0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1
Konu: Dini Sözlük Ş Devamı  (Okunma Sayısı: 967 Kere Okundu.)
« : Mart 21, 2008, 09:02:41 ÖS »
Avatar Yok

iBRaHiMiNe
*
Üye No : 3622
Yaş : 35
Nerden : İstanbul
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 1247
Mesaj Sayısı : 2 560
Karizma = 349


ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek.
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir. Ön ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur. (Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh olmaz). Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur. Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyiniz" buyurdu. Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere yaptırmak, yaptırana haram olur. Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren, zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş olur). Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur. Yüksekte iseler mekruh olmaz. Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen) mekruhtur. Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki alâmettir (delîldir). (M. Sıddîk bin Saîd)

Şerh-i Sadr:
1. Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması hâdisesi. (Bkz. Şakk-ı Sadr)
Yeşil elbiseli iki kimse gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik diğerinde zümrütten bir leğen vardı. Beni alıp bir dağ başına götürdüler. Biri sırtım üzerine yatırdı. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup ne varsa çıkardılar. O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular. Biri diğerine; "Kalk ben de hizmetimi yerine getireyim" dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı. İki parça etti ve içinden bir şey çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve şeytanın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra yüreğimi kendi yanlarında olan latîf (hoş) ve yumuşak bir şey ile doldurdular. Nûrdan bir mühür ile mühürlediler. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Ben Kâbe'nin yanında uyur uyanık bir hâlde iken, iki kişi; içinde zemzem suyu bulunan bir tasla bana geldiler. Sadrım şerh edildi. Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra yerine kondu. İlim, hikmet ve mârifet ile dolduruldu. Sonra burak getirildi. Onun üzerine binerek, Cebrâille berâber (mi'râca) gittim. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
2. Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne (ferahlık, rahatlık ve huzûr) ile doldurulup genişlemesi.
Şerh-i sadrın sebeblerinden bâzıları şunlardır: İlim sebebiyle kalb o kadar genişler açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, şerh-i sadrı da o kadar artar. Bu ilimden m urâd (maksad) her ilim değil, peygamberden mîrâs kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadrın sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar genişler. Kimin eli kısa ve kapalı ise sînesi de o nisbette dardır. Şerh-i sadrın sebep lerinden biri de,Allah yolunda kahramanlık, insâf sâhipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül açıklığına yol açar. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadr sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme yâni kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâmı, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağında n yükselen zulmânî buhâr ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve şerh-i sadra sebeb olan îmân nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten (sevgiden) ve zikirden, Allahü teâlâyı anmaktan insanı alıkoyarlar, mahrûm bırakırlar. Kalb sâhasını ka rartır ve daraltırlar. (Abdülhak-ı Dehlevî)

ŞER'Î:
Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun. (Bkz. Şerîat)
Bir işten, o işi işleyen kimsenin maksadı, niyeti her ne ise, o iş hakkındaki şer'î hüküm de, o maksada göredir. Yâni bir kimsenin işlediği bir iş üzerine düşecek şer'î hüküm, o işten, o kimsenin niyeti, maksad ve murâdı her ne ise ona göre olur. Mes elâ bir kimse, avlanmak niyetiyle ava bir kurşun attığı sırada, bu kurşun bir adama isâbet etse ve o adam ölse, diyet lâzım gelir. Fakat, o adamın ava kurşun atmaktan maksadı o adamı öldürmek olsaydı, kısas lâzım gelirdi. (Ali Haydar Efendi)

ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet.
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat getirmiştir. Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde t anzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı îtibâra sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)

ŞERÎF:
Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler.
Hazret-i Fâtımâ ile kıyâmete kadar olan çocukları Ehl-i beyttirler. Bunları sevmek kalb, beden ve mal ile yardım, hürmet etmek; îmân ile ölmeye sebeb olur. Sûriye'nin Hama şehrinde hazret-i Hüseyn'in soyundan gelen seyyidler için mahkeme vardı. Mısır 'daki Abbâsî halîfesi zamânında hazret-i Hasen'in evlâdına şerîf ismi verilerek beyaz sarık sarmaları, hazret-i Hüseyn'in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık sarmaları uygun görüldü. Bu mübârek sülâleden doğan çocuklar iki şâhid ile hâkim huzûrunda kayd ve tescîl edilirdi. Bu mahkemeleri, Tanzîmât Fermânını yayınlayarak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hazırlayan, İngilizlerin sâdık dostu Mustafa Reşîd Paşa kaldırdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Beyt-ül-mâlden (devlet hazînesinden) hakkı olan fakirler, zekât me'murları, âlimler, muallimler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular, Ehl-i beyt-i nebevî yâni seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları k adar almaları câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Şerîf-i Câferî:
Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen evlâdına verilen ad.

ŞERÎK:
1. Eş, ortak.
Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden sevâblarını ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
(Yâ Ebüdderdâ!) Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerîk yapma!Farz namazları terk etme! Farz namazları bile bile terk eden, müslümanlıktan çıkar. Şarab içme! Şarab, bütün kötülüklerin anahtarıdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şerîki yoktur. Mülk ve saltanat onundur... (Hazret-i Ebû Bekr)
2. Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri.
Mudârebe şirketi, şeriklerden bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulur. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir; telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)

ŞETM:
Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek.
Eshâb-ı kirâma yâni Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına şetm, Allahü teâlânın Peygamberine şetm olur. Eshâb-ı kirâma saygı göstermeyen, Allahü teâlânın Resûlüne (peygamberine) itâat etmemiş, (uymamış) olur. (Ahmed Fârûkî)

ŞEVVÂL AYI:
Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay.
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutup, ardından Şevvâl ayından da altı gün daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ramazân-ı şerîf ayında orucunu tutup, ardından Şevvâl ayında altı gün daha oruç tutan, günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır, kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şevvâl ayının birinci günü, fıtr (Ramazân) bayramının; Zilhicce'nin onuncu günü ise, Kurban bayramının birinci günleridir. Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti (namaz kılmak haram olan vakit) çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. Bayram namazlarının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir. Fakat burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur. Fıtr bayramında, namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusletmek, misvâk kullanmak, en iyi elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, yolda yavaşça tekbîr okumak müstehâbdır. (Enver Şah Keşmîrî)

ŞEYH:
1. İhtiyâr.
Şeyhlere hürmet ediniz. (Hadîs-i şerîf-Lemeât)
2. Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
3. Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur. (Bkz. Meşâyıh)
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz. Nasîhatlarına kıymet veriniz. Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır. Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü. Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasa vvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek, anlamamaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı.
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir" buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar" buyurdu. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güze l bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî)

ŞEYHAYN:
1. Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer için kullanılan lakab.
Şeyhayn bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmektedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim. (Hazret-i Ali)
Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan ya câhildir veya inâdcıdır. (Ebü'l-Hasen-i Eş'arî)
2. Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
Mîdeden ve ciğerden gelen kan sıvı, şeyhayne göre az olsa dahi abdesti bozar. (Halebî İbrâhim)
3. Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab

ŞEYHÜLİSLÂM:
İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili ve söz sâhibi âlimi.
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak, hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendi'dir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
İbn-i Hacer-i Mekkî, yaşadığı asırda Ehl-i sünnet müslümanlarının gözbebeği oldu. Asrının şeyhülislâmı idi. Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî onun için; "İbn-i Hacer-i Mekkî'nin sözleri, yazıları, dört mezhebde de hüccettir, seneddir" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)

ŞEYTAN:
Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şeytan insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hatırlatır. Şeytanın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır. (Nisâ sûresi: 121)
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder. Allah ise kendisinden mağfiret ve fadl vâ'd ediyor. (Bekara sûresi: 268)
Gadab (kızmak) şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su ateşi söndürür. Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
İçinizden her kim, Cennet safâsını isterse, cemâate devâm etsin. Çünkü şeytan tek kişi ile bulunur. İki kişi olursa uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve sol eli ile içer. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kalbini, şeytanın oyuncağı yapma. (Ferîdüddîn Genc-i Şeker)
Büyüklerden biri şeytana dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak istiyorum, ne yapayım?" Şeytan sevinip benim gibi olmak istersen, namaza ehemmiyet verme ve doğru-yalan her şeye yemin et, yâni çok yemin et" dedi. O kimse de hiçbir namazı bıra kmayacağım ve artık yemin etmiyeceğim" dedi. (İbn-i Cevzî)
Birçok istekler insanda bulunmaz, dışarıdan gelirler. Bunlardan faydalı olanlarını Allahü teâlâ merhamet ederek gönderir. Bir hadîs-i şerîfte; "Her mü'minin kalbinde Allahü teâlânın bir vâizi (nasîhat edicisi) vardır" buyruldu. Zararlı olanlarını şeytan gönderir. Şeytan insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeytanların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri unutturup, günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzularını kızıştırırlar. Şeytanlar, ateş ile havadan yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Cin ve şeytanlar en ufak yerd en geçerler, insanın içine, damarlarına bile girerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

ŞÎA:
Taraftar, yardımcılar. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka.
"Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra, halîfelik hazret-i Ali'ye âitti. Her asırda da imamlık (halîfelik) onun çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm (halîfe) olamaz. Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla başa geçer" inancı etrâfında birleşen Şîayı kuran ve ilk olarak ortaya çıkaran Abdullah ibni Sebe adlı Yemenli bir yahûdîdir. (Abdülazîz Dehlevî)
Eshâb-ı kirâma düşman olan Şîa fırkası üç grupta toplanmaktadır:
1) Tafdîliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kafir oldular, diyorlar. Bunları sebbediyorlar yâni kötülüyorlar.
3) Gulât; hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)
Şîa yirmi fırkadır. On sekizinci fırkası İsmâiliyye fırkasıdır. Bu fırkaya Bâtıniyye de denir. Şîanın şimdi İran'da ve Hindistan'da en çok bulunan fırkaları İmâmiyye fırkasıdır. Bunlar kendilerine Câferî diyorlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Şîa'ya göre imâmlar yâni devlet başkanları mâsûm yâni günâh işlemezler. Peygamberlerden tek farkı imâmlara vahy gelmemesidir. Yine Şîanın Câferî koluna göre herkes kazandığının beşte birini din adamlarına vermeye mecburdurlar. (Şehristânî, Kâşif-ül-Gıtâ)

ŞİFÂ:
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma.
Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Duâ ile ilâç, ömrü uzatmaz. Eceli geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel bilinmediği için, duâ etmek, ilâç kullanmak lâzımdır. Eceli gelmemiş olan sıhhate, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç kullanırdı. Kur'ân-ı kerîm veya duâ okurdu. Fen ile bulunan ilaçlar kullanırdı. Her ikisini karışık da kullanırdı. "Kur'ân-ı kerîmden şifâ beklemeyene şifâ nasîb olmaz" buyururdu. Fâtiha sûresini okumanın şifâ olduğu çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. (İmâm-ı Kastalânî)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden (yâni Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretle ri bütün dedelerinin isimlerini sayarak şu kudsî hadîsi okudu; "Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur!" İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i şerîf, râvîlerin (bildirenl erin) isimleri ile berâber deliye okunursa, aklı başına gelir. Hastaya okunursa, şifâ bulur. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Balda şifâ vardır. Yetmiş peygamber bala bereket ile duâ etmiştir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şifâ için okunacak duâ yazmamı istiyorsunuz. Şifâ için, istiğfârı (Allah'ım! Senden günahlarımı, kusurlarımı affetmeni, bağışlamanı istiyorum, mânâsına Esteğfirullah ve benzerlerini) çok okuyunuz. Bütün derdlere, sıkıntılara karşı fâidelidir. Hûd sûr esinin elli ikinci âyetinde meâlen; "İstiğfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim." buyruldu. İstiğfâr insanı her murâda, dileğe, âfiyete (sıhhate, iyi hâle) kavuşturur. (M. Osman Sâhib)

Şifâ Âyet-i Kerîmeleri:
Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü âyetinin ortası.
Kur'ân-ı kerîmdeki şifâ âyetleri bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Şifâ âyetlerini abdestli olarak bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kaptaki suya koymak da olur. Hasta bu suyu içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette ş ifâ verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması şarttır. Hastanın, zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçları almaktan, soğuktan, haram ve zulümden sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Kuşeyrî)

ŞÎÎ:
Şîa fırkasına mensub kimse. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden. (Bkz. Şîa)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının kıymetlerini, üstünlüklerini anlıyarak hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere ve onların yolunda gidenlere Ehl-i sünnet denir. Birkaçını severiz, başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyen lere, böylece hiçbirinin yolunda bulunmayanlara şiî denir. Şiîler İran'da, Hindistan'da ve Irak'ta çoktur. (İmâm-ı Rabbânî, Mahmûd Âlûsî)
Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar. Hâlbuki büyük âlim ve velî olan Câfer-i Sâdık, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın üstâdı idi. Kendilerine Câferî diyen şiîlerin, Câfer-i Sâdık'la bir ilgileri yoktur, onun yolundan çok uzaktır lar. (Âlûsî, İmâm-ı Rabbânî)
Şiîlerin, yaptıkları müt'a nikâhı ve para ile muvakkat (geçici) nikâh yapmak yâni metres tutmak haramdır. (Abdullah-i Mûsulî)

ŞİRÂ:
Satın almak. (Bkz. Bey' ve Şirâ)

ŞİRK:
Allahü teâlâya eş, ortak koşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı mağfiret etmez. Şirkten başka her günâhı dilediği kulundan affeder. (Nisâ sûresi 48 ve 166)
Şirkten sakınınız, şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Allah'a şirk koşma! Zîrâ şirk büyük günâhtır. (Lokman Hakîm)
Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günâh, şirktir. (Muhammed Hâdimî)

Şirk-i Asgar:
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş.
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şirk-i Ekber:
Putlara tapınmak. Allahü teâlâya ortak koşmak.

Şirk-i Hafî:
Gizli şirk; riyâ. (Bkz. Riyâ, Şirk-i Asgâr)

ŞİRKET:
Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib olmaları. Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme.
İslâmiyet'te şirketler iki kısımdır. 1) Mülk şirketi: İki veya daha çok kimsenin mîrâs ve hediye sûretiyle veya parasını belirli oranda verip, satın alarak bir mala berâber sâhib olmaları. 2) Akd ile yâni sözleşerek kurulan şirket: Bir yazılı mukâvel e yaparak ortakların kabûl etmesi ile kurulur. (İbrâhim Halebî)

Şirket-i A'mâl:
İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. (Bkz. Sanâyi' Şirketi)

ŞİT (ŞÎS) ALEYHİSSELÂM:
Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi) mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiş tir.
Ebû Zer Gıfârî radıyallahü anh şöyle rivâyet etti. Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ kaç kitap gönderdi?" diye sordum. "Yüz dört kitap gönderdi. Şit'e elli sahîfe indirdi..." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil'in Hâbil'i şehîd etmesinden beş veya otuz sene sonra dünyâya gelen Şit aleyhisselâmın alnına son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûru intikâl etti ve onun alnında parladı. Âdem aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı diğer evlâdlarından çok severdi. Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği sırada bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Şit aleyhisselâm babası Âdem aleyhisselâm ile veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı. Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Şit aleyhisselâma peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teâlâ Şit aleyhisselâma elli suhuf (forma) gönderdi. Şit aleyhisselâma nâzil olan elli suhufta; hikmet ve riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi ve çeşitli san'atlar ve daha pekçok şey bildirildi. Şit aleyhisselâmın dîninin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uygun idi. Şit aleyhisselâm bin şehir kuru p sınırlarını tesbit etti. Her şehrin kapısında "Lâ ilâhe İllallah, Âdem Safvetullah, (Safiyyullah), Muhammed Habîbullah" yazılı idi. Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları kurdukları şehirlerde huzûrlu ve mes'ûd yaşadılar. Şam'dan Yemen'e de giden Şit aleyhisselâm, Hâbil'i şehîd ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kâbil'in çocuklarına ve torunlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bu kavim Şit aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyip, azgınlık gösterdiler. Şit aleyhisselâm onla r ile cihâd (harb) etti. Bu savaşta kılıç kullandı. Şit aleyhisselâm vefât etmeden önce yerine oğlu Enûş'u halîfe tâyin etti. Şit aleyhisselâm vefât ettikten sonra kuvvetli rivâyete göre Minâ'daki mescidin minâresi dibinde medfûn olan Âdem aleyhisselâmın yanına defn edildi. (İbn-ül-Esîr-Taberî, Kisâî, Muhammed Mâsûm)
Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şit aleyhisselâma; "Yavrum! Bu alnında parlıyan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyyette bulun" buyurdu. (Altıparmak Muhammed Efendi)

ŞÖHRET:
Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma.
Mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, dünyâda şöhret elbisesi giyerse, Allahü teâlâ ona kıyâmet günü aynı elbiseyi giydirerek kötü şöhretle teşhir eder ve nihâyet onu ateş alır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Din ve dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir" buyurdu. Bunun için şöhret sâhibi olmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. (İmâm-ı Rabbânî)
Tevâzu'un başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selâmı senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten uzak durmandır. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ey oğul! Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Şöhret için vâz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak riyâ (gösteriş) olur. (Ali bin Emrullah)
Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz. (Bişr-i Hâfî)

ŞUARÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi.
Şuarâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İki yüz yirmi yedi âyet-i kerîmedir. İçinde şâirlerden bahsedildiği için, Sûret-üş-Şuarâ denilmiştir. Sûrede; hazret-i Mûsâ ile Fir'avn arasında geçen olaylar, İbrâhim, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberl erin kavimlerindeki inkârcılara karşı verdikleri mücâdelelerden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Şuarâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O zamanda ki Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara; " (Allah'tan) korkmaz mısınız, şüphesiz ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaât edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değil. Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terâzi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesâdcılar olarak bozgunculuk etmeyin" demişti. (Âyet: 177-183)
Kim Şuarâ sûresini okursa, Nûh'u tasdîk edenlerin, Hûd, Sâlih, Şuayb ve İbrâhim'i yalanlayanların ve Îsâ'yı yalanlayanların ve Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk edenlerin adedinin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUAYB ALEYHİSSELÂM:
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın, dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb, Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûs â aleyhisselâmın kayınpederidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şuayb'ı (aleyhisselâm) gönderdik. O, onlara, "Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip (bir olduğuna inanıp) O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. Alışverişinizde ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdîrde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde, ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyânetiniz sebebiyle kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir azâbın) sizi kuşatarak hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım" dedi. (Hûd sûresi: 84)
Azâb emrimiz gelince, Şuayb'a ve onunla olan mü'minlere (rahmetimizle) necât (kurtuluş) verdik ve küfürle nefislerine zulm edenleri (Cebrâil aleyhisselâmın) sayhası (korkunç, heybetli sesi) yakalayıp, evlerinde helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)
Şuayb aleyhisselâm, Medyenlilerin neseben (soy yoluyla) kardeşleridir. Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber gönderilmiştir. (Hadîs-i şerîf-El-Bidâye ven-Nihâye)
Arabistan'da Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, azıtıp sapıtan Medyen halkına peygamber gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Putlara tapan Medyen halkı, alışverişte hîl e yapmakta da ileri gitmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm, Medyen halkını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye, putlara tapmaktan, alış-verişteki hîlekârlıktan ve diğer azgınlıklarından vazgeçirmeye dâvet etti. Medyenliler, Şuayb aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmedikleri gibi, karşı çıktılar. Şuayb aleyhisselâm onları gelecek şiddetli bir azâbla korkuttu. Şuayb aleyhisselâmın peygamberliği Şam'a kadar duyuldu. Birçok kimse gelerek ona îmân ettiler. Fakat inanmayanlar, îmân etmek için gelenlere mâni olmaya çalışıp Şuayb aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulundular. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdît ettiler. Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ, Şuayb aleyhisselâma inanmayan ve azgınlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine azâbını gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası (korkunç, heybetli sesi) ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı. Hepsi helâk olup, yok oldular. Sanki o beldede yaşamamışlardı. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar bu korkunç azâbdan kurtuldular. Şuayb aleyhisselâm kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'e yakın, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke ahâlisine, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen ahâlisinin bütün özelliklerini taşıyan Eyke ahâlisi de onun bu dâvetine karşı çıkıp, mûcize istediler. Gösterdiği mûcizeler karşısında birçok kimse îmâna geldi. Ancak pekçok kimse de inanmadı. Allahü teâlâ kıtlık ve kuraklık verdi, yine inanmadılar. Allahü teâlâ, kâfirlerin üzerine azâb olarak gönderdiği buluttan, ateş ve kıvılcımlar yağdırdı. Bütün kâfirler ve onlara âit olan şeyler yanarak helâk oldular. Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkının helâk olmasınd an sonra Medyen'e yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kendisi iyice yaşlandı, kızları büyüdü. Gözleri zayıfladı, vücûdu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır'dan çıkıp, Medyen'e geldi. Şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulundu ve kızlarından birisiyle evlendi. Sonra Mısır'a gitti. Mısır'da Mûsâ aleyhisselâmı ziyâret eden Şuayb aleyhisselâm, bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gelip yerleşti. Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim arasında Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişâncızâde)

ŞUHH:
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şuhhtan korunan kimse, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ericidir. (Haşr sûresi: 9)
Şuhhtan kaçının. Çünkü sizden evvel geçenleri o helâk etti. Onları kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl görmeye sürükledi. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

ŞÛRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi.
Şûrâ sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli üç âyet-i kerîmedir. Otuz sekizinci âyetinde geçen Şûrâ kelimesinden dolayı, Sûret-üş-Şûrâ denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudret ve azameti, müşriklerin âhiretteki cezâları, Allahü teâlânın lütfu ve affının çokluğu bildirilmektedir. (Kurtubî, Ebû Hayyan, İbn-i Abbâs, Râzî)
Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünyâ menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir. (Âyet: 20)
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri kimselerden olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

ŞUÛR:
1. Anlayış, idrâk.
Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında îtibârı, kıymetleri yoktur; fakat âhirette kurtulacak olanlar, onlardır. Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli-kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde k urtulamayacaklardır. (Abdullah bin Ömer)
2. Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.
Sekr (şuûrsuzluk) hâlinde bulunan evliyânın uygunsuz sözleri söylemeleri suç sayılmayabilir. Fakat hep şuûrlu olanların böyle sözler söylememeleri lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜF'A:
Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı. Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir.
Şüf'a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. (Mecelle)
Müşterinin teslim etmesi ile veyâ hâkimin karar vermesi ile şüf'a sâhibi, satılan binâya mâlik olur. (Mecelle)
Nakl edilebilen şeylerin ve vakıf ve mîrî (devlete âit) toprak üzerindeki mülklerin satılmasında şüf'a hakkı yoktur. (Mecelle)

ŞÜHEDÂ:
Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler. (Bkz. Şehîd)

ŞÜHÛD:
Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri görmesi.
Keşf (gizli bilgilerin açılması) ve şühûd sâhibi milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret ederek, Allahü teâlânın sonsuz nîmetlerine kavuşmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Cezbe (çekilmek) ancak bir üst makâma olur. Daha üst makâmlara çekilmez. Şühûd da böyledir. Bir makam görülebilir. O hâlde kalb makâmında bulunup sülûk yapmadan (tasavvuf yolunda ilerlemeden) cezb edilenler ancak, kalbin üstündeki rûh makâmına çekili rler. Rûhun şühûdünü şühûd-i hak bilirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i Ehadiyet:
Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.

Şühûd-i Enfüsî:
Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli. Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme.
Şühûd-i enfüsîye kavuşmak için önce seyr-i âfâkî lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Şühûd-i İlâhî:
Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı müşâhede, görme.
Sülûkun (tasavvuf yolunun) sonuna varmadıkça ve orada fenâ-i mutlak (her bakımdan Allahü teâlâ ile olma, onda yok olma) hâsıl olmadıkça şühûd-i ilâhî mümkün değildir. Ancak, bu görmek olmayıp başka kelime bulunamadığı için şühûd denmiştir. (Muhammed Bâki-billah)

Şühûd-i Tecellî (Şühûd-i Sûrî):
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi.
Şühûd-i tecellî nasıl olursa olsun hep seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler ise aslın yanında hiçtir. (İmâm-ı Rabbânî)

ŞÜKR (Şükür):
Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama. Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Îmân eder ve şükür ederseniz azâb yapmam. (Nisâ sûresi: 46)
Nîmetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım. (İbrâhim sûresi: 7)
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükür etmiş olmaz. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şükürden maksad; aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmektir.
Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nîmete şükredenlere, onu arttıracağını Allahü teâlâ bildirdi. Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Nîmetin kıymetini bilmemek onun elden çıkmasına sebebdir. Şük ür ise, onu devamlı kılar ve arttırır. ( Hazret-i Ali)
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın (Sa'dî Şirâzî)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve şükr ederse, bu medh ü senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü, her nîmeti yaratan, gönderen hep O'dur. O hatırlatmazsa ve kuvvet ve kolaylık vermezse, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip kendinden bilmezse nîmetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur. (Ka'b-ül-Ahbâr)
Ne zaman Hak teâlâ, size sağlık gibi, mal gibi, evlât gibi nîmet verse, sevinip Elhamdü lillah, bizim Rabbimiz bize ikrâm eyledi dersiniz. Ne vakit Allahü teâlâ size musîbet verse, yâni size bir belâ verse, gam çekersiniz, sabr etmezsiniz, şükr etmey i unutursunuz. (Kutbüddîn İznikî)
İyilik edene, mal ile hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır. Kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan , en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebebsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur. Hele O'na ve nîmetlerin O'ndan geldiğine inanmamak ve bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüzkarası olur. (Ali bin Emrullah) Vücûdumun her kılı, dile gelse de Şükr etmiş olamam, nîmetlerine!
(İmâm-ı Rabbânî)

Şükr Secdesi:
Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için yaptığı secde. (Bkz. Secde)
Şükür secdesi, tilâvet secdesi gibidir. Allahü teâlâ için şükür secdesi yapmak müstehâbdır. Secdede önce "Elhamdülillah", sonra üç kere"Sübhâne rabbiyel-a'lâ" denir. Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekrûhtur. (İmâm-ı Nesefî)

ŞÜPHELİ ŞEYLER:
Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler.
Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. İkisi arasında örtülü bulunan şüpheli şeyleri tanımak güçtür. Şüpheli şeylerin etrâfında dolaşan harama düşer. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Şüphelilerden sakınmaya vera', haramlardan sakınmaya takvâ denir. Şüpheli olmak korkusu ile mübahların (yapılıp yapılmamasında serbest bırakılanların) çoğunu terk etmeğe de zühd denir. Ebû Bekr radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz, harama düşme korkusund an yetmiş helâli terk ederdik." (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh (serbest) etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mübahlarla doymayıp, bitmez tükenmez mübahları bırakarak İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşanlar, şüphe li ve haramlara uzananlar ne kadar bedbaht (kötü tali'li) ve zavallıdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten, haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri, âdet (alışkanlık) üzere bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark; Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü namaz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Dininizin direği, temeli verâ'dır." Başka bir hadîs-i şerîfte de; "Hiçbir şey verâ' gibi olamaz" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. (Abdullah İsfehânî)
Şüpheli olan bir dirhemi sâhibine geri vermeyi, bin dirhem sadaka vermekten daha çok severim. (Abdullah bin Mübârek)
Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsan mubâh olan, dünyâ işlerine çok dalarsa, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Belki helâlden çok yiyen, müttekîlerin (takvâ sâhiplerinin) derecesine eremez. Çünkü mîde helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Böylece, câiz olmayan şeyler yapılabilir . (İmâm-ı Gazâlî)

ŞÜÛNÂT:
Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.

Dengeli Yaşam Tarzı Yolunda Bir Adım
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Dini Sözlük Ş Devamı
« Posted on: Nisan 19, 2024, 05:08:40 ÖS »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Dini Sözlük Ş Devamı e-book, Dini Sözlük Ş Devamı programı, Dini Sözlük Ş Devamı oyunları, Dini Sözlük Ş Devamı e-kitap, Dini Sözlük Ş Devamı download, Dini Sözlük Ş Devamı hikayeleri, Dini Sözlük Ş Devamı resimleri, Dini Sözlük Ş Devamı haberleri, Dini Sözlük Ş Devamı yükle, Dini Sözlük Ş Devamı videosu, Dini Sözlük Ş Devamı şarkı sözleri, Dini Sözlük Ş Devamı msn, Dini Sözlük Ş Devamı hileleri, Dini Sözlük Ş Devamı scripti, Dini Sözlük Ş Devamı filmi, Dini Sözlük Ş Devamı ödevleri, Dini Sözlük Ş Devamı yemek tarifleri, Dini Sözlük Ş Devamı driverları, Dini Sözlük Ş Devamı smf, Dini Sözlük Ş Devamı gsm
Yanıtla #1
« : Nisan 17, 2008, 02:30:51 ÖS »
Avatar Yok

By.CeZa
*
Üye No : 293
Nerden : İstanbul
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 12191
Mesaj Sayısı : 28 687
Karizma = 11179


bilgiler için teşekkürler..
Yanıtla #2
« : Mayıs 23, 2008, 01:53:42 ÖÖ »

Ebru$h
*
Üye No : 547
Yaş : 32
Nerden : İstanbul
Cinsiyet : Bayan
Konu Sayısı : 212
Mesaj Sayısı : 2 934
Karizma = 328


TeşekkürLer.
Sayfa 1
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  



Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular