0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1
Konu: Önemli Türkologlar  (Okunma Sayısı: 1101 Kere Okundu.)
« : Temmuz 02, 2009, 10:55:28 ÖÖ »
Avatar Yok

By.TuRuT
*
Üye No : 773
Nerden : Rize
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 19239
Mesaj Sayısı : 48 228
Karizma = 65220


Kaşgarlı Mahmut
(Hayatı - Biyografisi)
XI. yüzyılda yaşayan Türk dil bilginidir. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1074′te tamamlayarak Bağdat’ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah’a sunmuştu. Eserin el yazması tek kopyası Fatih Millet Kütüphanesi’nde 1910 yılında bulundu. 1915-1917 yıllarında öğretmen Kilisli Rifat Efendi’nin çevirisi üç, Besim Atalay’ın çevirisi ise beş cilt olarak basıldı.Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte 1025 olarak biliniyor. Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071-1077 arasında Bağdat’ta bulunan Mahmut, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynadı.
İbn-i Fadlan, Gerdizi, Tahir Mervezî, Muhammed Avfî ve Beyhakî gibi kendi döneminin Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen ünlü alimleriyle birlikte Türk illerini adım adım dolaşan Kaşgarlı Mahmut, çalışmalarında Türkçe’yi resmi dil olarak kabul eden Karahanlı Devleti’nden de büyük destek gördü.Türkçe’nin serpilip gelişmeye başladığı o dönemde, Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hacib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk alimi, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular.Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı olan Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eserinde; yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti.

Oğuz Türklerinin 24 boyu ile ilgili şemayı da verdiği eserinde, Türkçe’nin zenginliğini ve Arapça ile Farsça yanındaki değerini ispata çalışan Mahmut, ayrıca Türkçe’yi Araplara öğretmek gayesiyle Kitâbu Cevâhirü’n-Nahvi Lügâti’t-Türk adlı gramer kitabını yazdı.

Divân’ında Türk dilinin grameri yanında, Türk yer adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da etraflı şekilde anlatan Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek, tahminen 1090′da burada vefat etti. Doğu Türkistan’da bulunan Kaşgar şehrine 35 kilometre uzaklıktaki Azak köyünde olan kabri, 1983 yılı Temmuz ayında bulundu. Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını birer birer dolaşan ve Türk dili ve kültürüne ait topladığı malzemeyi titizlikle inceleyerek eserlerine alan Kaşgarlı Mahmut; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgız boylarının ağız ve lehçelerini karşılaştırmalı olarak işledi. Ona göre; Türk lehçelerinin en kolayı Oğuz lehçesi, en dürüst ve kullanışlısı Yağma ve Tuhsi şivesi, en edebisi ise Kaşgar Türkçesidir.
Divân-ı Lügati’t-Türk, bir önsözle sözlük kısmından meydana gelmiştir. Önsözde yazar Türk dilinin tarifini, lehçelerinin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapça’dakilere kıyasla gösterip tespit eder. Ana dilinin Arapça’dan çok üstün olduğunu söyler ve örnekler verir. Bu arada, o bilgileri nasıl elde ettiğini, nasıl bütün memleketleri gezip dolaştığını da anlatır. İkinci, yani sözlük bölümü, Türkçe kelimelerin Arapça izahlarını kapsar. Bu nedenle, eser, Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür. Ya da Türkçe’den Arapça’ya sözlüktür. Arapça dilbilgisindeki şekillerine göre sıralanmış 7500′den fazla kelime hakkında açıklama yapılmıştır.
Büyük bilgin bu açıklamaları yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edebiyat örneklerimiz bilinmediği için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneklerini Kaşgarî’nin kitabından öğrenmekteyiz. Sagu denilen ağıtlar, koşuk dediği koşmalar, sav dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği dersten örneklerine bakarak meselâ Alp Ertunga adındaki destanlaşmış kahramanın varlığını da yine Divân-ı Lügati’t-Türk’ten öğrenmiş bulunuyoruz. Bu sebeplerden dolayı Kaşgarlı Mahmut’un Divân-ı Lügati’t-Türk’ü hem dil, hem edebiyat, hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan bir kaynaktır.

Ancak bu kaynak eser 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Gerçi Kâtip Çelebi’nin Keşfüzzünûn adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut’tan da söz edilmiştir. Ama bu bilgi çok sınırlıdır. Vanizade Nazif Paşa’nın yakınlarından bir hanım, 1910 yılında İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı’nda dolaşırken bu dev eseri tozlu raflarda bulmuş, satın almak istemiştir. Elindeki ganimetin kadrini ancak o zaman anlayan kitapçı, kitabın fiyatını 25 altına kadar yükseltmiş, hanım da kitabı alamamıştır. Ancak işi Maarif Nezareti’ne duyurmuştur. ‘Ne olduğu belirsiz bir kitaba avuç dolusu altın verilemeyeceği’ gerekçesiyle Maarif Nezareti, eseri satın almayı reddetmiştir.
Haber, kitap delisi merhum Ali Emiri Efendi’ye intikal etmiştir. Kitaplarını millete hediye ederek Fatih Millet Kütüphanesi’ni kurmuş ve ilk müdürlüğünü yapmış olan Ali Emirî Efendi, kitapçıyı getirtmiş, eseri inceledikten sonra adamı kütüphaneye kilitleyerek para tedarikine çıkmıştır. İşte böyle borç harç satın alınan Divân-ı Lügati’t-Türk, uzun zaman Ali Emiri Efendi’nin kıskanç titizliğiyle kütüphanede saklanmıştır. Ali Emirî Efendi, eserin basımına ancak Sadrazam Talat Paşa’nın ricası üzerine razı olmuştu. Eldeki yazma, Kaşgarlı Mahmut’un el yazısı olmamakla beraber ondan 192 yıl sonra Şam’lı Mehmet adında usta bir hattat tarafından yazılmış yer yüzündeki tek nüshadır. Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki, şunlardır:

‘Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm…’ buyurmuştur. ‘Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır…’ diye buyurur. Divanü Lügati’t-Türk dünyanın her yanında, Türkoloji ilmiyle uğraşan pek çok bilgin için paha biçilmez bir kaynak olmuştur. Üzerinde şimdiye kadar yerli, yabancı, uzmanlar çok çeşitli incelemeler yapmışlardır.



Mehmet Fuat Köprülü
(1882 - 1965)
Türk tarihçi, edebiyat araştırmacısı ve siyaset adamıdır. 4 Aralık 1890’da İstanbul’da doğdu. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın soyundan gelmektedir. Ayasofya Rüşdiyesi’ni ve Mercan İdadisi’ni bitirdikten sonra Hukuk Mektebi’ne devam etti (1907-1910), burada özel Fransızca dersleri aldı. Ancak, asıl ilgisini çeken edebiyat ve tarih alanında ilerlemek için hukuk öğrenimini yarıda bıraktı.

1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. Şiirlerini 1913’e kadar Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde yayımladı. Bu yıllarda “Milli Edebiyat” ve “Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat akımını benimsedi; Türk tarihinin ilk dönemlerine kadar indi, ilk Türk topluluklarının tarih ve edebiyatlarını inceledi. 1913’te, Halit Ziya Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine getirildi. Aynı yıl Bilgi dergisinde Türk edebiyatının hangi yöntemle incelenmesi gerektiğini tartışan “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı yazısı çıktı.

window.google_render_ad(); 1919’da uluslar arası ün kazanmasını sağlayan ilk büyük yapıtı Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar’ı yayımlandı. 1923’te Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, Türkiye Tarihi adlı kitabını çıkardı. 1925’te Türkiyat Mecmuası’nı çıkarmaya başladı, ünü giderek dünyaya yayıldı, birçok uluslar arası kongreye Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk Tarih Encümeni başkanlığına seçildi. 1931’de Türk Hukuk Tarihi Mecmuası’nı çıkarmaya başladı; 1932-1934 arasında Divan Edebiyatı Antolojisi’ni çıkardı. 1933’te ordinaryüs profesör oldu, İstanbul Üniversitesi’nde birkaç kez dekanlık yaptı. 1934’te siyasete atılarak Kars milletvekili oldu. 1936-1941 arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ’yle Siyasal Bilgiler Okulu’nda ders verdi. 1935’te, Paris’te Türk Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı kitabı yayımlandı ve büyük yankı uyandırdı. Heidelberg , Atina ve Sorbonne üniversitelerince onursal doktorluk sanı verilen, bilim kuruluşlarınca onur üyeliğine seçilen Köprülü 1941’den sonra İslam Ansiklopedisi’nin yayımına katıldı. 31 Mayıs 1935′te yapılan Genel Seçimlerde Kars Milletvekili oldu. 1943′e kadar hem Milletvekilliğine, hem de İstanbul ve Ankara Üniversitelerindeki görevlerine devam etti.

12 Haziran 1945′de siyasî yayınlarından dolayı CHP’den ihraç edildi. 7 Ocak 1946′da Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan ile birlikte Demokrat Parti yi kurdu. Demokrat Parti iktidara gelince dışişleri bakanı oldu. 1956’ya kadar sürdürdüğü bu görevi sırasında Türkiye’nin NATO’ya girişinde etkin rol oynadı. 5 Temmuz 1957′de Demokrat Partiden resmen istifa ederek aynı yıl Hürriyet Partisi ne girdi. 1960’tan sonra 6-7 Eylül Olaylarıyla ilişkilendirilerek tutuklandı, dört ay Yassıada’da kaldı. 27 Mayıs 1960’tan sonra Yeni Demokrat Parti yi kurdu. Ancak parti pek ilgi görmedi. Amblem olarak seçtiği “Kıratı” Adalet Partisi ’ne bırakarak siyasi yaşamdan ayrıldı. Asıl yararlı çalışmalarını Türk Edebiyatı ve Türk Halk Edebiyatı araştırmaları oluşturur. Çok verimli bir araştırmacı olan Köprülü, ardında 1500ü aşkın kitap ve makale bırakmıştır.
Mehmet Fuat Köprülü 28 Haziran 1966’da İstanbul’da, bir trafik kazası sonucu, kaldırıldığı Baltalimanı Hastanesi’nde öldü. Çemberlitaş’taki Köprülü Türbesi’nde babasının yanına gömüldü.

Başlıca Eserleri

* Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı (1916)
* Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1919-1966)
* Nasrettin Hoca (1918-1981)
* Türk Edebiyatı Tarihi (1920)
* Türkiye Tarihi (1923)
* Bugünkü Edebiyat (1924)
* Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler (1926)
* Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türk-i Basit (1928)
* Türk Saz Şairleri Antolojisi (1930-1940, üç cilt)
* Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar (1934)
* Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatı’nın Tekamülüne Bir Bakış (1934)
* Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (1959)
* Edebiyat Araştırmaları Külliyatı (1966)
* İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi (1983, ölümünden sonra)



Reşit Rahmeti Arat
(Hayatı - Biyografisi)
Aslen Kazanlı olan R. Rahmeti Arat, Kazan’a yakın bir köyde, Eski Ücüm’de, İsmetullah adlı bir baba ile Mahbeder adlı anneden 1900 yılının 15 mayısında dünyaya gelmiştir, ilk mektebi mahallî şartlara göre kendi köyünde tamamladıktan sonra, bir amcası tarafından bugünkü Kazakistan’ın Kızılyar (Peterpavel) şehrine götürülmüş, orada ilk önce, bu yüzyılın başından beri yeni metodla çalışan Türk-Tatar mektebinde, sonra da hususî bir hazırlık ile rusça öğrenip Rus gimnaziyumunda (o zamanki nesil gibi bir taraftan da Türk -Tatar mektebine giderek) tahsilini devam ettirmiştir. Son sınıfa geldiği günlerde, komünist rejiminin ilerlemesini önlemek maksadiyle baş kaldıran Amiral Kolçak ordusuna mekteplerden de gençler alınmıştı. Bu cümleden Rahmeti Bey de önce askerî eğitim kurslarına, sonra da cepheye gönderilmiştir.
Kolçak ordusu yenilip dağıldığı zaman Rahmeti Bey yaralı olarak Mançurya’nın Harbin şehrine gitmiştir. Harbin şehrinde eskiden beri yerleşmiş olan Türk-Tatar aileleri bulunduğundan, bunların imamları, mektepleri ve cemiyetleri vardı. Bunlara kafileler halinde gelen her türlü tabakadan ihtilâl muhacirleri de katılarak cemiyet hayatı canlanıp genişlemiştir. Rahmeti Bey, burada gençlerle birlikte yararlı çalışmalarda bulunmuş, kendisini sevdirmiş, 1921’de yarıda kalan gimnaziyumu tamamlayarak 1922’de yüksek öğrenimini yapmak üzere Almanya’ya gitmeğe muvaffak olmuştur. Harbin’de ve Berlin’de bulunduğu süre içinde, Harbin imamı İnayet Ahmedî Bey’den maddî ve mânevi yardım görmüştür. Gençlik teşkilâtlarında birlikte çalıştığı gençlik arkadaşı Hüseyin Abdüş Bey de, her hususta ona destek olmuştur. Berlin’deki öğrenimi böylece, dışarıdan alınan cüz’î bir yardım ile ve bir haylî ağır maddî şartlar altında, kendi çalışmalariyle ilerleyebilmiş, çalışkan, dürüst bir öğrenci olarak kendisini tanıtabildiğinden hocalarının da dikkatini çekmiş, iş bulmakta onlardan yardım görmüştür.

window.google_render_ad(); Bu esnada, Birinci Dünya Harbi ve Rus ihtilâlinden sonra, Berlin’e, Rus boyunduruğu altında kalmış olan Türk ülkelerinden, Türkistan, İdil-Ural ve Azerbaycan’dan da türlü yollarla gelen muhacir gençler vardı ve bunlar mekteplere yerleşmek üzere idiler, iyi bir tesadüf eseri olarak Lehistan Tatarlarından Yakup Bey Şinkeviç de daha önce Berlin’e gelip öğrenime başlamış ve büyük türkolog W. Bang’ın öğrencisi olmuştu. O, kendisinin şevkle çalıştığı Türk dili sahasına Rahmeti Bey’i de celbetti. W. Bang, o güne kadar meydana getirdiği türkçeye dair birçok eserleriyle tanındığından, Turfan kazılarından gelen malzemeyi işlemek için de en münasip bir ilim adamı olarak kabul edilmiş ve böylece 1920’de Berlin Üniversitesine çağrılmıştı. Bir talih eseri olarak Rahmeti Bey için de bu büyük bir fırsattı. Daha küçük yaşta aile yuvasından ayrılmış ve cemiyet meselelerine alışmış olan merhum, bütün varlığiyle kendisini bu millî işe vakfetti. Yoksa, yabancı memleketlerde belirli bir destek olmadan tahsile devam etmek için yalnız enerji ve zekâ kâfi gelmez. Bunun için çalışma hevesini besleyecek büyük ideale ve imana ihtiyaç vardı.
Genç Rahmeti bu imanı kendisinde bulmuştu. Kısa zamanda kendisinin seciyesini tanıtarak yüksek ilim adamları arasına katılmış, yalnız tahsille kalmamış, ilmî araştırma sahasına da girebilmişti. Berlin ilimler Akademisi’nde yığılı duran bir sürü yazı malzemesi içindeki eski Türk kültürüne dair Uygur, Mâni ve diğer yazılarla yazılmış yazmaların tasnifi için diğer birkaç Alman bilginiyle beraber (bu cümleden A. v. Gabain) Rahmeti Bey de görevlendirildi. Teknik işler yanında bu yazma eserlerin araştırılmasına ve işlenmesine de koyuldu. W. Bang gibi üstün olgunlukta bir ilim adamiyle çalışabilmek ve her gün onun yanında yardımcı olabilmek Rahmeti Beyi zamanla daha çok ilerletmiş ve Avrupa’nın XIX. yüzyılda zirvesine ulaşmış olduğu titiz çalışma metoduna vâkıf olmasına yardım etmiştir. Gecesini gündüzüne katıp çalışan Rahmeti Bey, Berlin Üniversitesini 1927’de bitirdiği zaman yalnız bir doktora çalışmasiyle ortaya çıkmadı.
Akademi yayımları arasında yer alan Uygur metinlerini de baskıya hazır şekle sokmuş bulunuyordu. Bu gibi eserlerin ne kadar zorlukla, titizlikle işlendiğini, ne kadar büyük bir dikkat sarfetmek gerektiğini ancak bu mesleği yakından tanıyanlar takdir edebilirler, öğrenimini bitirir bitirmez Berlin Üniversitesi’nin Şark Dilleri Semineri Kazan lehçesi rektörlüğüne alınmıştır. Böylece, ilmî çalışmaları arasına öğretim görevi de girmişti. O, titiz çalışmalariyle, yaşı ilerilemekte olan hocamız Bang’ın tabiî bir halefi olarak belirmişse de, yabancı oluşu buna mâni oluyordu. Fakat kader ona daha büyük kapıyı açmıştı. Atatürk’ün bir çok yenilikleri arasına millî kültür ve dil dâvası da giriyordu. O zamanın Maarif Vekili Reşit Galip Bey tarafından “Uygurcayı su gibi bilen” genç âlim Rahmeti Bey de çağrılmıştı, İstanbul’a geldiği zaman “Uygur Tababetine Dair” iki fasiküllük bir eseri ve Oğuz Kağan Destanı ve Türkische Turfantexte VI (W. Bang, A. von Gabain’le birlikte) adlı eserleri Akademi neşriyatı olarak yayımlanmış, ayrıca birkaç ilmî mecmuada yazıları çıkmış olan tanınmış bir türkologdu.
Hayatı son derece muntazam geçmiştir. Başarılarında ve verimli çalışabilmesinde şüphesiz düzenli aile hayatının etkisi büyüktür. Tıp öğrenimi yapmak için Uzak Doğu’dan kendisiyle beraber Berlin’e gelen Rabia Hanım ile, ikisinin de tahsilleri tamamlanmak üzere iken, 1927’de evlenmişlerdi. Rabia Hanım Perm’li bir tüccarın tek kızıydı, iyi bir terbiye ve ihtimamla yetiştirilmiş olan kızlarına iyi bir tahsil de gördürmek isteyen ana-babası, onu Rus gimnaziyumunda okutmuşlar ve ihtilâlden sonraki kargaşalıktan kurtarmak için Sibirya şehirlerinden birine tıp öğrenimine göndermişlerdi. Komünistlerin oraya da sarkmaları üzerine, bu genç kız da bir kafile ile birlikte Uzak Doğu’nun Harbin şehrine gitmiştir. Orada Rahmeti Bey’le tanışmış ve beraberce Berlin’e gitmişlerdir. Önce anne ve babası, bir daha görüşülmeyecek kadar uzak ülkelere, Almanya’ya gitmesine razı olmamışlar, fakat sonradan babası: “Anne müsaade etti” diye telgraf çekmiş ve bir daha anne-baba ile görüşememek üzere böylece o da, tam izinli olarak Avrupa’ya gidebilmiştir. Rabia Hanım tahsilini tamamlar tamamlamaz Berlin’de hastahanelerde çalışmağa başlamış, ağır şartlar altında geçen öğrencilik devreleri çabuk unutulmuş, hayatları düzene girmişti. Bu evliliklerinden iki kızları dünyaya gelmiştir. Her ikisi de evlidir ve üç çocukları vardır. Rabia Hanım, Rahmeti Bey’in muntazam çalışabilmesi için her fedakârlığa katlanmış, ona iyi bir hayat arkadaşı olmuştur. Değerlerin derecesini ölçüp biçmesini bilen bu hanım, Rahmeti Bey’in gerçek değerler üzerinde çalışabilen ve pek az yetişen bir meslek adamı olduğunu, o mesleğin, kültür ve cemiyetin selâmeti bakımından, kendi mesleğinden daha üstün olduğunu kavrayacak kabiliyette idi. Türkiye’ye geldikten sonra, bir süre çeşitli yerlerde doktorluk yapmışsa da sonradan çocuklarının annesi ve hayat arkadaşının desteği olmak üzere, mesleğini terk etmişti. Son yıllarda, Rahmeti Bey’i yolculuklarında yalnız bırakmamak için Anadolu gezilerine onunla beraber giderdi. Rahmeti Bey de onun sonsuz fedakârlığını biliyordu ve minnettardı. Kutadgu Bilig’in tercümesini Rabia Hanım’a ithaf etmişti.

Tab’an sakin, çekingen, oldukça mahcup bir insandı. Kendi yağıyla kavrulup, kendini her felâketten kurtaran insanlarda olan derin bir ciddiyet, hassasiyet ve ketumluk, onun tabiatının biribirinden ayrılmaz vasıflarındandı. Hiçbir zaman düşünmeden, gürültülü konuşmaz, kendisi lüzumsuz yere gülmediği gibi, başkalarını da sudan lâflarla alaylı bir şekilde güldürmezdi. Bir şey sorulduğu zaman da Rahmeti Bey’in derhal cevap verdiğini hatırlamıyorum. O, her zaman önce düşünür, sonra kaçamaklı bir cevap verir, bir hayli konuştuktan sonra asıl düşündüğünü ortaya koyardı.

Meslek icabı çalışmalarındaki titizliği, gayet tabiî olarak devamlı ve istirahatsiz bir didinmeyi gerektiriyordu. Bu yüzden, yaz aylarında bile, Yeşilköy’deki yazlık evinde oturduğu halde, devamlı çalışır; ancak bir yarım gün kadar istirahat eder ve denize girip çıkar, öğleden sonraları cehennem gibi yanan şehre gidip işiyle uğraşırdı. Üniversiteye çok yakın bir yerde, oldukça dar olan bir ev satın almışlardı; onun alt katına da gece yarılarına kadar çalıştığı kütüphanesi yerleştirilmişti.

İnsan olarak vazifeşinas, halk ve millet uğrunda her hizmete hazır oluşu yanında, geldiği memleketin büyük acılar içindeki halkının yaşaması için bağlandığı türkçülük idealini o, taşkın çıkışlardan sıyırmak üzere, her zaman ilim ve kültür alanına sokmağa muvaffak olmuştur, demek yanlış olmaz. “Türk şivelerinin tasnifi” başlığı altında lehçe tasniflerini topladığı yazısında, Türk lehçelerinin ilmen gerçekten birbirine çok yakın olduğunu göstererek, bu şuuru aşılamağa çalışmıştır. Bu “şive” tâbiri Türkiye türkçesine göre yanlış olduğu için tepki yaratmış, çok tenkid edilmiştir. Gerçekte bu tâbir onun değil, ilk türkiyatçılardan olan ve sonradan pantürkistlik isnadiyle Ruslar tarafından öldürülen Kırımlı Bekir Çobanzade’nin daha önce kullandığı bir tâbirdi. (Bkz. Türk-Tatar Diyalektolojisi, Bakû, 1927)*.

* Bekir Çobanzade için bkz. A. Battal Taymas : Kırımlı Bekir Çobanzade’nin Şiirleri (Türkiyat Mecmuası XII, 1955).

Çalışmaları

Çalışmalarını ilmî bir tasnife tâbi tutmak gerekirse şu şekilde gösterebiliriz :

1) Avrupa’da uygurca üzerindeki çözümlü metin yayımları, 2) Bunların devamı olarak Türkiye kütüphanelerinden bulup çıkardığı uygur harfleri ile yazılmış metinlerin çözüm ve yayımları, 3) Kutadgu Bilig, Atebetü’l-hakayık ve Eski Türk Şiiri, 4) Türk yazı dilinin tarihî inkişafına dair makale ve bildirileri, 5) Tarih çalışmaları, 6) İslâm Ansiklopedisi’ndeki yazıları ve yönetimi, 7) Öğretim maksadiyle yazılmış yazıları.

Nazarî çalışmalarının en iyisi doktora tezi olarak hazırladığı “Die Hilfsverben und Verbaladverbien im Altaischen” (Ungarische Jahrbücher Bd VIII - 1-4, Berlin 1928) dir. Bu eser, Avrupa’nın göbeğinde, Berlin Üniversitesi’nde Türk diline dair Yakup ŞİNKEVİÇ’in Rabğûzi’nin Sintaksı adlı doktora tezinden sonra ikinci olarak verilen önemli bir tezdi. Eserin konusu, Altayca’da yardımcı fiiller ve zarf -fiiller olmasına rağmen, burada diğer bütün Türk ağızları karşılaştırmalı bir şekilde ele alınmış ve bilhassa uygurcaya ve kendi ana dili olan Kazan lehçesine geniş ve aydınlatıcı yer verilmiştir. Eserin ilmî değeri de Türk dili araştırmaları için temel çalışmaların gerektirdiği yüksek seviyededir. Türkiye’deki çalışmalarından, İstanbul kütüphanelerinden bulup çıkardığı bazı uygurca yazılmış yazılar üzerindeki yayımları, Avrupa’daki Uygur metinleri çalışmalarına eşitti ve daha az önemde değildi. O, bunlarla, Anadolu’yu fethetmiş olan Türklerin Uygur yazısını bildiklerini ve kullandıklarını ve bu yazı sisteminin alfabesinin bazı kütüphanelerde bulunduğunu, Kâşgarlı’nın Divanü Lûgati’t-türk’ünde geçen alfabe sırasına göre tanzim edildiğini ve Fatih Sultan Mehmed’in bir yarlığını Uygur harfleriyle kaleme aldığını veya yazdırdığını ortaya koymuştur. “Uygur Alfabesi” ve “Fatih Sultan Mehmed’in Yarlığı” başlıklı etüdleri bu bakımdan dikkati çeken yazılardır.

Istılah buhranı içinde bulunduğumuz şu günlerde, tarihî bakımdan hiçbir zaman önemini yitirmeyecek olan Uygurların ıstılah yapma usulünü de rahmetli Türkiyat Mecmuası VII-VIII (1942) de “Uy-gurlarda Istılahlara Dair” adiyle işleyip ortaya koymuştur. Uygurca üzerindeki çalışmalarının sonuncusu da tamamlanmış ve baskıya verilmiş olan “En Eski Türk Şiiri” dir. Bununla o, Türk Edebiyatının başlangıç safhasını öğrenmek için bir kaynak açmış oluyor.

Son yıllarda bütün Anadolu kütüphanelerini dolaşarak, arap harfleriyle yazılmış olan eski eserleri araştırıyor ve bunların kronolojik sırasını aydınlatmak için bir katalog hazırlamak istiyordu. Bu çalışmalarına ait notların tamamlanmamış yazıları arasında bulunacağını umuyorum.

Uygurca metinlerin yayımları, eski kaynakların verdiği bilgilerin değerli sonuçları her bakımdan büyük bir malzeme topluluğu olan Kutadgu Bilig üzerine W. Bang’la beraber ve onun da ilgisini, çekmişti. Turfan kazılarından çıkmış Eski Türk yazı malzemesi ilim alanının türlü kıymetleri tarafından ahenkli ve metodlu bir şekilde işlenip kısa zamanda Türk dili bilgisini çok yüksek bir seviyeye ulaştıracak duruma getirilmişti. W. Bang’ın diller üzerindeki geniş bilgisi, çoktandır meşgul olduğu Türk diline metodik görüş ile çalışma çığırı açtıktan sonra Kutadgu Bilig’e de sıra gelmişti. K. B. o güne kadar W. Radloff ve H. Vambery tarafından ele alınmış ise de, bu eserin değeri ile mütenasip olmadıklarından, o henüz işlenmiş ve hattâ yayımlanmış sayılamazdı. Artık onun dili çözülecek duruma gelmişti, fakat bu büyük eserin ağır teknik işi vardı. Rahmeti Bey bu işi üzerine aldı. Kutadgu Bilig onun, uğrunda bütün ömrünü harcadığı bir çalışma oldu ve “Giriş” teki açıklamaları, onun ağır teknik işinin bir mükâfatı olmuştur. O, bugüne kadar bu eser hakkında söylenenleri bir tarafa atarak yeni fikirler ortaya koymuş, bu devire nüfuz etmeğe çalışmıştır. Şöyle ki, dördüncü bir tip olan Odğurmuş’u bu güne kadar kabul edildiği gibi “kanaat” in değil de “akıbet” in mümessili olarak tanıtmıştır. Üstelik kendisinden önce umumiyetle bir nasihat kitabı ve devlet teşkilatı ile ilgili olarak kabul edilen bu eseri, Rahmeti Bey*, kâmil bir insanın nasıl olması gerektiğini öğreten bir eser olarak kabul etmiştir. Şüphesiz türlü fikirlerle dolu olan bu eser hakkında, son sözü söylemek henüz mümkün değildir. Fakat o bu eseri araştırmağa imkân verecek bir şekilde çözerek yayımlamıştır. Her halde bundan sonra da bu konular üzerinde diğer bilim adamları tarafından aydınlatıcı fikirler ortaya atılır. Bugün için Kutadgu Bilig’in önemli bir teknik eksiği, onun gramer bölümünün ve sözlüğünün kendisi tarafından yapılmamış olmasıdır. Bıraktığı evrak içinde ancak Kutadgu Bilig’in sözlük kısmına dair A, B harflerini içine alan malzemenin işlenmiş olduğu anlaşılmıştır.

Kutadgu Bilig’den sonra Atebetü’l-hakayık yayımını hazırlamıştır. Berlin Akademisinde Atebetü’l-hakayık’a dair bir dörtlük ihtiva eden bir sahife bulmuş ve bilhassa bundan sonra bu işi yapmağa heves etmiştir. Bu eserin bu güne kadar kullanılagelen Gaybetü’l-hakayık, Hibetü’l-hakayık adlarını da merhum dikkatle çözerek Atebetü’l-hakayık olarak okumağı tercih etmiş ve bunu (s. 9 da) nüsha farklarını ve kelimenin mânasını göz önünde tutarak inandırıcı bir şekilde ispat etmiştir.


Zeki Velidi Togan
(Hayatı - Biyografisi)
Zeki Velidi Togan, 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurt ilinde İsterlitamak’a bağlı Küzen köyünde doğdu. Daha ilk mederse tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek’e bulunan dayısı Habib Neccar’ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersler alarak dil bilgisini geliştirdi.
1908′de köyünden kaçarak Kazan’a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine ‘Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi’ oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti’ne Aza seçildi.

window.google_render_ad(); 1913′te Fergane’ye, 1914′te Buhara’ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov’un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye’ye gönderilmesine vesile oldu.
Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma’da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg’a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.
Bolşevik İhtilâli’nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917′de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg’u 18 Şubat 1918′de işgal eden Sovyetler onu tutukladılarsa da 7 Haziran’da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşütü fakat olumlu sonuç alamayınca Türkistan’a çekilip orada mücadeleye karar verdi.

1920-23 yıllarında Türkistan’da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi’nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği’nin kurucusu ve ilk başkanıdır.
Paris, Londra ve Berlin’deki bir çok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura’nın istekleri sayesinde Türkiye’den davet aldı. 20 Mayıs 1925′te geldiği Türkiye’de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni’ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara’nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun’u Türk Tarihi Müderris Muavinliği’ne tayin edildi.
Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932′de I. Türk Tarih Kongresi’nde tıp doktoru Reşit Galip’in sunduğu Orta Asya’da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932′de istifa ederek Viyana’ya gitti.

1935′te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi’nde, 1938′de Göttingen Üniversitesi’nde ders verdi. 1939′da Millî Eğitim Bakanı’nın daveti üzerine tekrar Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi’nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Türkiye’de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti. 1948′de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951′de İstanbul’da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi’ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı.
Zeki Velidi Togan 26 Temmuz 1970′te İstanbul’da vefat etti.

HAKKINDA YAZILANLAR

Zeki Velidi unutulmadı
Zaman 7 Temmuz 2001

20. yüzyılın önemli şarkiyatçılarından Ord. Prof. Zeki Velidi Togan (1891-1970), doğduğu topraklarda unutulmadı. Başkortostan Cumhurbaşkanı Danışmanı Emir Yoldaşbayev, uzun bir süredir yürüttüğü Zeki Velidi çalışmalarını kitaplaştırdı.

Yoldaşbayev’in kaleme aldığı, ‘Çağdaşlarının Hatıralarında Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Zeki Velidi’ isimli kitap, Başkortostan ve Rusya’da piyasaya sürüldü.


İstek & Öneri ve Şikayetlerinizi: WeBCaNaVaRi'na Üye Olmadan Link'leri ve Kod'ları Göremezsiniz.
Link'leri Görebilmek İçin. Üye Ol. veya Giriş Yap.
Adresine İletebiliriniz.
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Önemli Türkologlar
« Posted on: Nisan 16, 2024, 11:38:52 ÖÖ »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Önemli Türkologlar e-book, Önemli Türkologlar programı, Önemli Türkologlar oyunları, Önemli Türkologlar e-kitap, Önemli Türkologlar download, Önemli Türkologlar hikayeleri, Önemli Türkologlar resimleri, Önemli Türkologlar haberleri, Önemli Türkologlar yükle, Önemli Türkologlar videosu, Önemli Türkologlar şarkı sözleri, Önemli Türkologlar msn, Önemli Türkologlar hileleri, Önemli Türkologlar scripti, Önemli Türkologlar filmi, Önemli Türkologlar ödevleri, Önemli Türkologlar yemek tarifleri, Önemli Türkologlar driverları, Önemli Türkologlar smf, Önemli Türkologlar gsm
Yanıtla #1
« : Temmuz 15, 2009, 02:44:19 ÖÖ »

x[BLack RoSe]x
*
Üye No : 2816
Yaş : 34
Nerden : Rize
Cinsiyet : Bayan
Konu Sayısı : 901
Mesaj Sayısı : 12 413
Karizma = 13


Emeğine sağlık
Yanıtla #2
« : Nisan 18, 2010, 10:42:02 ÖS »

Hephaestus
*
Üye No : 26057
Yaş : 31
Nerden : Tekirdağ
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 4834
Mesaj Sayısı : 13 573
Karizma = 60064


Paylaşım İçin teşekkürler
Sayfa 1
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  



Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular