0 Üye ve 1 Ziyaretçi Konuyu İncelemekte. Aşağı İn :)
Sayfa 1
Konu: Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları  (Okunma Sayısı: 1356 Kere Okundu.)
« : Ağustos 16, 2008, 04:45:12 ÖS »
Avatar Yok

By.CeZa
*
Üye No : 293
Nerden : İstanbul
Cinsiyet : Bay
Konu Sayısı : 12191
Mesaj Sayısı : 28 687
Karizma = 11179




Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları başlıklı anı kitabı Ekim Yayınları'ndan çıktı.

Temaşvarlı Osman Ağa,1670'lerin başlarında, günümüzde Romanya'nın batısında yer alan Temeşvar'da dünyaya geldi. Asker bir babanın çocuğu olması nedeniyle kale muhafız birliğinde görev aldı ve kısa zamanda yükselerek genç yaşta birlik zabitleri arasına katıldı. İniş ve çıkışlarla dolu bir hayat yaşayan Osman Ağa, genç bir odabaşı iken, 1688 senesinde Avusturyalılara esir düştü. Bu yıllar, II. Viyana Kuşatması'nın ardından gelişen ve 1699 senesine kadar sürecek olan fırtınalı dönemdir. Esirlik günlerinin büyük kısmını Viyana'da geçiren Osman Ağa, oldukça maceralı bir kaçıştan sonra 1700 senesinde kurtuldu, memleketine döndü.

Eski görevine iade edildi, vilayet tercümanlığı yaptı. Avusturyalılar ile yapılan sınır görüşmelerinde yer aldı. 1716'da Temeşvar'ın, 1717'de de Belgrat'ın düşman eline geçmesiyle memleketini terk etmek zorunda kaldı; İstanbul'a göçtü. Bu esnada mallarının ve ailesinin çoğunu kaybetti. 1724 senesinde hatıralarını kitaplaştırdı. 19. yüzyılda yurtdışına çıkartılan kitap, British Museum NR. MS Or. 3213 numaradadır. Önce Almancaya çevrildi daha sonra da Almancadan Türkçe çevrilerek yayınlandı. 1963 yılında Fahir İz tarafından İngiltere'deki nüshanın bir kopyası İ. Ü. Türkiyat Enstitüsüne kazandırıldı. Harun Tolasa tarafından transkripsiyonu yapılarak yayınlandı. Günümüz Türkçesine uyarlanmasında bu metin kullanıldı.

KİTAPTAN ALINTI

ESİRLİĞE DÜŞÜŞ

Hayatımı karartan o talihsiz olay gerçekleştiğinde, 1688 senesinin Haziran başlarıydı. Sıcak bir gündü. Temeşvar muhafızı Koca Cafer Paşa beni yanına çağırtmıştı. Paşanın huzuruna çıktığımda, odada oturanlar arasında, uzak yoldan geldikleri anlaşılan yabancılar dikkatimi çekti. İstanbul'dan yeni gelen ulaklarmış bunlar. Yanlarında Arad Kalesi'nde görevli yeniçeri, topçu ve cebecilerin maaşları varmış. Adamları bana tanıtan paşa, oturmam için yer gösterdi ve hemen "Bu paranın acil olarak Arad Kalesi'ne ulaştırılması gerekiyor" diye konuşmaya başladı. Niçin çağrıldığımı bilmiyordum; fakat paşanın sözlerinden ulaklar ve yanlarındaki parayla ilgili bir göreve gönderileceğimizi tahmin etmekte gecikmemiştim. "Çevremiz düşmanlarla çevrili" diyen paşa, "böylesine kıymetli bir postayı ulakların Temeşvar'dan ileriye götürmeleri mümkün değil. Bu iş, kale görevlisi süvarilere, yani sizlere düşüyor." diyerek sözlerini tamamladı.Oldukça önemli ve tehlikeli bir görevdi bu. Ben henüz çok gençtim ama o tarihe kadar pek çok çarpışmalarda bulunmuş, savaş tecrübesi kazanmış, iyiden iyiye takdir edilen bir asker olmuştum. Paşa hazretleri de zaten buna vurgu yapmış; "Böylesine önemli bir görevi bu nedenle sana ve bölüğüne vermeyi uygun bulduk" demişti. "Hazineyi Lipova adlı yere, bir gece içinde ulaştırmak gerekiyordu."

Emri alır almaz, hemen hazırlıklarımı tamamladım. Düşmana yakalanmamak için gece karanlığını değerlendirmemiz gerekiyordu. Akşama bir saat kala Baba Hüseyin sahrasına çıktım ve seksen kadar askerimle paşayı beklemeye başladım. Cafer Paşa gelerek bizzat kendisi bizi denetledi. Hazineyi elleriyle teslim etti ve dualarla uğurladı.Lipova Kalesi, Temeşvar'a on saatlik bir yerdir[1]. Gece boyunca hiç durmadan yol aldık. Ancak iki üç yerde hayvanlarımızı dinlendirip yemledik. Onun dışında attan inmedik. Ve nihayet tam hesapladığımız gibi, sabah vakti Lipova Kalesi'ne ulaşmayı başardık. Kalenin Temeşvar Kapısı'nda yetkililere hazineyi teslim ettik. Görevimizi başarmanın rahatlığı içinde geri dönecektik ama öylesine yorgun ve uykusuzduk ki, Lipova'daki, ağalar ve tımar sahipleri bir iki gün kalıp dinlenmemizi önerdiklerinde hayır diyemedik. Aslında, yorgunluğumuzun dışında Lipova'da misafir olarak kalmamızın başka bir nedeni daha vardı: Lipova'nın kirazlarıÜstelik öyle kolay kolay geri çeviremeyeceğimiz bir nedendi bu. Lipova bağ ve bahçeleriyle çevresinde meşhurdur. Özellikle kiraz zamanı bir başka güzel olur. Çok güzel kirazlar yetişirdi. O kadar boldur ki okkası bir akçeye bile kimse dönüp bakmaz. Pazarlarda yığın yığın durur. Aramızda "Bir gün kalalım hem dinlenelim hem de biraz kiraz yiyelim." diye kararlaştırdık. Fakat, bu kararımızın ne kadar yanlış olduğunu anlamak için bir gün bile geçmeyecekti. Hâlâ ne zaman kiraz görsem, aklıma hep o uğursuz gün gelir.

* * *

O gün her birimiz bir konağa dağılmış, yol yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışmaktaydık ki birden haber topunun gümbürtüsüyle yerimizden fırladık. Gün batmaya yakındı. Önce bir iki el silah sesi; hemen ardından da iç kaledeki haber topunun sesi duyuldu. Herkes evlerinden fırladı; neler olduğunu merak ederek toplanma mahalline koşturdu.Yukarı Erdel taraflarından Muris nehri kıyısını takip ederek gelen Macar kadanaları[2], kaleye hücum etmişlerdi. Aslında küçük bir gruptu bunlar, Kaleye bir kaç el tüfek attıktan sonra tekrar gerisin geriye kaçmışlardı. Derhal atlarımıza binip arkalarına düştük. Ancak, düşmanın bu hareketi bir pusu imiş. Lipova'nın üst tarafında, Muris nehri karşısında, bir yüce dağ başında bulunan Şolimos Kalesi halkı, yukarıdan düşmanın pususunu görmüşler. Onların yakınlarından geçerken "Daha ileri gitmeyin, düşmanın pususu var." diye bizleri uyardılar. Aynı zamanda akşam karanlığı bastırmıştı. Geri döndük. Yine herkes konaklara dağıldı. Böyle bir durumla karşılaşacağımızı bilmiyorduk ama Lipova'lılar tahmin ediyorlarmış; bizden gizlemişler. Kalmamız için böylesine ısrar etmelerinin asıl nedeni buymuş anladığımız kadarıyla. Çünkü Lipova Kalesi'nin kendi askerleri çok azalmıştı. Daha önceki birkaç çarpışmada yüzlerce adamlarını kaybetmişler. Kimisi şehit olmuş kimisi esirKalede ancak üç yüze yakın asker kalmış. Ama bir tesellimiz vardı; yalnız değildik. Hazineyi kendi kalelerine götürmek üzere Yanova'dan da bir farisan ağasıyla yetmiş seksen nefer asker gelmişti; onlarda bizim gibi kalede mahsur haldeydiler şimdi. Böylece kaledeki asker sayısı beş yüze yaklaşmış oluyordu.

Ertesi gün seher vaktinde, Lipova'nın bağlarının bulunduğu Tançoş tepesinden Avusturya ordusunun boru sesleri duyuldu. Zaten gözlerine uyku girmeyen halk telaşla ayaklandılar. Özellikle bizim gibi yabancılar hemen atlarına bindiler, herkes biran önce kaleden dışarı çıkmak istiyordu. Ama mümkün olmadı. Kale kapıları sıkı sıkı kapatılmıştı. Avusturyalıların komutanı General Karafa imiş. Yanında olan on sekiz alay piyade ve süvari askeriyle o kış (1687-88) Erdel vilâyetinde kışlamış. İlkbahar olup havalar ısınmaya başlayınca Erdel'den çıkıp Muris nehri kenarınca ilerleyerek Lipova'nın önüne gelmiş. Ağır silah ve mühimmatlarını Muris nehri üzerinden naklettirmekteymiş. Kiraz mevsiminin o güzel seherinde kale halkı korkuyla yerlerinden fırladıklarında, ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içindeydiler. Misafir olan bizler, Muris nehrini aşıp Yanova tarafına gitmek istiyorduk. Hemen toparlandık, kale kapıları açılınca dışarı çıktık, Muris köprüsüne geldik; ama ne görelim! Şolimos tarafından ve Moroş Boğazı tarafından ilerleyen iki bin kadar haydut ve kadana yolları tutmuş. Gitmek mümkün değil. Çaresiz kaleye geri dönecektik. Muris köprüsünü bozup yıktık. Zira bu köprü kalırsa, nehir tarafından dış kale, düşmana çok açık düşmüş olacaktı. Savunmak yapmak için herkes iç kaleye toplandı. Burası ağaç kütükleriyle tahkim edilmiş küçük bir yerdi. Çevresi hendekle çevriliydi. Üç-dört küçük tabyası vardı ve her tabyanın üzerine dörder, beşer top yerleştirilmişti. Daha dışarıda olan dış kale ise çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Yalınkat duvar, bazı kule ve surları taştan inşa olunmuştu. Ancak burası boştu. Çok az bina vardı. Ayrıca dış kalenin nehir yönü de açıktı. Duvarlar, nehir kıyısından başlıyor, şehrin üç tarafını dolaştıktan sonra yine nehirde bitiyordu. Düşman ilk gününü beklemekle geçirdi. Ne bir top, ne bir tüfek attı. Ama biz sürekli ateş ediyorduk; elimizden geldiğince onlara zarar vermeye çalışıyorduk. Hatta bazı yiğitler dışarı çıkıyorlar, bahçeler arasından Avusturya karakollarına yanaşarak saldırıyorlardı.

Fakat ertesi gün durum tamamen değişti. Düşman, geceleyin dokuz parça büyük top ile üç-dört havan topunu bizimkilere fark ettirmeden bahçeler arasına yerleştirmeyi başarmış ve dış kalenin hemen beş yüz adım yakınına kadar yanaşarak mevzi tutmuştu. Ertesi gün sabah erkenden topların korkunç gürlemeleri ve duvarların sarsıntılarıyla uyandık. Henüz gün ağarmamıştı. Ağır gülleler, kalenin duvarlarını dövüyordu. O gün ikindi vaktine kadar kale duvarını döven gülleler, sonunda duvarın bir bölümünde genişçe bir gedik açtı. Hemen iç kaleden insanlar buranın yardımına koştu; canla başla çalışarak gediği kapatmaya çalıştılar. Bulabildikleri her türlü şeyi gedikleri kapamak için kullanıyorlardı. Taş, toprak yanında, ellerine geçirdikleri yastık ve minderleri bile gediklere dolduruyorlardı. Fakat bu çabaları sonuçsuz kaldı; çok geçmedi, isabetli bir yaylım ateşinin ardından, gediğe doldurulan bu derme çatma malzeme darmadağın oldu. Bunu gören düşman, çığlıklar atarak hücuma geçti. Gediğin açıldığı bölgeyi birkaç bölük asker koruyordu. Düşmanın o yönde hücuma geçmesi üzerine askerin çoğunluğu kısa zaman içinde gediğin önüne yığıldı. Gedikten içeri sızmaya çalışan düşmana karşı, el bombalarıyla, tüfeklerle göğüs göğüse çarpışma başladı. Fakat bu durum, bir başka tehlikeyi doğurdu. Gedik yönüne bu kadar ağırlık verilmesi, kalenin diğer taraflarının savunmasını zayıflatıyordu. Nitekim Battal Kapı'dan ve Temeşvar Kapısı tarafından Macar ve Sırp kadanaları, yanlarında getirdikleri merdivenlere tırmanmaya başladılar. Surların yüzü, örümcekler gibi duvarlara tırmanan askerlerden görünmez olmuştu. Düşmanın kalenin diğer tarafından içerilere sızmakta olduğu haberleri kulaktan kulağa yayıldığı zaman, gediği savunan askerlerin direnci kırıldı. Gediği savunmayı bırakıp telaşla ve birbirlerini çiğneyerek geri çekilmeye başladılar. Hepsi de bir an önce iç kaleye girme çabasındaydı. Biz de bunların arasındaydık. İç kaleye kendimizi atmak için koşturuyorduk; ama kapıya yaklaştığımız zaman bir başka kötü manzarayla karşılaştık. Macar ve Sırp askerleri bizden önce ulaşmışlar, yolumuzun önündeki sokak başlarını tutmuşlardı. Çaresiz tam ortalarına hücum ettik. Düşman ikiye yarıldı, çarpışa çarpışa sağ salim iç kaleye ulaştık. Çarpışmalar o gün akşama kadar sürdü. Avusturyalılar artık dış kaleyi ele geçirmişlerdi. Şehrin dört yanından alevler yükseliyordu. Yangınların kimini biz, kimini dışardan düşman başlatmıştı. Lipova o gece boyunca yandı; gökyüzünü alevlerin kızıllığı sarmıştı. İç kaleyi şehirden aradaki hendek ayırmaktaydı. Hendek yeterince geniş değildi; bu nedenle yangın iç kaleyi de etkilemekte gecikmedi. Kapı kulesi ve bazı evler tutuştu. Ve bu küçük dar mekanda, şimdi büyük bir kargaşa ve telaş yaşanmaya başlamıştı. İç kalenin alanı zaten fazla geniş değildi; daracık sokaklarla evler birbirinden ayrılıyordu. Hayvanlar ve insanlar yüzünden daracık sokaklar, mahşer yerine dönmüştü. İnsanların feryatları ve çığlıkları ile atların kişnemeleri bir birine karışıyordu. Toz ve dumandan göz gözü görmez olmuştu. Alevler ilerledikçe kadın ve çocuklar korkuyla çığlıklar atıyorlar "yanacağız" diye bağrışıyorlardı. Yardımcı olmaya çalışan erkekler ise ellerindeki su kaplarıyla koşturuyor, tutuşan kule ve evlerin üzerine çıkıp yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Ama dışarıda, minareler ve evlerin damlarına yerleşmiş olan Avusturya piyadesinin tüfekleri, her birini tek tek avlıyordu. Vurulanlar, söndürmeye çalıştıkları ateşlerin içine düşüyorlar; yardım isteyenlerin çığlıkları, top ve tüfek sesleri arasında kaybolup gidiyordu. Havayı kaplamış olan yoğun barut ve duman kokusuna şimdi de dayanılmaz bir yanık et ve yağ kokusu karışmıştı. Ertesi sabah durumun daha da kötüleşmişti. Geceden çok yakınımıza kadar sokulmuş olan havanlardan atılan mermiler, ateş ve ölüm yağmuru olarak üzerimize inmekteydi. Hendeğin hemen öbür yanındaki taştan inşa edilmiş hanın yangından tavanı gece tamamen çökmüştü. Dört duvarı ayakta kalmıştı. Burası şimdi Avusturyalıların havan topları için bulunmaz bir mevzi oluşturuyordu. Bir taraftan da damların üzerinden tüfeklerle aralıksız kurşun yağdırıyorlardı. Daracık sokaklara sıkışmış olan insanlar o gün, mahşerin dehşeti ve çaresizliğini yaşadılar.Çarpışmalar bu şekilde üç gün üç gece sürdü. İnsanlar ve hayvanlar bir bir ölüyor, yaralılar yerlerde sürünüyordu. Bu arada kale komutanı, benim birliğime başka bir tabyanın savunmasını verdi. Burası kalenin en tehlikeli yeriydi. Hem topları doldurup atmak, hem de tüfeklerle cenk etmek zorundaydık. Tüm gücümüzle çarpışıyorduk; ama bütün herkes gibi biz de durumun artık gittikçe kötüleştiğini görüyorduk. Kalenin ileri gelenleri de bunu sezinlemiş olmalıydılar. Aralarında kaleyi vire[3] ile vermeyi tartışmaya başladılar. Galiba en akıllıca görünen de buydu. Sonunda kale bedeninde beyaz bayrak sallandı.Bayrağı gören Avusturyalılar ateşi kestiler. Biraz sonra kale yakınına kadar gelen birkaç subay aşağıdan yukarıya doğru bağırdı:"İsteğiniz nedir?" "Kaleyi vire ile vermek isteriz; bize uygun rehineler verin, biz de dışarı adam gönderelim, görüşmeler yapılsın." Çok geçmeden kapının önüne gelen iki Avusturya zabiti, kapılar açılarak içeri alındı; aynı anda da içeriden iki Lipovalı ağa dışarı çıktı; kapı önünde bekleyen askerlerin arasında Avusturya ordugâhına doğru gitti. Ağaların arkasında, bir uşağın yedeğinde muhteşem görünümlü siyah bir at vardı. Hayvanın gümüş eyer ve süslü koşum takımları, güneş ışığında pırıl pırıl parlıyor, uzaktan bile göz kamaştırıyordu. Lipova Kalesi Beyi, özel ahırından çıkartmıştı; generale hediye olarak gönderiyordu.Kaledeki herkesi şimdi büyük bir merak ve heyecan sarmıştı; "Acaba düşman komutanı, isteğimizi kabul edecek miydi?" Büyük küçük hepimiz biliyorduk ki bu şartlar altında ne uzun bir zaman dayanabilir, ne de bir yardım ulaşabilirdi. Birkaç saat sonra, uzaktan ağalar göründüğünde, herkesin aklında aynı soru vardı. "Acaba anlaşma sağlanmış mıydı?"

* * *

Ağalar kaleye girince Avusturyalı rehine subaylar da dışarı bırakıldı. Avusturya karargâhından dönen ağaların anlattıkları, hiç de hoş şeyler değildi. General Krafa, görüşmeleri bizzat yapmış ve tercüman aracılığıyla "İstekleriniz nedir?" diye sormuş. Ağalar da kendilerine verilen yetki ve talimat doğrultusunda isteklerini nakletmişler:"Kalemize gelip bizi kuşattınız, sizin amacınız kaleyi ele geçirmek. Bizim de karşı koymaya yeterli gücümüz yok. Ailelerimizle ve mallarımızla bizi bırakın Temeşvar'a gidelim."Ama eline güzel bir av geçirdiğine inanmış olmalıydı ki general ağaların teklifini kabul etmemişti. Mağrur bir edayla çok kısa ve kesin bir cevap vermişti:"İsteğinizi kabul edemeyiz; ancak size şöyle bir fırsat verebiliriz: Silahlarınızı bırakarak çoluk çocuğunuzla dışarı çıkın, dilersek sizi bırakırız, dilemezsek esir ederiz." Bu teklifi ağalar kabul edemezlerdi. Nitekim onlar da reddetmişler; "Böyle bir şeyi kabul etmek nasıl mümkün olur!" diye karşılık vermişler ve generali ikna etmek için ellerinden geldiğince çabalamışlar. Fakat generali kararından döndürmek mümkün olmamıştı. Generalin cevabı oldukça serti: "Varın gidin, içeride cenge devam edin." Çarpışmalara ara verildiği sırada, Avusturyalı bazı subaylar ve askerler, siperlerden çıkıp kale hendeği yakınlarına kadar gelmişlerdi. Ateşkes ortamından yararlanarak hendek kenarında oturuyorlar, yemek yiyorlar bir taraftan da yanlarındaki köpeklere taş ve ağaç atıp hendeğin içine sıçratıyorlardı. Bazıları da ellerindeki mızrakları suya daldırarak derinliğini ölçüyorlardı. Bütün bunlar, adamların savaşı devam ettirmeye niyetli olduklarının deliliydi bizlere göre. Nitekim çarpışmalar yeniden başladı. Ağızlarından ejderha gibi ateşler saçan toplar, bütün gün ve gece hiç susmadı. Gülleler kaleyi iyiden cehenneme çevirmişti. Gökten sürekli yağmur gibi taş, demir ve ateş yağıyordu. Daracık alana sıkışmış olan insanlar ve hayvanlar hızla tükenmekteydi. Sokaklar cesetlerden geçilmez oldu. Yerler, taş ve topraklarla birlikte havaya uçan insan ve hayvan parçalarıyla dolmuştu. İnsanlar artık kendi canlarından çok çocuk ve ailelerinin derdindeydiler. Şehrin ileri gelenleri tekrar oturdular, aralarında tartıştılar, düşmanın istediği şekilde kaleyi vermeye razı oldular. Kale bedenlerine yine beyaz bayrak çekildi. Şartları görüşmek üzere birkaç adam gönderildi. Bu kez generalin istediği doğrultuda vire koşulları kabul edildi[4]. O gece, kale kapısının dış tarafı Avusturya askerleri tarafından tutuldu. İç taraf sabaha kadar bizim kontrolümüzde kaldı. Ertesi sabah insanlar dışarı çıkmaya başladılar. Silahlarını bırakmışlardı. Bizler, bulunduğumuz tabya üzerinden aşağıda olanları kolayca izleyebilmekteydik. Avusturya askeri, ordugâhlarından kaleye kadar, piyade olarak iki saf halinde dizilmişlerdi. Ordugâh ise kaleden bir çeyrek saatlik uzaklıktaydı; kaleden rahatlıkla görülebiliyordu. Kale içinden insanlar, dörder, beşer veya daha fazla sayıda gruplar halinde, aileleri ve çocuklarıyla birlikte çıkıyorlardı. Kadın ve çocuklar, birbirlerine iyice sokulmuş halde ürkek ürkek yürüyorlardı. Kapıdan dışarıya çıkanlar hemen askerler tarafından durduruluyor, üzerleri aranıyordu. Silahları varsa alınıyordu. Sonra da yol boyu iki sıra halinde dizilmiş olan askerlerin arasına gönderiliyordu. Askerlerin iki sıra dizilerek oluşturduğu koridordan birbirlerine sarılmış halde ilerleyen insanlar, yer yer askerlerin saldırısına uğruyordu. Askerler, aralarından geçerken gözlerine kestirdiklerinin eteklerinden ve kollarından yakalayarak zorla çekiyorlar aralarına alıyorlardı. Askerlerin aralarına düşen bu zavallılar, vahşi kurt sürüsünün eline düşmüş av gibi anında soyuluyorlar, çırılçıplak ortada kalıyorlardı. Karşı koyup direnmeye çalışanlarsa hemen paramparça ediliyordu. Askerler birbirlerini örnek alıyorlardı. Soygun ve öldürmeler gittikçe artmaktaydı. Subaylar ne kadar önlemeye çalışsalar da saldırıları durdurmayı başaramıyorlardı. Üzerlerini arayarak para bulamadıkları insanları öldürüyor, karınlarını yarıyorlardı. Bu vahşice işi "para yutmuştur" diye yapıyorlardı. Katliamları subayların engellemekte çaresiz kaldığını gören generallerin bazıları, kendileri müdahale etmek zorunda kaldılar. Bazı generaller, atlarını soygun ve katliam yapan bu gözü dönmüş askerlerin üzerlerine sürdüler. Bağırıyorlar, gözlerini korkutmak için de bazılarını vuruyorlardı. Generallerin kurşunlarıyla yerlere serilen askerin yanındakiler kısa bir duraksama yaşasalar da hemen ardından umarsızca soyguna devam ediyorlardı. Biz en son çıkanlardandık. Lipova beyi, kadısı, ayanları ve altmış kadar adamla birlikteydik. Önümüzden ve arkamızdan yüksek rütbeli subaylar geliyor, saldırılara karşı bizi koruyorlardı. Ama yine de askerler yanlardan uzanıyor, eteklerimizi çekiştiriyorlardı. Bu arada ilerlerken, biraz önce öldürülmüş zavallıların karınları deşilmiş cesetlerini daha yakından görebilmekteydik. Çırılçıplak ve parçalanmış halde öylece yatıyorlardı.Bu korku ve dehşet dolu kısa yolculuğun ardından sonunda Generalin çadırı önüne ulaşabildik. Geride kimse kalmamıştı. Bizden önce çıkanların başlarına neler geldiğini bilmiyorduk; ama burada bizden başka kimse görünmüyordu. Ertesi günün sabahına kadar, etrafımızı kuşatmış olan askerlerin gözetiminde orada kaldık. Sabah bir general geldi, bizi dizip saydı. Sonra, askerlerle birlikte ikişerli, üçerli veya beşerli ayırdılar, grup grup götürmeye başladılar. Sonradan öğrendiğime göre, general, Lipova Kalesi'nden çıkan Müslümanların subay, varlıklı, genç, çocuk, kız ve kadınlarının tamamını esir etmiş, geri kalan yüz kadar fakir, yaşlı erkek ve kadınları arabalara yükletip Temeşvar tarafına göndermişti. O kadar çok esir ele geçirmişlerdi ki generallerden binbaşılara; hatta bayrak kethüdasına varıncaya kadar bütün rütbeli subaylara en az birer esir düşmüştü.Ben Yanovalı biriyle beraberdim. Avusturyalı bir asker bizi alarak bir çadıra götürdü. Çadırda iki subay vardı. Bunlar Prens Louis[5] adlı generalin piyade alayı subaylarındanmış. İkisi de kethüda rütbesindeymiş.
Çadıra girdikten sonra bir kenarda beklemeye başladık. Adamlar dikkatlice bizi incelediler, kılığımıza, boyumuza posumuza baktılar. Sonra da kendi aralarında tartışmaya başladılar. Önce nedenini anlamamıştık ama kısa zaman sonra öğrendik. Problem bizim paylaşılmamız konusundaymış. Tartışmaya zar atarak son verdiler; böylece kavga son buldu, paylaşılmış olduk.

---------------------------

[1] Temeşvar'ın 58 km. kuzey doğusundadır.
[2] Kadana: Sırp ve Macar gönüllü süvarileri.
[3] Vire: anlaşarak bir kale veya müstahkem bir mevkiyi teslim etmek.
[4] Böylece Avusturyalıların eline geçen Lipova, Timaşvar'a yönelik saldırıların üssü haline gelecektir. Bu nedenle Türk ordusu, 9 Eylül 1695 senesinde yeniden ele geçirerek ayakta kalmayı başaran kısımlarını da yıkıp kaleyi boşaltacaktır.
[5] Baden Markgrafı Prens Louis. Metnin orijinalinde "Pirinç Luvi" şeklinde yazılmıştır. Burada olduğu gibi, Almanca isimlerin tesbit edilebilenlerinin Almanca yazılışları kullanıldı.


Link
WeBCaNaVaRi'na Üye Olmadan Link'leri ve Kod'ları Göremezsiniz.
Link'leri Görebilmek İçin. Üye Ol. veya Giriş Yap.
« Son Düzenleme: Haziran 14, 2010, 12:58:13 ÖS Gönderen : melek_03 »
WeBCaNaVaRi Botu

Bu Site Mükemmel :)

*****

Çevrimİçi Çevrimİçi

Mesajlar: 222 194


View Profile
Re: Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları
« Posted on: Nisan 25, 2024, 12:39:52 ÖS »

 
      Üye Olunuz.!
Merhaba Ziyaretçi. Öncelikle Sitemize Hoş Geldiniz. Ben WeBCaNaVaRi Botu Olarak, Siteden Daha Fazla Yararlanmanız İçin Üye Olmanızı ŞİDDETLE Öneririm. Unutmayın ki; Üyelik Ücretsizdir. :)

Giriş Yap.  Kayıt Ol.
Anahtar Kelimeler: Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları e-book, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları programı, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları oyunları, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları e-kitap, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları download, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları hikayeleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları resimleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları haberleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları yükle, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları videosu, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları şarkı sözleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları msn, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları hileleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları scripti, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları filmi, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları ödevleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları yemek tarifleri, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları driverları, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları smf, Bir Osmanlı Askerinin Sıradışı Anıları gsm
Yanıtla #1
« : Haziran 14, 2010, 12:58:24 ÖS »

Anqel*
*
Üye No : 21465
Nerden : Yurt Dışı
Cinsiyet : Bayan
Konu Sayısı : 5208
Mesaj Sayısı : 17 796
Karizma = 50130


Teşekkürler..

WebCanavari
Sayfa 1
Yukarı Çık :)
Gitmek istediğiniz yer:  


Benzer Konular
Konu Başlığı Başlatan Yanıtlar Görüntü Son Mesaj
En Sıradışı Düğün Davetiyeleri « 1 2 »
Serbest Kürsü.
Mavi_Kiyamet 15 10494 Son Mesaj Temmuz 15, 2012, 01:42:08 ÖS
Gönderen : beyza29
Sıradışı Mobilyalar
Fotoğrafçılık
Liza 3 1720 Son Mesaj Kasım 09, 2011, 09:46:19 ÖS
Gönderen : Honey_Face
Sıradışı Göz Makyajları « 1 2 »
Fotoğrafçılık
Liza 10 2787 Son Mesaj Haziran 14, 2012, 04:21:28 ÖÖ
Gönderen : rapçi_kiz_019


Theme: WeBCaNaVaRi 2011 Copyright 2011 Simple Machines SiteMap | Arsiv | Wap | imode | Konular