ve artıklardan uzak, temiz ve net bir uzay görüntüsünün oluştuğu nadir ve özel yerlerden biridir.

Özeldir çünkü eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydık sık, sık şahit olduğumuz süpernova patlamaları sonucunda oluşan zararlı ışınlardan çok daha fazla etkilenecektik.

Bu patlamalar sonucu uzaya yayılan ve serseri mayınlar gibi dolaşan göktaşları sağanağına daha sık tutulacak, daha çok zarar görecektik.

Sarmal kolların dışında bir yerlerde olmamız evren zaman ölçüsüne göre pek uzak sayılmayan bir gelecekte evren çöktüğünde dünyamız bu çöküşten en son etkilenen nadir gök cisimlerinden birisi olacağı anlamına da gelir.

Ayrıca sarmal kolların içinde olsaydık görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulacak, etrafımız diğer gök cisimleri tarafından çevrelendiğinden evreni bu günkü gibi net ve temiz bir şekilde görüp, incelememiz mümkün olmayacaktı.

Bu konunun uzmanlarından Prof. Michael Denton Doğanın Kaderi adlı kitabında bu konuda şunları yazmaktadır.

-Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü de-recede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlama-mıza da son derece uygun olmasıdır.

Güneş sisteminin bir galaktik kolun kıyısında bulunması gök-yüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır.

Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler.

Ancak, güneş sistemimiz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu muhafaza etmektedir.

Sistem konumunun sabitliği, güneşin galaktik ortak dönüş yarıçapı adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.

Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir.

Şaşırtıcı bir şekilde galaksideki milyarlarca yıldız arasında yalnız Güneş, bu çok özel ve ayrıcalıklı konuma ve hıza sahiptir.

Yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği spiral kollar dışında oluşumuz evrenin en güvenli yerlerinden birinde bulunmamız anlamına gelir.

Daha öncede belirttiğimiz gibi bu konum Güneş sistemini dev yıldızlar olarak nitelenen süpernova patlamalarının öldürücü etkilerinden uzak tutar.

Güneş sistemi süpernova patlamalarının etki alanında olan bir yerde bulunsaydı yaşam için oluşma asla mümkün olmayabilirdi.

Bu ise sistemin içinde özel bir yeri olan Dünyanın var edildikten sonra yaşamın başlaması için gerekli olan dört milyar yılı her hangi bir aksaklığa uğramadan geçirmesini, bu önemli görev için hazırlanmasını sağlamıştır.

= = =

Sistemin en önemli unsurları, Güneşin etrafında dönen dokuz (sekiz) gezegendir.

Bunlar Güneş sistemi var olalı beri dönmektedirler ve bu durum pek çok insana doğal geliyor olabilir.

Oysa bu dokuz gezegenin hepsinin düzenli bir biçimde yani yörüngelerinden sapmadan dönmeleri, inanılmaz derecede hassas hesapların sonucudur.

Gezegenlerin yörüngelerinde kalmalarını sağlayan neden, Güneşin çekim gücü ile gezegenlerin sahip oldukları merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir.

Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar.

Ama başlangıçta eğer Güneşin çekim gücü biraz daha fazla olsaydı ya da gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla güneşe doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.

Bunun tersi de mümkündü.

Eğer başlangıçta Güneşin çekim gücü daha az olsaydı ya da gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu kez de Güneşin çekim gücü onları yörüngelerinde tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı.

Oysa çok hassas olan bu denge tam zamanında ve yerinde kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.

Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı, ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneşe olan uzaklıkları çok farklıdır.

Dahası kütleleri, yoğunlukları değişiktir.

Bu nedenlerle, hepsi için ayrı dönüş yörünge ve hızlarının tespit edilmesi gerekir ki Güneşe düşmekten ya da uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.

Tüm bunlar, sistemin çok hassas bir denge üzerine kurulduğunu gösterir.

Ancak hepsi bu kadar da değildir. Hesapları daha da karmaşıklaştıran bir başka faktör daha vardır ki bunlarda gezegenlerin uydularıdır.

Bu uydular ile bağlı oldukları gezegenler arasındaki ilişki, Güneş ile gezegenler arasındaki ilişki gibidir.

Gezegenler uydularını çekerler, uydular ise dönüşlerinin verdiği merkez-kaç kuvvetiyle bu çekimi dengelerler.

Eğer bu denge kurulmasaydı, uydular gezegenlere düşer onlarla birleşir ya da kopar uzayda kaybolur giderlerdi.

Örneğin, Ay şu an sahip olduğu dönüş hızından biraz daha yavaş dönse hızla dünyaya çarpar ve böylece hem kendinin hem de Dünyanın sonunu getirirdi.

Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin toplam 61 tane uyduya sahip olduklarını hatırladığımızda ise, var olan dengenin muhteşemliği iyice açığa çıkar.

Güneş Sistemi-3


Güneş sistemindeki düzenliliğin bir başka şaşırtıcı yönü de, gezegenlerin tümünün yörüngelerinin birbirine paralel olmasıdır.

Gezegenlerin yörüngeleri tek bir düzlem üzerindedirler.

Yani güneş sistemine yandan bakılacak olursa, gezegenlerin hepsinin sanki bir ip üzerine dizilmiş gibi paralel oldukları görülür.

Buna neden olacak hiçbir fiziksel zorunluluk da yoktur; gezegenlerin yörüngeleri pekâlâ, aynı atom elektronlarının yörüngeleri gibi, Güneşin etrafında farklı açılarda ve düzlemlerde dönebilirlerdi.

Düzenlilik ise çok açıktır.

Yalnızca Güneş sistemi değil, bu sistemin yegâne canlı gezegeni olan Dünya da çok hassas dengeler üzerine oturtulmuş, üstelik bu dengeler özel olarak insanoğlu için ayarlanmıştır.

Eğer mevcut yüzlerce dengeden birkaçını yakından incelersek, yaşadığımız dünyanın bizim için nasıl özel olarak planlanıp, tasarımlandığını daha iyi anlarız.

Güneş ve sistemi konusunda özet olarak şunları söyleyebiliriz.

Galaksideki milyarlarca yıldız arasında yalnız Güneş bu çok özel ve ayrıcalıklı konuma ve hıza sahiptir ki bu gerçek son derece ilginçtir.

Yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği spiral kollar dışında oluşumuz evrenin en güvenli yerlerinden birinde bulunmamız anlamına gelir.

Ayrıca dev yıldızlar olarak nitelenen süpernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde Dünya'nın insan yaşamına uygun bir hale gelebilmesi için gerekli olan 4 milyar yılı aşkın uzun yaşam süresi, içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.

Rahatlıkla Güneş sisteminin bu özel ve ayrıcalıklı konumda yaratılması sonucunda canlılık dolaysıyla insanlık Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmektedir diyebiliriz.

Akıl gibi ayrıcalıklı bir meziyete sahip insanlar ancak bu sayede içlerinde bulundukları evreni inceleyebilmekte, var edilişin eşsiz, üstün ve muazzam sanatı ve bu sanatın içine gizlenmiş hikmetlerini gözlemleyebilmektedirler.

Diğer bir ifade ile güneş sisteminde bulunan Dünyamız insanların yaşaması için özel olarak düşünülüp tasarlanmış, buna göre var edilmiştir. (Güneş sistemindeki hassas dengeler bölümüne bakınız)



Güneş sistemi gezegenleri ve gezegenlerin uydularıyla oldukça kalabalık bir aile teşkil eder ve çok hassas dengeler içirir.

Güneş sistemi denilince Samanyolu Galaksisinde bulunan güneş isimli yıldızın kütlesel çekim alanının belirlediği bölge içinde kalan cisimlerin oluşturduğu sisteme verilen addır.

Sistemi idare eden ve merkezde bulunan cisim Güneş’tir.

Sisteme bağlı dokuz (sekiz) gezegeni, asteroit kuşağını, kuyruklu yıldızları ve meteorları belirli yörüngelerde tutan ve onların hareketlerini belirleyen yine Güneştir.

Öncellikle şunu belirtelim ki tüm evren çok hassas dengelerin, düzenlerin bulunduğu karmaşık bir yapı gösterir.

Güneş sistemi içinde yaşamamız ve bize en yakın olması nedeniyle hakkında en çok bilgimiz olan sistemdir.

Güneş Sistemi'ndeki büyüklü küçüklü gezegenlerin ve bunlara bağlı uyduların var edilişlerindeki düzenleri, sistemin 5 milyar yılı yakın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.

Güneş Sistemi'nde 9 (Şeklimi Koyarım. ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 61 ayrı uydu yer alır.

Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Plüton'dur. (Son kabule göre Plüton gezegenler sınıfından çıkarılmıştır.)

Güneş sisteminin en önemli özelliği, içinde yaşam barındırdığı bilinen tek yıldız sistemi olmasıdır. Güneş sistemine ilişkin bazı genel bilgiler tabloda gösterilmiştir.

Bu gezegenlerin ve bu gezegenlere ait 61 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegâne gök cismi ise Dünya’dır.

Gezegenler hakkında gezegenin km cinsinden çapı, (g/cm³) cinsinden yoğunluğu, milyon km cinsinden güneşe uzaklığı, yıl ve gün olarak dönüş süreleri ve uydu sayıları hakkında bilgiler sırayla verilmiştir.

Merkür… 4878 5.42 57.85 58.65 87.97 -

Venüs… 12104 5.25 108.1 243 224.70 -

Dünya… 12756 5.55 149 1 365 1

Mars… 6796 3.94 227.8 1.026 686.98 2

Jüpiter… 142500 1.31 777.84 0.408 4328.9 16

Satürn… 120600 0.69 1426.08 0.425 10752.9 18

Uranüs… 51400 1.29 2867.41 0.746 30660 15

Neptün… 49528 1.64 4493.9 0.796 60152 8

(Platon… 2300 2.03 5909.74 6.39 90410.5 1)

Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in çekim gücü ile güneşin etrafında dolaşan gezegenlerin merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir.

Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, gezegenlerde dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Bu, çok hassas dengeler içinde gerçekleşir.

Basit ve rastlantısal gibi görünen bu sistem aslında son derece karmaşık bir komplekslik içerir.

Bunun nedeni de sistemi yön veren Güneşin çekim gücü kadar gezegenlerin ve uyduların birbirlerini etkilemeleridir.

Öyle ki her gezegen ve uydu bu güçlerin birbirilerine olan etkilerinin sonucuna göre sistemdeki yerini alır.

Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.

Bütün bunların yanı sıra, son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünyanın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir.

Güneş Sisteminin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın korunmasını ve dengesini sağlamaktadır. (Geniş bilgi için Jüpiter bölümüne bakınız)

Güneş sisteminin evrendeki özel oluşunu daha iyi kavramak için sistem elemanlarını yani gezegenleri bilmekte büyük yarar vardır.
GÜNEŞ

Samanyolu galaksisinde var oldukları bilinen iki yüz milyon (bazı kayıtlarda üç yüz milyon) yıldızdan birisi olan Güneş kütlesi sıcak gazlardan oluşan ve çevresine ısı ve ışık yayan orta boy bir yıldızdır.

Çapı dünya çapının 110 (1.4 milyon km), hacmi 1.3 milyon, ağırlığı ise 333.000 katı kadardır.

Güneşin yoğunluğu Dünya yoğunluğunun sadece dörtte biri kadardır.

Güneş kendi ekseni etrafında saatte 70 000 km hızla döner. Bir turunu 25 günde tamamlar.

Güneşin katmanları: Güneş % 75 hidrojen, % 20 helyum ve % 5 de diğer elementlerden oluşur.

Güneşte hidrojenin helyuma dönüşmesi sırasında (füzyon= erime, birleşme) büyük bir enerji ortaya çıkar.

= = =

Tersinim teorisinin bu konudaki görüşünün tamamen farklı olduğunu, güneş enerjisini füzyon değil fisyon=ayrışma yöntemiyle elde ettiğini vurgulayalım.

Nedeni ise birbirlerine ters reaksiyonların ikisinde de (ayrışma birleşme) enerji oluşmasının mümkün olmadığıdır.

Eğer ayrışmada enerji ÇIKIŞI meydana geliyorsa (ki bu bilimsel yöntemlerle kanıtlanmıştır) birleşmede enerji EMİŞİ gerekirdi.

Tersinime göre güneş enerjisi ağır elementlerin daha hafif elementlere ayrışması sonucu elde etmektedir. Bu elementlerde halen yapısında mevcuttur.

= = =

Güneşteki füzyon (tersinime göre fisyon) olayı sonucunda kırmızımsı bir alev 15-20 bin km yükselir ki bu olaya Güneş Fırtınası denir.

Güneşin yüzey sıcaklığı 6 000 °C ve merkez sıcaklığı ise 1.5 milyon °C’dir.

Güneşten çıkan enerjinin ancak 2 milyonda birlik kısmı yeryüzüne ulaşır.

Güneş’in üç günde yaymış olduğu enerji, Dünya’da bilinen bütün petrol, kömür ve ormanlardan elde edilecek enerjiye eşittir.

Güneş ışınları yaklaşık 8 dakikada yeryüzüne ulaşır.

Güneş Dünyaya en yakın yıldızdır.

Günümüz teorileri Güneş’in yaklaşık 4.6 milyar yıl önce, yıldız patlamalarından arda kalan toz ve gazı da içeren muazzam büyüklükteki bir yıldızlararası gaz bulutun çökmesi ve oluşan basınçla tutuşması (füzyon olayının başlamasıyla) oluştuğunu kabul eder.

= = =

Tersinime göre böyle bir oluşum mümkün değildir.

Yıldızların ışıması big bangin (tersinime göre genişim evresinin) kademeli bir uzantısıdır.

= = =

Kütle çekiminin etkisi altında kalan bulutlar büzüşmeye ve yoğunlaşmanın büyük olduğu yerlerde dönmeye başlarlar.

Oluşumun başlangıcı olan ilk birkaç milyon yıl içinde çökme sırasında dönme hızı çok büyüktür ve bundan dolayı da manyetik olarak son derece aktiftir.

Açısal momentumun korunması prensibine göre rotasyon hızı gittikçe büyümekte ve dış kısımlar yassılaşmaktadır.

Zamanla merkezi bölgenin çevresinde yassı bir disk oluşur. Bu diskin dış kısımlarındaki gaz ve toz bulutları küçük yoğunlaşmalar gösterir.

Her yoğun bölge ana diskle aynı yönde kendi eksenleri etrafında döner.

Bu senaryo Dünya’nın ve diğer gezegenlerinin nasıl oluştuğunu açıklayan oldukça makul bir senaryodur.

Güneş’in merkezinde sıcaklık 15 milyon °Kelvin, yoğunluk ise katı kurşun yoğunluğunun 12 misli kadardır.

= = =

Yukarıdaki bulgu tersinim teorisnin güneş enerjisi ayrışma (fisyon) yöntemiyle elde eder öngörüsünü doğrular.

= = =

Güneş’in yapısı bir dizi kabuk veya tabakalara göre tarif edilebilir.

Nükleer reaksiyonlarla, dört hidrojen atomu bir helyum atomunu oluşturduğunda kaybedilen kütlenin açığa çıkardığı fotonlar bildiğimiz Gamma ışınlarıdır.

= = =

Gerçekte son olguda oluşan helyum değil hidrojendir. Güneş ağır elementler yönünden fakirleşmektedir.

= = =

Bu Gamma ışını şeklindeki foton Güneş’in en yoğun ısı yaydığı merkezinden yüzeyine düz bir çizgide hareket etse idi Güneş’in yüzeyine 2.5sn de gelirdi. Bizim gözümüze de 8.5 dakikada ulaşırdı.

Gerçekte ortalama olarak foton 10 milyon yılda Güneş’in korundan yüzeyine gelir.

Bu fotonlar yolları üzerinde yüklü partiküller ile çarpıştıklarında enerji X ışınları şeklinde yayınlanır.

Korda nükleer reaksiyonlar ile oluşan Gamma enerjisinin Güneş’in merkezinden dışarıya doğru hareket etmeye başlaması X ışınları şeklinde ve herhangi bir doğrultuda ve rastgele muhtemelen geriye doğru yayınlanabilir.

Fotonlar sonuçta düzensiz ve zigzaglı bir yol izler.

Güneş’in radyasyon bölgesi 1 milyon km. ye kadar uzanmaktadır.

Bu bölgenin dışında plazma soğumaya ve seyrelmeye başlar.



Güneş füzyon (tersinime göre fisyon) enerjisiyle ışıyan dev bir ateş topudur.

= = =

Yoğunluk Güneş’in merkezinden yüzeyine olan uzaklığın yarısında suyun yoğunluğu ile eşit değerdedir.

Radyasyon bölgesinin dış kenarında sıcaklık ise 500.000 °Kelvin’dir.

Bu arada K=Kelvin’in C=Celsius gibi bir ısı ölçü birimi olduğunu belirtelim.

C=Cesius sıcaklık biriminde suyun donma ısısı sıfır kaynama ısısı yüz, K=Kelvin sıcaklık biriminde ise suyun donma ısısı 273.15 kaynama ısısı ise 373.15 Kelvin birimi olarak kabul edilir.

Füzyon tepkimeleri Güneş’te her an doğal olarak gerçekleşmektedir.

Güneşin ısı ve ışığı; başlangıçta çok yüksek basınç altında kalan hidrojen çekirdeklerinden bir kaçının birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında ortaya çıkan enerjinin diğer atomları birleştirerek tepkimeyi tetiklemesi sayesinde meydana gelmiştir.

Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirir. Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür.

Güneşin her saniye hidrojen yönünden fakirleşmesi bir tersinim olayıdır.

= = =

Gerçekte azalan hidrojen değil kademeli olarak fisyona uğrayan ağır elementlerdir.

= = =

Canlılık için son derece hayatî öneme sahip güneş enerjisini meydana getiren bu müthiş olay milyarlarca yıldır hiç durmadan devam etmektedir.

Bu durum gelecekte bir gün güneşin enerjisini veren hidrojen bitecek, güneş sönecek ve yaşamın sonu gelecek mi sorusunu gündeme getirir.

Hesaplandığı gibi eğer Güneş saniyede 4 milyon ton kadar hidrojeni yakıt olarak kullanıp tüketiyorsa bir zaman sonra mevcut hidrojenini tüketip söneceği tabiidir.

Yapılan hesaplamalarda Güneşin var edilmesinden günümüze kadar (bu zamanı beş milyar yıl olarak kabul edersek) harcadığı hidrojen miktarı toplam kütlesinin ancak on binde üçü kadardır.

Hesaplamalar güneşimizin daha çok uzun yıllar Dünyamızı ısıtıp aydınlatacağını göstermektedir.


= = =

Burada bitenin hidrojen değil kademeli olarak ayrışan ağır elementler olduğunu hatırlatalım.

Güneşimizin ömrü zannedilenden çok daha az olabilir.

Nitekim sönen pek çok yıldızın varlığı bunu gösteriyor.

Güneş ve Sistemin Özel Oluşu

İnsanoğlu, Güneş’in yapısını ve içinde meydana gelen olayları ancak yirminci yüzyılda keşfetmiştir. Bundan önceki bilgiler derin ve bir hayal gücünün ürünüdür.

Bu nedenle hurafe olmadan öte bilimsel bir değer taşımamaktadır. Şüphesiz ki bunun nedeni de gerekli olan bilgi düzeyine erişilmemiş olmasıdır.

Tarih boyunca bilgisizlik sık, sık yanılmamıza, hatalara düşmemize yol açmıştır.

Bu gün Güneşin evreni dolduran trilyonlarca yıldızdan birisi olduğunu, füzyon enerjisi ile parladığını, gezegenlerinin olduğunu, bu gezegenlerin özelliklerini, Güneşle olan ilgilerini biliyor, yörüngelerini milimetrik denebilecek bir hassasiyetle ölçebiliyoruz.

Bir bakıma Güneş ve sistemi, hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz bu nedenle örnek alabileceğimiz bir evrensel sistem olma özelliğini de taşır.

Daha da önemlisi Güneş sistemi Dünya gibi üzerinde yaşamı barındıran bilinen tek gezegeni de sisteminde bulundurur. Bu nedenle yapısal bir bütün olarak çok daha özeldir.

Güneş ışığının Özel Oluşu: Evrendeki yıldızların hemen hemen hepsi irili ufaklı birer güneştir ve ışın kaynağıdırlar ama aynı türden ışınlar yaymazlar.

Bu farklı ışınlar dalga boylarına (bantlarına) göre sınıflandırılır. Bu dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir.

En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 10üzeri25lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır.

Diğer ifade ile en kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 10üzeri25 kat daha küçüktür.

Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını ise bu geniş yelpazenin çok dar bir alanına sıkıştırılmıştır gibidir, bu durum son derece ilginç ve şaşırtıcıdır.

İlginç ve şaşırtıcıdır çünkü yaşam için gerekli ışınlar bu daracık bant da bulunmaktadır.

Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındadır.

Bu aralıkta görülebilir ışıkla birlikte çok dar bantlarda; yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar bulunmaktadır.

Güneşin yaydığı tüm ışınların bulunduğu bandın başlangıç ve son frekansları, dolaysıyla dalga boyları çok önemlidir.

İngiliz fizikçi Ian Campbell, Enerji ve Atmosfer adlı kitabında bu konuya değinmekte ve:

-Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten olağanüstü bir durumdur demektedir.

Campbell'e göre bu durum, inanılmaz derecede şaşırtıcıdır.

Güneş ışığı ve fotosentez: Yirminci yüzyılın baş döndürücü teknolojisi ve nice bin yılların bilgi birikimiyle desteklenmiş insanlık bu gün; bitkiler tarafından nice milyar yıllardan beri güneş ışığını kullanarak kolaylıkla gerçekleştirdikleri fotosentezi ve fotosentezden besin üretimini başaramamıştır.

Doğanın (var oluşun) kesin bir mucizesi olarak gördüğümüz bu olay hakkında evrim teorisi taraftarı bir bilim insanı şunları yazmakta; bu müthiş, ilginç ve şaşırtıcı olayı şu şekilde izah etmeye çalışmaktadır.

Genelde akıl, mantık, bilim dışı ve hayal ürünü bu önermeleri ibret olması için alıyoruz.

-…RNA ve DNA zincirlerlerini taşıyan moleküller büyük bir olasılıkla, zamanla, yanardağ işlevleri ya da derin denizlerin altındaki tektonik işlevlerle, aminoasitlerin yüksek sıcaklıklarda kaynatılması ile oluşan, bugünkü hücre zarına benzeyen polimerlerin içerisine girmiş olmalıdır. (Aminoasitler bölümüne bakınız)

Bu ilkel hücre zarı yapısının, zaman içerisinde çeşitli elementlerin, moleküllerin katılımıyla daha organize bir hücre zarına dönüştüğü varsayılır. (Hücre zarı bölümüne bakınız)

Söz konusu ilkel hücre zarı yapısını bugün laboratuar ortamında taklit etmek mümkündür.

Bakteri benzeri ilk yapılar o dönemde inorganik yollarla sentezlenen glukozu (başka basit şekerleri de) ve ATP’yi (adenintrifosfat) enerji kaynağı olarak kullanmaya başladılar. (Hücre bölümüne bakınız)

İlkin hücreler çevrede daha önce yığılmış bulunan glukozu tüketince, belki de Dünya’da ilk besin krizi ortaya çıkmış, o günkü canlıların büyük bir kısmı ortadan kalkmıştır.

İlkin hücrelerden bir ya da birkaç tanesi, daha küçük moleküllerden glukozu sentezleyen bir enzime sahip olunca, ayakta kalmayı başarabildi. (Hormonlar ve enzimler bölümüne bakınız)

Daha önce inorganik yoldan sentezlenmiş bu alt yapılar ilk etapta glukoza sentezlendi, daha sonra da hücre tarafından enerji kaynağı olarak kullanıldı.

Sentez mekanizması bir kez elde edilince, heterotrof canlıların da ayakta kalması mümkün oldu. Bir süre sonra bu stok da tüketildi.

Bunun üzerine daha da küçük yapılardan önce altyapılar, daha sonra da glukoz sentezlendi.

Sonuçta ortamda basit de olsa, önceden inorganik yollarla sentezlenmiş herhangi bir molekül kalmadı.

Hücre zarının üzerine yanardağ faaliyeti (ya da uzay) kökenli porfirin dediğimiz (hemoglobin ya da oksijen tutan diğer moleküllere yakın yapılar) madde eklenince, daha önce doğrudan Güneş ışınları ile okyanus üzerinde gerçekleşen fotodisosiyasyon (Morötesi ışınların etkisiyle suyun ayrışma olayı) artık ilkin hücrenin yüzeyinde gerçekleşmeye başladı.

Su molekülleri hücre zarlarında parçalandığında ortaya çıkan hidrojen, glukozun yapımı için kullanıldı, oksijen de atık madde olarak ortama verildi. Böylece fotosentez mekanizması bulunmuş oldu.

Bu aşamada yeryüzündeki canlılık heterotrofik bakteri benzeri formlar ve fotosentetik bakteriler şeklindeydi.

Fotosentez nedeniyle Dünya’daki oksijen miktarı yükselince, ozon tabakası güçlendi.

Morötesi ışınların etkilerinin azalmasıyla, denizlerin dibinde bulunan canlılık su yüzeyine çıkmaya başladı. Ancak bu durumun bir olumsuz etkisi oldu: Oksijen miktarı yükseldikçe canlılar oksijenin yıkıcı etkisinden dolayı yok olmaya başladılar.

Belki tek bir canlı ya da Dünya’daki birkaç bakteri benzeri canlı, edindiği birkaç enzim ile, oksijeni aşamalı oksitleme işlemi için kullanmaya başlayınca, bazı bakteriler bugünkü canlıların hücrelerinde bulunan ve hücrenin enerji çevrimini sağlayan mitokondrilerin (Hücrelerde bulunan enerji santralleri) atasına dönüştü. (Mitokondriler bölümüne bakınız)

Bu aşamaya kadar Dünya’daki tüm biyolojik işlemler, oksijensiz solunumla gerçekleşmiştir.

Mitokondri bulununca ilk defa glukoz başına ortaya çıkan enerji miktarında patlama yaşandı (36-38 ATP). Canlılık birden bire bu merdivenlerde önemli bir sıçrama gerçekleştirdi.

Heterotrof canlıların bir kısmı, mitokondri özelliği kazanmış bu bakterileri ve bunun yanı sıra fotosentez yetenekli başka bakterileri bir çeşit fagositozla hücre içine aldı.

Her ikisini birden alanlar bitki hücresine, sadece mitokondri özelliği kazanmış bakterileri alanlar hayvan hücresine dönüştü.

İlkel hücreler, hayvan ve bitki hücreleri niteliği kazanana dek, DNA tek zincirli çember formdaydı. Ancak daha fazla kalıtsal bilgi zincire eklenince DNA kendini eşleyemeyecek uzunluğa ulaştı. ) (DNA bölümüne bakınız)

Bir rastlandı sonucu TTGGGG (memelilerde TTAGGG) baz dizilimleri bu kromozomların içerisine girince, o güne kadar çember biçimindeki kromozomların ucunda telomer adı verilen bölümler oluştu.

Bu dizilimler, kromozomların uçlarının birbirlerine yapışmasını ÖNLEYEREK, bir çeşit bağımsız kimlik kazanmalarını sağladı.(İnsan Maymun Kromozom Sayı Farklılık bölümüne bakınız))

Böylece çember DNA, bugünkü çubuk ya da V şeklindeki kromozomlara dönüştü.

Yine bu aşamada DNA tek (haploid) değil, iki zincir (diploid) halinde bulunmaya başladı.

Telomerlerin DNA zincirinin başını ve sonunu ayırması dışında en önemli özellikleri, canlının ömrünü belirlemesidir.

Telomerin belli bir parçasının kendini yineleyememesinden dolayı, hücre bölünmesi sırasında kopup kaybolması, canlılar için önemli bir sorun oluşturdu.

Bu şekilde, kaçınılmaz ölüm canlıların dünyasına girdi. (DNA bölümüne bakınız)

Daha sonra gerçekleşen bir sürü olayla hücre içerisine yeni bir kesecik girebilir ya da hücre içindeki bir organizasyonla yeni bir kesecik oluşarak, kromozomlar bu keseciğin içine girebilir. Böylece çekirdekli canlılar (ökaryotlar) oluşur. (Prokaryot - ökaryot hücreler bölümüne bakınız)

Canlıların tür olarak yaşam süreleri uzun olursa, oluşturacakları rekombinasyon ve çeşitlenme şansı o kadar azalır. Bu, evrimsel olarak canlının uyum yeteneğinin azalması anlamına gelir.

İşte bu nedenle kısa yaşayan türler, evrimsel olarak daha başarılı türleri meydana getirirler.

Aynı mekanizmaya sahip olmalarına karşın, kartalların 100, tavukların 6 sene yaşamaları, tavukgilleri dünyada baskın, kartalları soyu tükenecek duruma getirmiştir.

Bu nedenlerden dolayı bakteriler uyum yetenekleri en yüksek canlılardır.

Kısa yaşayıp çok döl veren canlı evrimsel olarak en başarılıdır.
(Canlılardaki Çeşitlenmeler bölümüne bakınız)

Görüleceği gibi sayın yazar en küçük bir bilimsel kanıt göstermeye gerek duymadan, tamamen hayal ürünü şöyle oldu böyle oldu edebiyatıyla konuyu bilimsel deyimlerle süsleyip allayıp pullayarak fotosentez olayını, ardından DNA makro molekülünü materyalizm dolaysıyla evrim anlayışına uygun bir şekilde yorumlamaya çalıyor.

Hücre zarının laboratuar ortamında elde edilebildiği dışında (O da şüphelidir. Hücre zarı bölümüne bakınız) tek bir bilimsel kanıt göstermiyor ya da gösteremiyor.

Bu önermeler daha önceki bölümlerde anlatmaya çalıştığımız materyalizmin bilim anlayışı bu konuda gözlem ve deneylerle kanıtlanmayan hiçbir şey bilimsel değildir kuralına aykırıdır.

Bu kurala göre sayın yazarın söyledikleri sadece bir var sayımdır. Kanıtlanmadığı müddetçe de bilimsel bir değeri yoktur.

Yeri ve zamanı gelmişken sayın yazara sormak isteriz.

Fotosentez olayını gerçekleştiren klorofiller mademki rastlantılarla basit bir şekilde ortaya konulabiliyorlar yirminci yüzyılın baş döndürücü olarak niteleyebileceğimiz gelişkin teknolojisiyle desteklenmiş laboratuarlarımızda niçin klorofil üretemiyoruz?

Böyle bir buluş global ısınmanın cenderesine düşmüş dünyamızın kurtulmasına vesile olacağı kesindir.

Sayın yazar klorofil oluşumunun sırrını gerçekten biliyorsa (klorofilin rastlantılarla oluştuğunu kesin bir dille yazabildiğine göre biliyor olmalıdır) hemen hiç vakit kaybetmeden ortaya koysun.

Yapacağı bu hizmetle onu dünyanın gelmiş geçmiş en zengin insanı yaptığımız gibi mahşere kadar hayır ve rahmetle anar, dünyanın her yerine heykelleriyle doldururuz.

Fakat klorofil dolaysıyla fotosentezle ilgi gerçek böylesine basit değildir.

Klorofil ve Güneş Işığı

Klorofil mucizesi gerçekte iki yönlüdür. Biyolojik yapı kadar güneş ışığı da bu mucizede taraftır.

Nice milyon yıldan beri bitkilerin kolaylıkla gerçekleştirdikleri fotosentezin tek şartı ise gelen ışığın fotosenteze uygun olmasıdır.

Bir başka ifade ile her ışın fotosentez yaptırmaz.

Bitkilerin fotosentez yapmalarını sağlayan neden, hücrelerindeki klorofil moleküllerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmalarıdır. Ancak klorofil çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanabilir.



Bir klorofil molekülünün basite indirgenemez yapısı

Bir evrimci klorofil moleküllerinin ilkel dönemlerde RASTLANTILARLA oluştuğunu iddia eder DAHA DA KÖTÜSÜ BUNA İNANIR..


Güneş ise klorofilin fotosentez yapabilmesi için istenen özel ışınları yaymaktadır.

İşin en önemli ve ilginç yanı, fotosentez için kullanılabilen bu belirli dalga boyunun, ışığın 10 üzeri 25 farklı dalga boyundan sadece birisine karşılık gelmesidir.

Bir bakıma güneş ışığı ve klorofilin yapısı birbirlerine özeldir.

Güneş'in yaydığı ışık ile fotosentez için gerekli olan ışığın birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması diğer tüm düzenlerde olduğu gibi ışıktaki mükemmel ve özel bir tasarımı işaret eder.

Amerikalı astronom George Greenstein Simbiyotik Evren adlı kitabında bu konuyla ilgili şunları yazmaktadır:

-Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir. Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar.

Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru frekansta yani renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.

Güneş ışığı farklı olsaydı bitkilerde bu farklılığa uygun şekilde gelişip fotosentez yapabilir miydi?

Bu soruya bilimin verdiği cevap hayırdır.

Çünkü en geniş sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini absorbe edebilirler.

Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji aynıdır.

Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton fotosentezi gerçekleştiren moleküllerce hiçbir şekilde absorbe edilemez.

Kısacası yıldızların fiziği ile moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum olmasa, yaşam imkânsız olurdu.

Sonuç olarak unları söyleyebiliriz.

Yüksek teknoloji ile donatılmış, uzman kişilerin faaliyet sürdürdüğü hiçbir laboratuarın henüz başaramadığı bir işlemi bir kısım bitkiler ve bakteriler (Dünyada ilk var edilen canlıların bitkiler ve bakteriler olması gerektiği göz önüne alınırsa) nice milyar yıldır gerçekleştirirler.

Materyalizm taraftarlarınca iddia edildiği gibi var oluş rastlantısalsa klorofil moleküllerinin gelen ışınların frekanslarına uygun olarak yapılanmaları gerekir.

Fakat yapılan araştırmalar gerçeğin bu olmadığını göstermektedir.

Yani gerçek klorofil moleküllerinin rastlantısal olarak üzerlerine gelen ışığın frekansına uygun olarak değil de, sanki bilinçli bir seçim sonucunda çok geniş ışınlar yelpazesinden sadece belirli bir banttaki ışınların frekansına uygun olarak var edildikleridir. (Geniş bilgi için klorofil bölümüne bakınız)

George Greenstein bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle ifade eder:

-Belki insan burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini düşünebilir:

Bitkinin yaşamının Güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını varsayabilir. Sonuçta, eğer Güneş farklı bir ısıda olsa (ve farklı bir ışık yaysa) klorofil yerine bir başka molekül bu ışığı kullanacak biçimde gelişemez mi sorusu akla gelebilir.

Bu soruya verilen cevap kocaman bir hayırdır.

Çünkü en geniş sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini absorbe edebilirler.

Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji aynıdır.

Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton, hiçbir şekilde absorbe edilemez.

Kısacası yıldızların fiziği ile moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum olmasa, yaşam imkânsız olurdu.

Greenstein bu konuda özetle şunları da söylemektedir:

-Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir.

Güneş ışığı ve göz

Biyolojik görme için uygun olan yegâne ışınlar, görülebilir ışık olarak tanımladığımız dalga boylarıdır. Güneş'in yaydığı ışığın büyük bölümü bu dalga boyuna karşılık gelir.

Dikkat edilirse, burada sistemin en temel şartı, retinadaki hücrenin fotonu algılayabilmesidir.

Bunun gerçekleşebilmesi için fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır.

Çünkü daha farklı dalga boylarındaki fotonlar taşıdıkları enerji seviyeleri değiştiğinden hücreler için gerekli enerji seviyesinden ya çok zayıf ya da çok güçlü olacaklar, sonuçta gereken reaksiyonu başlatamayacaklardır.

Bu nedenle canlılar belirli bir bant dışındaki ışınları algılayamazlar.

Gözün boyutlarının küçültülmesi ya da büyütülmesi sonucu değiştirmez. Önemli olan hücrenin boyu ile fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur.

= = =

Bilindiği gibi, canlı hücrelerinin yapı taşları organik moleküllerdir.

Organik moleküller ise karbon atomunun sayısız farklı türevdeki bileşiklerinden meydana gelirler.

Organik moleküllerin oluşturduğu görme hücrelerinin ise görünen ışığınkinden farklı dalga boylarındaki ışınları algılayabilecek kapasiteye sahip olmaları mümkün değildir.

Kısaca, diğer ışınları algılayacak bir göz tasarımının, yeryüzünde biyolojik olarak (en azından karbon elementi temelli canlılarda) işlevsel olması imkânsızdır.

Başka elementi ya da elementleri temel almış canlı türleri var mıdır?

Dünyamızda böyle bir canlının bulunmadığı kesindir.

Dünya dışı gezegenlerde ya da yıldızlarda bu tür canlıların var olabileceği iddia edilirse de bu iddia herhangi bir kanıt olmadığından bir varsayımdan öte değer taşımaz. (Evrende başka canlı var mı bölümüne bakınız)

Foto sentez için klorofil ile güneş ışığı arasında nasıl özel bir bağlantı varsa; bu ışınlarla göz arasında da buna benzer özel bağlantılar vardır.

Diğer ifade ile göz her ışığı görme duyusu olarak algılayamaz.

Biyolojik görme için görme sinirleri ile ışık frekansı arasında uygunluk gerekir. Bu uygunluğa sahip yegâne ışınlar, görülebilir ışık olarak tanımladığımız ışınlardır.

Genelde Güneş'in yaydığı ışıkların büyük bölümü görülebilir ışınlar olarak nitelenen bu dalga boyuna uygun banttadır.

Görme olayının temel şartı, retinadaki ışığa duyarlı hücrelerin ışık fotonunun gücünü ve şiddetini algılayabilmesidir.

Bu hücrelerin her ışık fotonunu algılayamadığını biliyoruz.

Bunun nedeni de algılanamayan ışık fotonlarının taşıdığı enerjinin retinadaki ışığa duyarlı hücreler için ya çok az ya da çok fazla olmasıdır.

Bu, bir terazinin belirli bir miktardan az ve yine belirli bir miktardan çok ağırlıkları tartamamasına benzer.

Bu algılamanın gerçekleşmesi için retinaya gelen fotonun görülür ışık sınırları denilen belirli bir bant içinde kalması şarttır.

Prof. Michael Denton Doğanın Kaderi adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak görülebilir ışık sınırları içinde görebileceğini açıklar.

Bu konuda şunları yazmaktadır.

-Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları da yaşam için zararlıdırlar.

Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler, dolaysıyla algılanamazlar.

Sonuçta şu ortaya çıkmaktadır ki, pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir olan kısmı, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegâne bölgedir.

Özellikle de insan gözüne benzer yüksek çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur.

Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde ise, şu sonuca varırız.

Güneş öyle ince tasarlanmış bir bantta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık türlerinin sadece 10üzeri25'te birini oluşturan bu bant Dünya'nın ısınması, kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, bitkilerin fotosentez yapması, Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.

BİR BÜYÜK BÜTÜNÜN VAR OLDUĞU GERÇEĞİ

Sonsuz ve durağan evren fikri materyalizmin ana ilkelerinden olan maddenin sakımı

İKİ KODA HÜKMEDEMİYORSAN EMEKLİ KUYRUĞUNA GİR



1-0




Simsiyah kaderimin Bembeyaz umudusun.
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren
« Posted on: Nisan 23, 2024, 12:17:24 ÖS »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren e-book, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren programı, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren oyunları, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren e-kitap, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren download, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren hikayeleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren resimleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren haberleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren yükle, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren videosu, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren şarkı sözleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren msn, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren hileleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren scripti, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren filmi, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren ödevleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren yemek tarifleri, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren driverları, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren smf, Varoluşun Temeli = Madde Ve Evren gsm
Yanıtla #1
« : Şubat 21, 2013, 12:21:44 ÖÖ »
Avatar Yok

psychord
*
Üye No : 127518
Nerden : Ankara
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 0
Mesaj Sayısı : 4
Karizma = 0


Teşekkürler Gülmek :)
« Son Düzenleme: Şubat 21, 2013, 12:32:22 ÖÖ Gönderen : Asortik Hatun »
Yanıtla #2
« : Temmuz 29, 2013, 11:39:36 ÖÖ »
Avatar Yok

christeddexy
*
Üye No : 138786
Nerden : Ankara
Cinsiyet : Bayan
Konu Sayısı : 0
Mesaj Sayısı : 75
Karizma = 0


teşekkürler
Sayfa 1
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  


Benzer Konular
Konu Başlığı Başlatan Yanıtlar Görüntü Son Mesaj
Türk Milli Kültürünün Temeli
Türk Kültürü
Sahin07 5 1881 Son Mesaj Haziran 16, 2011, 01:28:04 ÖS
Gönderen : @sen@
Türk Milli Kültürünün Temeli
Türk Kültürü
FeMoX 4 1645 Son Mesaj Haziran 09, 2011, 02:10:39 ÖÖ
Gönderen : @sen@
Hayata Güvenebilmektir Yaşamın Temeli
Hayata Dair.
Mavi_Kiyamet 0 684 Son Mesaj Mart 21, 2012, 02:58:19 ÖS
Gönderen : Mavi_Kiyamet
Varoluşun Derinliği - Makale
Felsefe
Liza 0 656 Son Mesaj Temmuz 17, 2012, 07:52:51 ÖS
Gönderen : Liza
Varoluşun Hakikatleri - Mehmet Bastıyalı
Kitaplar Hakkında Bilgi ve Özetler
sanane_61 0 571 Son Mesaj Nisan 08, 2014, 06:33:26 ÖS
Gönderen : sanane_61


Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular