Kasım 11,1846
Dün elçilik başyazmanı Pasquier, Mme. de Boignes'nin evine gidiyor, kadını elinde bir mektupla büyük bir heyecan içinde buluyor. "Ne oldu, madam?" "Aldığım bu mektup. Okuyunuz." Başyazman mektubu aldı; imza "Mortier"di, aşağı yukarı şöyle deniyordu : "Madam, siz bu mektubu okurken, iki çocuğumla ben artık yaşamda olmayacağız. "
Mektubu yazan Kont Mortier'di, Fransız soylularından; bir zamanlar, anımsayamadığım bir yerde elçiydi. M. Pasquier çok kaygılanmıştı. M. Mortier iyileşmez bir hypochondriac olarak tanınırdı. Dört yıl önce, Bruges'de, elinde bir usturayla, öldürmek için karısını kovalamıştı. Bir ay kadar önce bu hareketini tekrarlaması, karısıyla ayrılmalarına yol açmış, ama yedi yaşında küçük bir oğlanla beş yaşında küçük bir kız olan çocukları M. Mortier'e verilmişti. Görünüşe göre, hypochondria'sı kıskançlıkla başlıyor, denetlenemeyen bir tutkuya dönüşüyordu.
Başyazman hiç oturmadan hemen arabasını çağırtıyor. "M. Mortier nerede oturuyor?" "Neuve Saint-Augustin Caddesinde, Chatham Oteli'nde," dedi Mme. de Boignes.
M. Pasquire, Chatham Oteli'ne geliyor; merdivenler tıklım tıklım, bir polis komiseri, elinde anahtarlarıyla bir çilingir, kapının önünü çevrilmiş buluyor. Alarm verilmiş. Kapıyı kırıp açmak üzereler.
"Yapmayın sakın," dedi başyazman. "Onu büsbütün öfkelendirir, kötü bir şey yapmadıysa, yapmasına neden olursunuz."
Oysa bir süredir M. Mortier yanıt vermiyormuş. Kapının arkasında tam bir sessizlikten başka bir şey yoktu, korkunç bir sessizlik, çünkü çocuklar ölmemiş olsalardı herhalde ağlarlardı. "Tıpkı," dedi başyazman, bana bugün bunları anlatırken, "bir mezarın kapısı gibiydi. "
Başyazman içeri seslendi: "Kont Mortier, benim, M. Pasquier, başyazman, meslektaşınız. Sesimi tanıyorsunuz, değil mi?”
Buna bir ses karşılık verdi: "Evet."
M. Mortier'in sesiydi.
Dikkatle dinleyenler bir soluk aldılar.
"İyi," diye devam etti M. Pasquier, "beni tanıyorsunuz; kapıyı açın."
" Hayır," diye yanıtladı aynı ses. Sonra inatla hiçbir şey söylemedi. Yeniden her şey sessizliğe gömüldü.
Bu birkaç kez tekrarlandı. Yanıt verdi, konuştular, kapıyı açmayı kabul etmedi, arkasından sessizlik. Dışardakiler bu sessizlikler sırasında, ya içerde o korkunç işi yaparsa diye, kaygıdan tir tir titriyorlardı.
Bu arada polis müdürü de gelmişti.
"Benim, meslektaşın, Delessert, eski dostun." (Okul arkadaşıydılar sanırım.)
Bu konuşma bir saatten fazla sürüyor. Sonunda, içeri girmemeye söz vermeleri koşuluyla kapıyı açmayı kabul ediyor. Söz veriliyor; adam kapıyı yarı aralayınca, içeri giriyorlar.
Kont elinde açık bir usturayla girişteki holün ortasında duruyordu; arkasında öbür odalara giden kapı vardı, kilitliydi, anahtarı da alınmıştı. Delice bir öfke içindeydi.
"İçinizden biri bana yaklaşacak olursa,” dedi, ''bu onun da, benim de sonumuz olur. Delessert'le yalnız konuşacağım; bunu kabul ediyorum."
Elinde ustura olan kızgın bir adamla konuşmak epeyce tehlikeli bir işti. M. Delessert yiğitlik göstererek herkesin dışarı çıkmasını istedi, M. Mortier'le yalnız kaldı, yirmi dakika kadar süren bir direnişten sonra, onu yatıştırıp usturayı elinden bıraktırmayı başardı.
Silahı elinden alınınca, tehlike de kalmadı.
Ama çocuklar ölmüş müydü, yoksa yaşıyorlar mıydı? Bunu düşünmek bile korkunçtu. Sorulan bütün sorulan adam, "Sizi ilgilendirmez," diye yanıtlıyordu.
İç kapı kırılıp açılıyor; odaların en uzak köşesinde ne bulunuyor? İki çocuk kanepenin altına girip saklanmışlar.
Şöyle olmuş.
Sabah M. Mortier çocuklarına, "Çok mutsuzum," demiş. Siz beni seviyorsunuz, ben de sizi seviyorum. Ben öleceğim. Siz de benimle ölür müsünüz?"
Küçük oğlan hiç düşünmeden, "Hayır, baba," demiş.
Küçük kız ise bir duralamış. Babası onu kandırmak için usturanın tersini hafifçe boğazına sürmüş: " İşte, yavrum, bundan daha fazla canın yanmayacak."
"İyi, öyleyse, baba," demiş çocuk, "ölmekten korkmuyorum."
Baba dışarı çıkıyor, herhalde ikinci bir ustura almak için olmalı. O çıkar çıkmaz küçük oğlan koşup anahtarı alıyor, kapıyı kapatıp içerden iki kere kilitliyor.
Sonra kız kardeşini odaların en uzak köşesine götürüyor, kanepenin altına giriyorlar.
Doktorlar Kont Mortimer'in bunalım geçiren tehlikeli bir deli olduğunu söylediler. Bir akıl hastanesine kapatıldı.
Usturalara takmıştı kafasını. Yakalandığında üstü aranmış, elindekinden başka her cebinde de başka bir ustura bulunmuştu.
Aynı gün, Paris'de, yakınlarda Napoli'ye elçi olarak atanan meslektaşım Kont Bresson'un, boğazını kestiği haberi duyuldu.
Bu hepimiz için hem büyük bir acı, hem de beklenmedik bir şeydi. Kont Bresson'un bu dünyada hiçbir eksiği yoktu. Fransız soylularındandı, elçiydi, Legion d'horıneur nişanının Büyük Haç rütbesini almıştı. Oğlu İspanya’da Dük olmuştu. Elçi olarak yılda iki yüz bin frank geliri vardı. Değerli, kibar, zeki, ince, duygulu bir adamdı, her konuda bilgiliydi; uzun boylu, geniş omuzlu, güzel yüzlüydü, elli beşinde olduğu halde, kırk yaşında gibi görünürdü; zenginliği, ünü, mesleği vardı, aklı başında, sağlığı yerindeydi; iş yaşamında olduğu kadar, özel yaşamında da talihli bir kimseydi. Kendini öldürdü.
Nourrit de Napoli'ye gitti, kendini öldürdü.
İklimden mi? Gökyüzünün güzelliğinden mi?
Bunalım mavi bir göğün altında da, karanlık bir göğün altında olduğu kadar çok oluşabiliyor, belki de daha bile çok.
Yaşamımız, en varlılıklarımızın bile, aslında, her zaman, eğlenceden fazla sıkıntıyla dolu olduğundan, karanlık bir gökyüzü bize daha uygun düşüyor. Parlak, neşeli bir gökyüzü sanki bizimle alay ediyor. Doğa sıkıntılı görünümleriyle bize benziyor, bizi rahatlatıyor; parlak, etkili, temiz, olağanüstüyken, bizim yaşlanmamıza karşılık sürekli gençken, bizim iç çekmemize karşılık gülümserken, görkemli, ulaşılmaz, ölümsüz, doymuş, dingin bir neşe içindeyken ise insanı bunaltan bir yönü oluyor.
Katı, acımasız, umursamaz, yüce gökyüzünü izlemenin yarattığı güçle, birisi eline bir ustura alıp her şeye bir son veriyor.