0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1
Konu: Küllerdeki Resimler  (Okunma Sayısı: 759 Kere Okundu.)
« : Şubat 17, 2010, 01:03:42 ÖÖ »
Avatar Yok

By.TuRuT
*
Üye No : 773
Nerden : Rize
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 19239
Mesaj Sayısı : 48 228
Karizma = 65220


Küllerdeki ResimlerMevsimler, bahar tadında geçerdi bizim oralarda.
Annemin, şömine başında küllere çizdiği öyküsel resimleri vardı. Hatıramdan hiç silinmeyen…
O bizlere her zaman kendimize olan özgüveni aşılarken, yaşama karşı çok farklı bir bakış açısı gelişmesine neden olmuş sevgiyi, saygıyı, inanmayı, insana insanca davranmayı öğretmişti.
Canım annem benim! “Vicdan sahibi olmanın başlıca kuralı adaletli yapıcı ve paylaşımcı olunarak, insan olmanın ilk koşulu hoşgörülü merhametli ve adil olmakla başlar” derdi.
O, aç insanlar kadar aç olan bütün canlıları düşünürdü. Sofrada çok zaman ekmek parçacıkları bulundurur, pencere kenarı duvar diplerine ekmek kırıntıları bırakırdı.
Bazen kışlar sert ve soğuk geçerdi bizim oralarda. Oysa sevgili anemin varlığıyla sıcacık olurdu küçük yuvamız. Şimdi ise, küllerdeki resimler öykülerin saklısında kaldı. Yaşamımı şekillendiren, renklendiren ve izdüşümde kalan mutluluk resimleri…
O ise, içinde bulunduğu şartlara göre haillerini, umutlarını, özlemlerini, düşlerini, kırıklıklarını, hayallerini, çocuklarının mutlu geleceğini çizerdi küllere. Sonra umudu vaat eden öyküler anlatırdı çocuklarına. Onun çizdiği resimlerle, evimiz bir cümbüş bir şenlik havasına dönüşürdü.
Resimler, her mevsimde bir başkaydı rengi. Bir ressamın tablosundan çıkmışçasına manalı… İnsanın düş ve hayal gücümüzü genişleten, masalsı düş dünyasının kapılarını aralayan ve ressamları bile kıskandıran, anlatım gücüne sahip olan imzasız resimler…
“Okuma yazmam olsaydı, anlatıp yazacağım ne çok şeyim olurdu,” derdi. O güzel annem var ya; dünyanın sevgisini sığdırırdı yüreğine. Ona yakın olan herkes bilir, anlatırlardı onun yüreğinin güzelliğini.
Gerçi bütün anneler bu güzelliğe sahipti. Bütün annelerin sevgisi katkısız ve ödünsüzdü. Her annenin kendi gizli iç dünyası, insanca yaşam beklentisi, yüreğinin en korunaklı ve kıskanç yerinde yavrusu, sevgilere açık kalbi, yaşama aralı kapısı vardır.
Kış günlerinde, şöminenin üzerinde karla dolu bir kazanımız olurdu hep. İçme suyunu temin etmek için karı eritirdi annem… Bazen de köy ebesinin yardımıyla, şömine başında sessizce doğururdu resimler çizdiği küllere… Kar beyazı mevsimlerde, özenle eleyip ısıttığı toprağa sarardı bebelerini. Onun için toprak tutkuydu, doğurgan anaydı. O da toprak gibi sevgiyi doğururdu yaşama. İşte o, bu güçle büyütürdü yavrularını.
Huyuyla, suyuyla ne de güzel bir kadındı annem. Sevgiyi, adeta yüreğinden damıtırdı. En güzel yanı, çok adil oluşuydu. Babamla büyütürken bizleri gençliğini, bütün yaşama gücünü ortaya koyarlardı. Babamın da yüreğimizde apayrı bir yeri, sevgisi vardı. Her yokluğa, yoksulluğa rağmen, eve gelişlerinde “eli boş” gelmemeye çalışırdı. O da bir o kadar sevecen, bir o kadar ayrım yapmadan severdi hepimizi.
Babam, sevdiğimiz lokum, çerez gibi şeyleri aldığı zamanlarda annem adil bir hukukçu kesilirdi. Onlar, alınan ne varsa hepsini eşit bir şekilde paylaşır, daha bizler uykudayken başucumuza koyarlardı. Uyandığımız zaman, bu tatlı paketleri bir armağanmış gibi görerek yerdik. Sonra tatlı bir sevinç kaplardı küçücük yüreklerimizi.
Ah o günler, cümlelerle tarif edilemez güzellikteydi.
Bense ağustos böceklerinin ötüşen seslerini, yıldızlardan geldiğini düşünürdüm. Gecenin büyülü ve o senfonik ritmiyle dinlerdim yıldızları. Hepsi annemin tablosundaki öyküsel resimler gibiydi. Ya da masaldaki, kral kızının yıldızlı gözleri… Onlar, büyülü gecelerde gökyüzünde yanıp sönen deniz fenerleri…
O yıllarda mevsimler, çok güzel geçerdi bizim oralarda. Her nedense, kış gecelerini daha çok severdim ben. Bir de yıldızları… Kar taneleri havada uçuşan tülden gelincikler, papatyalar gibi gelirdi. Hayal ve düş gücüm, sanki o gecelerde şekillenir gibiydi?
Yazdan çok, kışı daha çok severdim her nedense? Annemin anlattığı öykülerden mi ne, kışın yağmurlu havalarda en güzel mısralar dile gelirdi. Bense her öyküde anlatılan bir masal kahramanı… Bazen de, uzak denizlerde bir düş gezgini...
O, küçük evde büyümek bir düş gibiydi.
Ailemizin en sevimlileri dedem ile ninemdi. Onlar da kendilerince insan gibi insandı... Her biri ayrı bir öykü, ayrı bir roman kahramanı… Ayrı dünyalara açılan birer kapı…
O yılarda, her şey çok güzeldi, yani. Bize anlatılan öyküler, küllere çizilen resimli masallar, sokakları aydınlatan meşaleler… Komşumuz olan, Selime teyzenin mavi gözleri çok güzel.
Her nedense sevgili ninem konumu gereği her fırsatta annemi üzmeye çalışır, gelin kaynana çıkmazı yaratırdı kendince. Oysa bütün çıkmazlara inat, her kışın ardından bütün güzelliğiyle bahar gelirdi yeniden…
Biz çocuklar, yağan karın erimesiyle parke taşlarını ilk defa görüyormuş gibi sevinirdik. Sonra ilk nisan yağmurlarıyla ıslanınca sokaklar, köyü saran burcu burcu toprağın kokusunu ilk defa duyumsuyormuş gibi bir sevinç kaplardı yüreklerimizi. Derken, evirile evirile yürürken sokaklarda yaşamın bir düş mü, bir masal mı, olduğunu anlayamadan her evrede birileri sessizce gelip geçerler hayatımızdan.
Bunlardan biri, komşumuzun kızı mavi gözlü Sevda’sıydı. Onun annesi de, benim annem gibi çok düşkündü çocuklarına. Selime Teyze de, annem gibi hep kız çocuğu doğurmuştu. Oğlan olacak diye… Onun da, annem gibi okuması yazması yoktu. O da çocuklarına masallar anlatırken, resimler çizerdi küllere…
Bu bahar, Selime teyzeyle annemin yükü yine ağırdı besbelli. Baharın son yağmurları düşerken topraklara, ikisi de yeni umutlara gebeydi. Onlar da, kar beyazı bebeler doğuracaklardı toprağın özüne. İkisi de, baharın gelişini bekler gibiydi. Onlar aynı kaderi paylaşır, birbirlerinin destekçisi arkadaşıydı. Selime Teyzenin, annemden tek farkı, duygu ve düşüncesini çekinmeden dışa vuran, şen şakrak oluşuydu.
Köyde bahar, bütün canlılığıyla uyanmış, kayısı badem ağaçları öbek öbek çiçeklenmişti. Artık bahar temizliği yapılacak, kadınlar topluca dere kenarına çamaşır yıkamaya gideceklerdi. Sonra baharın gelişini kutlamak istercesin, yanlarında çocuklarını götürürlerdi.
Oysa geride kalan yıllar, küllere çizdikleri resimlerde hükümsüzleşmişti. Şimdi sırada, dere yatağında yıkanıp arınmak vardı. Kışın rehavetinden çıkarak gebe kadınların yaşam çığlıkları arasında acıyı, sevinci paylaşmak vardı. Sonra boya, badana derken şöminedeki küller temizlenecek, küllerine çizilen resimler çocukların anılarını, düş gücünü şekillendirip yaşamlarını süsleyecekti.
Selime Teyzenin bahar mavisi gülüşleri, menekşe rengi gözleri vardı. Onun, o günden sonra böyle güzel güldüğünü bir daha hiç görememiştim. Onun, anlayamadığım bir nedenle eski neşesinden uzaklaştığını nasıl da fark etmiştim. Oysa o gün, çamaşırlar yıkanıp kurutulmuş, çoluk-çocuk güle oynaya piknik havasında yenilip içilmişti.
Her güzel an bir defa yaşanır içgüdüsüyle, güzel havalarda biz çocuklara koşup oynamak, çiçeği burnunda badem kayısı ağaçlara korkusuzca tırmanmak düşecekti. Dolaysıyla baharın geliş muştusunu ağaç, çiçek, böcek kelebek ve toprakla haşir neşir olmakla verilirdi. Süresiz sandığımız çocukluk yılları, ekmek elden su göldendi.
Sevda, Selime teyzenin bilmem kaçıncı kızıydı. O çocukluk hafifliğiyle daldan dala atlarken, tırmandığı ağaçtan, çalıların üzerine düşüvermişti! Çocuğun yardımına ilk önce annemle Halası koşup yetişmişti. Sonra Selime Teyze ve diğerleri…
O gün kadınların gülen gözlerine, anlaşılmaz bir hüzün yerleşmişti. Kimi kızın elinden çekip ayağa kaldırmaya çalışıyor, kimi anlaşılmaz bir panik havası içindeydi. Çocuk ise, bir türlü ayağa kalkamıyor, kokudan ağlıyordu. Kızın bacakları çalılardan yırtılmış, kanlar içindeydi.
Annemle kızın Halası birbirinin gözü içine bakarak, gözleriyle konuşur gibiydi. Çocuğa, yalvarır gözlerle bakıp bir şey olmamış gibi onu ayağa kalkıp yürütmek istiyorlardı. Annem; “hadi ayağa kalk kızım. Şükür kolun bacağın kırık değil. Aman! Ninenle baban, duymasın düştüğünü” diyorlardı.
Tam bu sırada korkunun etkisinden mi ne? Selime Teyzenin doğum sancısı başlamıştı. Zavallı kadın, hangi derdine yanacağını bilemiyordu! Kadıncağız sancıdan kasıldıkça kasılıyor, acı ve korku içinde ayakta zor duruyordu.
Çocuğun Halasının yüzü ifadesi anlaşılmaz bir gerginlik içinde, annemin kulağına eğilmiş usulcaca bir şeyler fısıldıyordu. Onun da çok endişeli oluşu, her halinden belliydi. Diğer yandan, bir kadın gerginliği önlemek için çaba harcıyor, o da kendince muammalı ve konuya ilişkin yorum yapmaya çalışıyordu.
Kadın; “Selime Gelini korkutmayın! Onun kızı daha küçük bir çocuk. Büyüyünce kızlık zarı kendiliğinden kapanacaktır” diyordu.
Bizler, büyüklerin söylediklerinden bir şey anlamıyorduk. Sevda, bir ağaçtan düştü diye kadınların bu kadar telaş etmelerine bir anlam veremiyorduk. “Kızlık zarı da neydi?”
O gün, eve dönüş yolunda bütün kadınların yüzündeki neşe yitip gitmişti. Selime Teyzenin, giderek artan doğum sancıları sıklaşıyordu. Sevda, annesinin acılar içinde kıvrandığını gördükçe ağlıyor, bir türlü yürümek istemiyordu. Bir süre sonra o da inadı bırakıp, çocuk hafifliğiyle ayağa kalkıp yürümeye başlamıştı.
Dönüş yolu çoktan başlamıştı ya, yol boyunca büyüklerin korku ve endişe dolu halleri bir türlü geçmiyordu. Selime Teyze ise, acı dolu yüz ifadesi daha da belirginleşiyor acıyla kıvranıyordu. Komşu kadınlardan biri onu teselli etmeye çalışarak; “sen kolay doğuruyordun. Az kaldı, dayan bacım! Köye varmamıza az bir mesafe kaldı. Kurtulacaksın! Hemen bırakma kendini! Kızına hiç bir şey olmaz” diyordu.
Çocuğun Halası öfkesinden delirecek gibiydi? Elinden gelse, küçük kızı bir bardak suda boğacaktı! Ona, “Yeter artık! Sen suçuna rağmen kapris yapıp bizleri daha çok üzüyorsun. Her şey senin yüzünden oldu. Anlamıyor musun? Sen düşmeseydin” derken, cümleler kadının dudaklarına takılı kalmış, sarfettiği sözleri geri yutar gibiydi. O, bir an için yeğeninin küçük bir çocuk olduğunu unutuyordu?
Öteden yaşlı bir kadın, Ona söyleniyordu;“Allah aşkına olayı bu kadar büyütmeyin! Bu kazadan bir şey çıkmaz. Göreceksin! O daha küçük bir çocuk, fazla korkutmayın! Kadınlıktan, kızlıktan ne anlasın masum kız!” diyerek, herkesi uyarmaya çalışıyordu.
Kadınların fısıltılı konuşmaları muammalı ve soru işaretleriyle doluydu. Oysa yalnızca bir kız çocuğu, ağaçtan düşmüş ve biraz canı yanmıştı. Hepsi bu. Daha sonra da, bir şey olmamış gibi ayağa kalkıp yürümüştü. Ağlayıp sızlanıyordu, ama kolu-bacağı sağlamdı. Belki de annesinin acı çeken halini gördükçe, korkup huysuzlanıyordu?
Tam bu sırada bir bebek çığlığı duyulmuştu. Öteden kadının biri; “Hayırlı olsun Selime Gelin! Bir kızın daha oldu,” diyordu.
Selime Gelin, bu defa çocuğunu dere yolunda doğurmuştu. Bu kaçıncı kız diye, kimse düşünmüyordu! Tam da oracıkta başka bir kadın, bebeğin adını “Derya” diye koymuştu.
Çocukluğum böyle değişik anılarla doluydu. Velâkin buna benzer bir olaya hiç tanık olmamıştım. O günü, çok küçük olmama rağmen unutmamıştım. Zaman geçtikçe, “kızlık” denen şey bir muamma olarak aklımda kalacaktı. Öyle ki; bir kız çocuğunun ağaçtan düşmesiyle kız mı, erkek mi olur? korkusu vb. sorular yıllarca aklımda takılı kalacaktı. Bu düşünüşle, “ağaçtan düşersem eğer oğlan olur muyum?” diye de, bir kanıya kapılmama neden olmuştu. Çocuğu anneler, kızlarının başına böyle bir şeyin gelmesinden çok korkuyordu doğrusu. O yıllarda kadınlar, kız çocuklarını ağaçlara çıkmayı bile yasaklamıştı.
Sevda’nın ise, çocuk yaşta ağaçtan düşmesiyle yaşamı baştan sona değişmişti ya, bu her hangi birimizin başına da gelebilirdi. Ya diğer kadınlar, töreler karşısında daha mı şanslı sayılıyordu?
Önyargılı görüşe sahip olanlar; “artık onu bekâr bir genç almaz” diye, daha o günden hükmünü koymuştu.
Zaman hızla geçip gitmişti. O mahallenin çocukları büyümüş, her birimiz ayrı diyarlara savrulmuştuk. Sonra ayrı yuvalar kurup kocaman kadınlar olmuştuk. Çoğumuz Sevda’nın dramatik düşüşüne ilişkin olabilecekleri düşünüyor, kızın sonunun ne olacağına dair endişe ediyorduk.
“Acaba” diyorlardı? “Sevda, her genç kız gibi normal bir evlilik yapabilecek miydi?” Yoksa onu da mı, yaşlı bir adama vereceklerdi? Yâda “dul” diye, alaca bir akşamüstü bilmem hangi bedel karşılığında mı kapatacaklardı? Oysa onun yaşam öyküsü, küllerdeki resimlere benziyordu, sanki? Suya yazı yazmak gibi, silindikçe yeni şekiller alan resimler…
Yıllar sonra, Sevda kızın evlendiğini duyduğumuzda çok sevinmiştik! Fakat onca söylentiye rağmen, nasıl olmuştu da o normal şatlarda bir evlilik yapabilmişti? Hangi cesur genç onunla evlenmeyi göze almış, kız mı, dul mu yargısında bulunmadan onu her şeyiyle kabul etmişti? Belli değildi ama belki bir gün, onun evlilik öyküsünü kendi ağzından dinleyecektim.
Zaman içerisinde, diğer kadınlar gibi bizler de birer anne olmuştuk. Kaygılarımız bir, endişe ve sevinçlerimiz birdi. Her birimizin ayrı bir yaşam öyküsü, sırları, yaşamdan ayrı bir beklentisi vardı. Her kadının yüreği ödünsüz sevgilerle doluydu, birçoğunun bakıp da görmediği, ayrı güzelliklere büründürüyordu yaşamı.
Nihayetinde bir gün, Sevda’nın öyküsünü kendi ağzından dinleme şansına sahip olmuştum. O yaşadıklarını anlatmaya çalışırken, yaşama yeniden bağlanan hayatlar gibiydi. “büyük ve çocukluk arası yaşlardayken; ‘gelinlik kız oldun’ gibi konuşmalar başladı.” Diyerek söze başlamıştı.
Sonra şöyle devam etmişti:
“Henüz ilkokul beşinci sınıfa gidiyordum. Bir gün okuldan eve döndüğümde, bir yakınımız taa uzaklardan kalkıp evimize gelmişti. Onun bu gelişi hayra âlem değildi. Sonradan anladım ki, beni oğluna istemeye ve ya annem beni o yakınımızın oğluna vermek için onu çağırmıştı. Onlar kendi aralarında anlaşmış gibiydi? Ağaçtan düşüşümle ilgili o kazanın sonuçlarından bahsettiklerine emindim.”
“Ağaçtan düşmemle birlikte başlayan baskı süreci, yaşama sevincini yok etmişti! O düşüşten sonra, yıllarca anlaşılmaz bir gizlilikle devam eden evdeki gergin hava yeniden başlamıştı. Ailede konuşulmaya korkulan, o olmaz olası konudan neden utanmam gerektiğini kavramaya başlamıştım. İşin garip yanı, annem bu sırrı babamdan bile gizlemişti. Aynı konuyu yeniden gündeme getirip aynı gizlilikle birileriyle saklı gizli konuşması olağan değildi. Oysa onların ne konuştuklarını az-çok tahmin edebiliyordum. Belikli, beni o yakınımızın oğluyla evlendirip, annem kendi yuvasını kurtaracaktı. Eğer gelin gittiğim evden dul olarak çıkıp geri gelecek olsaydım, babamın annemi boşayacağı kesindi! İşte bu yüzden o yakınımızın oğluyla sözleşmeli bir nişanlanma olacaktı. Onlara göre beni yabancı birine vermeleri olanaksızdı. Derken nişanlılık süreci başlamış oluyordu.”
“O yılarda gençliğin sokağa döküldüğü, emperyalizm oyunuyla toplumun kutuplara bölündüğü ve kimin kimi vurduğu belli olmadığı günlerde, sözleşmeli nişanlı sağ-sol davasında hapse düşmüştü. Babam ise, hapishanede yatan birine kız verecek adamlardan değildi. Bitirivermişti nişanı!”
“Çok geçmeden, nişanlımdan ayrıldığımı duyan yeni talipler gelmeye başlamışlardı. Babam ise, kimseye sormadan hiç tanımadığım birine verivermişti. O, dediği dedik ve baskılı bir adamdı.”
“O günden sonra, annemle benim korkulu günlerimiz yeniden başlamıştı. Onunla göz göze gelmemeye çalışmam boşunaydı. Soran bakışları üstümde, “şimdi ne olacak?” der gibiydi? Onunla göz göze gelmeye çekiniyor, endişesini yüzünden okuyordum. Çünkü çocukluğumda geçirdiğim kazayla ilgili birbirimize tek bir kelime bile söylemeye cesaret emiyorduk.
“Evlenirsem ancak bu gerginlikten ve baba baskısından kurtulurum diye düşüyordum. Fakat her defasında o ilk gece korkusu sarıyor, yaşıyor mu ölü müyüm bilemiyordum? Evet, ölmek bu kâbusun sonu olabilir diye ölmeyi bile düşündüğüm oluyordu. Ama hayır! Ölmek çözüm değildi. Tabular ne kadar katı olsa da yıkılabilirdi. Gelinliğimi giymeden önce, parmağımı keserek bir beze iyice silecektim ve ya eşimle her şeyi açık bir dille hiç çekinmeden konuşacaktım. Başka bir çözüm yolu yoktu.”
“Bu fikirle içim biraz rahatlamıştı. Ah bu düşüncelerimi anneme de anlatabilseydim. Biz onunla bu gibi konuları, ayıp olur diye hiç konuşamazdık, Anlatsam da onun içini biraz rahatlatabilsem diye düşündüğüm oluyordu. Ama yapamadım. Bir defa olsun Ona; “anneciğim, merak etme sen! Her şeye rağmen geri dönmeyeceğim!” diyebilseydim. Bu konuyla ilintili bir tek cümle söyleyemezdim. Yalnızca gelin giderken, ona sevgiyle sarılarak sessizce bakışmıştık. O, bakışlarımdan ne demek istediğimi anlamış mıydı? Bilmiyordum? Ama onun yüzüne kemikleşen bir acı, bir korku ifadesi sinmişti! Ah elimden ne gelirdi ki?”
“Derken düğün günü gelip çatmıştı. Bu düğün, benim miydi, başkasının mı? Hiç bir şey hissetmiyordum. Kafamda bin bir ölüm şekli, bin bir soru dans ediyordu. Ya damat adayı anlayışsız çıkar, dinlemeseydi beni. Şüphesiz gelin gider ve elin adamı “kız çıkmadın” diyerek, aynı gece baba evine geri gönderebilirdi. Sonra el âlem ne der, ne demezdi. Herkese rezil olmak vardı. Evet, ölmek vardı dönmek yoktu.”
“Dünyaya geldiğimiz anda, her birimize ayrı roller biçilirmiş. İyi veya kötü arası değişen roller… Bende üzerime düşen rolümü elimden geldiğince iyi oynamaya çalıştım. Eşime karşı açık ve dürüst olarak, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Sonra bizden kanlı bez parçasını isteyen ailesine, görmek istediklerini birlikte göstermiş olduk. Diyelim ki ben şanslıydım ve eşimin anlayışlı biri çıktı. Ya diğerleri? Dolaysıyla kimselerin üzülmesine mahal verilmedi. Böylece her güçlüğü onula beraber aştık.
************************************************** *
Evet, doğru söylüyordu arkadaşım. Ya eşi anlayışsız ve acımasız biri olsaydı. Olabilecekleri tahmin etmek güç değildi? Kadınlarımızın hayatı benzer acılarla örülü değil miydi? Annelerimizin, küllere çizdikleri resimler hep buna benzer öykülerle doluydu.
Bu bir Sevda kızın öyküsüydü. O, hikâyesi mutlu sonla biten şanslı kadınlardan biriydi. Onun yaşadıkları, bir ibretin resmidir.
Ondandır her anne kendi çocuğunun ilk öğretmeni olmalıdır. Dolaysıyla, daha çok eğitilmesi çok şey öğrenip, bilmesi gereklidir. Eğitimli ve bilinç sahibi olan her anne, benzer konularla ilgili kız çocuklarını mutlaka aydınlatılmalıdır. Erkek gibi düşünen kadınlarımız çok acılar çekilmesine yol açmakta, birçok kadının hayatına mal olmaktadırlar.
Bazen kapalı toplumlarda kadınlar, aramızdaki kurbanlık koyun gibi görülürken gelinlik çağında kızı olan anneler, benzer korkuları sıkça yaşamaktalar. Kızlarının bakire olma ve ya olmama şüphesi, onların korkulu rüyası olmaktadır. Bu düşünüşle, kızları gelin giden annelerin korkuları genelde kâbusa dönüştürdüğü görülür.
Buna ek olarak bir gün; TV de Kadın- Doğum Hastalıkları Uzmanı olan bir doktorun bu konuyla ilgili bir konuşmasını dinlemiştim. Onun anlattıkları, doğrusu çok ilginçti. Doktor, bu hassas konuyu anlatırken adeta ibretin öyküsünü yazıyordu.
Onun söyledikleri çok çarpıcı ve anlamlıydı! Doktor; “Bu konuyu birçok tutucu insanın bilmesi gerekir” diyerek, söze başlamıştı. Sonra; bekâret konusuna açıkça vurgu yaparak, sözlerine şöyle devam etti:
“Namus haysiyet tabi ki önemli… Bekâret; saf temizliğin, güzelliğin simgesi değeridir.”
“İnsanın büyümesi biyolojik bir süreçtir. Kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Her zaman bekâret olmayabilir. Kişiden kişiye değişiklik gösterir, doğuştan farklı şekli vardır. Kiminde tüm, kiminde yarım ay şeklindedir.”
“Bu önemli ayrıntıları bilmeyen ailelerin birçoğu gece yarısı yanıma gelirdi. Çoğu panik ve korku içindeydiler. Evli çiftlerde durum daha da vahimdi. Kızların yüzü bembeyaz, korku içinde ne olacağı sorusu gözlerinden okunuyordu. Oysa bana gelen hastalar bir doktora danışmakla çok iyi ediyorlardı. Bunlar düşünceli ve akıllı insanlar… Kimi de, kızı baba evine göndermeden önce, doktora götürme amaçları beklide vicdanlarını rahatlatmak içindir? Bir doktora danışanların çok bilinçli davrandıklarını söyleyebilirim. Böylece bir değil, birçok evliliği kurtarmış oluyoruz. Duyduğumuz buna benzer olaylar ise, ne yazık çoğunda acıyla sonuçlanmaktadır” diyordu. Sayın Doktor, belki de daha vahim bir tabloyu gözlerimizin önüne sermeye çalışıyordu?
Verilen mesaj açık ve netti. Önemli olan aileler arasındaki kopuklukların aşılması… Anne ile kızı, arkadaş gibi olmalı gerektiğinde tüm sorunları konuşarak kendi aralarında çözebilmelidir. Çünkü birçok kadınlarımızın sorunu aynı… Kiminin aileden gelen korkuları çekingenlikleri var. Kızlarıyla arasındaki mesafeler, kopukluklar uçurum olup büyürken genelde geleneksel söylemlerle geçiştirilmektedir. Kimi de; “Biz eskilerden böyle gördük” demeleri icap ediyor.
Şimdiki gençlerin yetişme şekli umut verici…
Toplumda, halen eskiye dönüş özlemi az da olsa varlığını sürdürmektedir. Buna karşın ilerici, yenilikçi görüşe sahip insanlarımız çoğunlukta. Bunun en önemli faktörlerden biri, eğitimin etkin ve yaygın olması. Buna karşın kimi, özgürlüğün aşırı yansıtıldığını öne sürse de bu konu çok yönlü ortaklaştırılabilir. Önemli olan her şeyin ortasın bulunması.
Annemin, şömine başında küllere çizdiği öyküsel resimleri vardı. O küllere çizilen resimler, şimdi hatıramda kaldı. Hiç silinmeyen…

-SON-

İstek & Öneri ve Şikayetlerinizi: WeBCaNaVaRi'na Üye Olmadan Link'leri ve Kod'ları Göremezsiniz.
Link'leri Görebilmek İçin. Üye Ol. veya Giriş Yap.
Adresine İletebiliriniz.
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Küllerdeki Resimler
« Posted on: Nisan 24, 2024, 01:46:46 ÖÖ »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Küllerdeki Resimler e-book, Küllerdeki Resimler programı, Küllerdeki Resimler oyunları, Küllerdeki Resimler e-kitap, Küllerdeki Resimler download, Küllerdeki Resimler hikayeleri, Küllerdeki Resimler resimleri, Küllerdeki Resimler haberleri, Küllerdeki Resimler yükle, Küllerdeki Resimler videosu, Küllerdeki Resimler şarkı sözleri, Küllerdeki Resimler msn, Küllerdeki Resimler hileleri, Küllerdeki Resimler scripti, Küllerdeki Resimler filmi, Küllerdeki Resimler ödevleri, Küllerdeki Resimler yemek tarifleri, Küllerdeki Resimler driverları, Küllerdeki Resimler smf, Küllerdeki Resimler gsm
Sayfa 1
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  



Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular