Arşiv Anasayfa Hayata Dair.
Sayfalar: 1
Varoluşçu Boyacı By: Hipokondriyak Date: December 23, 2008, 03:45:27 PM
Ahmet Oktay’la, rahmetli Edip Cansever’in şiir tiplerini konuşuyorduk. Oktay’a göre, Edip Cansever’in yarattığı şiir tiplerini gerçek hayatta bulmamız pek olanaklı değildi. Çünkü bu tipler, öncelikle duyarlı, yetkin bir gözlem gücüne sahip, kendilerinin ruhsal analizini titizlikle gerçekleştiren, dahası, bilgili ve kültürlü kişilerdi. Böylesine gelişkin bir oltacı, garson, otelci, gül satıcısı, genelev kadını vb., görmek, hiç kuşkusuz, mümkün değildi. Biz de katıldık bu görüşe; sonuçta, bu tiplerin Edip Cansever’in kendi düşüncesini açıklamak için kullandığı motif tipler olduğuna karar verdik. Bu kişiler, Edip Cansever’in düşünce katlarından başka bir şey değildi; dahası, konuşan, Edip Cansever’in kendisiydi...

 

Her şey buraya kadar, iyi hoş da siz, ayakkabılarınızı boyattığınız boyacının kültürlü bir varoluşçu olduğunu öğrenirseniz, ne yaparsanız? Tabii, ben da şaşırdım. Ve aklıma, Edip Cansever’in yarattığı şiir tiplerinin gerçek olabileceği geldi. Demek, böyle insanlarla karşılaşmak hiç de olanaksız değildi.

 

Genellikle, ayakkabı boyacılarıyla sıradan şeyler konuşulur. Ben de Taksim’deki bir boyacıya, “Nerelisin? Nerede oturuyorsun?  Nasıl geçiniyorsun?”  gibi  sıradan şeyler sordum. Adının, Hayri Tonozlu (58) olduğunu öğrendiğim ayakkabı boyacısı sorularıma, “Hususi hayatım sizi niye ilgilendiriyor? Öyle olmuş, böyle olmuş, ne fark eder?” diye cevap verdi. Onun ciddi bir boyacı olduğunu düşünerek, farklı şeyler sormaya başladım. “Eskiden İstanbul’da ne kadar seçkin yerler varmış, şimdi hiç mi kalmadı? Her şey yozlaştı,” dedim, Hayri Bey, bunun üzerine, “Evet, ‘Markiz’, ‘Baylan’, ‘High-life’ vardı. Ben eskiden hep, ‘High-life’e giderdim,” demez mi, şaşırıp kalmıştım. Ama Hayri Bey, hem ayakkabımı boyuyor, hem de İstanbul’un sanatçı mekânlarını anlatıyordu. Bir ara,“Siz hangi felsefi ekole yakınlık duyarsınız?” dedi. Onun hafife alma isteği, şaşkınlığımı bastırdı, “Egzistansiyalistim,” dedim. Hayri Bey’in gözlerinin içi güldü: “Ne güzel, ben de varoluşçuyum,” dedi. Elimde olmayarak, ayağımı boya sandığının üzerinden çektim. Şaşkınlığım henüz geçmemişti ama o devam ediyordu: “Bakın, varoluşçuluk deyince, akla hemen, Sartre, gelir; oysa Sartre, parlak cümleler, gösterişli buluşlardan başka bir şey değildir.  Gerçekte  varoluşçuluğu  sistemleştiren  Heidegger’dir. Sartre, Heidegger’in yanında, garnitürden başka bir şey değildir.”

 

Bir şok yaşıyorum adeta. Zaman kazanıp Hayri Bey’in, üstüne başına, bakmaya çalıştım. Üstünde siyah bir kaban vardı. Pantolonu yazlıktı ve çok eskimişti. Başında limon küfü renginde, yazlık, keten bir şapka vardı; yüzü çökmüştü. Eğer çok dikkatli bakılırsa, gözlerinde olgunluk ve zekâ belirlisi bir ışık fark edilebiliyordu.

 

Hayri Bey’le tartışamayacak kadar donatımsızdım. Heidegger’in hiçbir kitabını okumamıştım. Çünkü Hayri Bey gibi Almanca bilmiyordum. Bu arada Hayri Bey, canlı el kol, hareketleriyle varoluşçuluğu tanımlamaya çalışıyordu bana. Her şey bir yana, beni tanıdığına sevinmişti. Hiç değilse, bazı ortak bilgilere sahiptik. Bir ara, “Başlangıcından bugüne kadar felsefe, bir arpa boyu yol kat etmiştir,” dedi. Artık her şey kabulümdü. “Ya, öyle mi?’’ demekle yetindim. Ayakkabı boyacılarını hafife almanın cezasını çekmeye hazırdım. Beriki devam ediyordu: “Kant, ne yaptı, insan beynini 12 kategoriye ayırmaktan başka? Spinoza, yok, güzellikmiş; yok, ahlakmış, bir yığın metafizik şey attı ortaya. Dogmatikler, keza öyle...”

 

Bir ara Hayri Bey’e, Marksist felsefeyi soracak oldum. Önce kısa bir açıklama yaptı. Daha sonra, Marksist felsefenin ferdi yanının olmadığını iddia elti. Sonra da söz, Troçki ile Lenin’e geldi. “Bunların ikisi de aynıdır. Aralarında hizipleşme vardır, o kadar. Bu kişiler, şartlar neyi gerektirirse, onu yaparlar. Yaratıcı değildirler.”

 

“Unutmadan söyleyeyim, ben, ‘Kapital’i de okudum. ‘Kapital’ çok sıkıcıdır. Rakamlar, misaller falan filan.”

 

Cezamın hiç de hafif olduğunu sanmıyordum. Bu işkence ne zaman bitecek, diye düşünüyordum. Başlangıcından bugüne kadar, felsefede bir arpa boyu yol alınmadığını söyleyen Hayri Bey, Nietzsche ve Kafka’nın, bilmeden varoluşçu felsefeye katkıda bulunduklarını iddia etlikten sonra, bana, “Peki, siz varoluşunuzu gerçekleştirdiniz mi?” diye sordu. Afalladığımı görünce, konuşmasına devam etti: “Kendi kendimizi yaratmanın imkânı bizim elimizdedir,” dedi. Bir ara, üstün insan teorisiyle, varoluşçu düşünce arasında yakınmaya başlamıştı. Her şeyi oluruna bırakmıştım.

 

Hayri Bey’in felsefe bilgisinin altında daha fazla ezilmemek için, sık sık konuyu değiştiriyordum. Sözü, dönüp dolaştırıp güncel bir konuya gelirdim. Türkiye’de son günlerde sık sık konuşulan irticayı, nasıl değerlendirdiğini sordum ona. “Bakın, bu politik sahaya girer! Din, yöneticilerin işine geliyor. Böylelikle halkı daha kolay isteklerine boyun eğdiriyorlar. Aslında din, bir imajdır ve insan, kendisi yaratır bu imajı; insan yine düşünmelidir ve yoğunlaşmalıdır ama düşüncesinin içinden Allah, peygamber gibi imajları çıkarmalıdır. En eski din olan Budizm, 5 bin yıllıktır. Musevilik 3 bin, Hıristiyanlık 2 bin, İslamiyet ise bin dört yüz yıllıktır ama insanlığın tarihi 50 bin yıllıktır. Peki, 45 bin yıldır ne oldu, onu soran yok. Ne yazık ki milyonlarca insan dine inanıyor ve onlara kimse ışık tutmuyor. İşin doğrusu, din zararlı bir şeydir. Ama insan bir şeye inanmak zorunda. İnançsız olmak da benim hayatımı hafifletiyor.”

 

Hayri Bey’in dünya görüşüne, hiçbir idealist ve metafizik düşünce sızmamış. Kader, şans gibi toplumsal yaşantımızı yönlendiren kavramlarla hiçbir alışverişi yok; öyle ki bir ara bu durumu “ideolojinin ölümü” diye nitelendirdim.

 

Hayri Bey, felsefe bilgisinin yanı sıra, geniş edebiyat bilgisine sahip; en çok O’Henry’yi sevdiğini söylüyor. O’Henry’nin, “Quartet” ini, Viyana’da sinemaya uyarlanmış haliyle seyretmiş ve hayran kalmış. Dostoyevski, Hayri Bey’in başucu yazarıymış. Tolstoy, Bernard Shaw, Jean Jacques Rousseau ve Voltaire’i ilgiyle okuyormuş.

 

Hayri Bey, özel hayatların öyle rastgele anlatılmasına karşı ama bu kadar uzun konuştuktan sonra, beni kırmayarak hayatının bazı dönemlerini bana kısaca anlattı. Hayri Bey, genç yaşında Avrupa’ya gitmiş. Almanya’da yaklaşık, 14 yıl kalmış, bu süre içinde devlet dairelerine, hastanelere, cam çerçeve monte etmiş. Daha sonra Avusturya ve İsviçre’de kalan

Hayri Bey, buralarda uzun süre, Dolce Vita, bir hayat sürmüş. “Avrupa’da hayat o kadar güzel ki kopmak imkânsızdı. İnsanı hep içine çekerdi. Bu yüzden az kalsın sağlığımı kaybediyordum,” diyor. 1975 yılında, İstanbul’a dönmüş Hayri Bey. Kendisi kabul etmese de şimdiki hayatı, tam bir sefalet. Ayda yaklaşık, 50 bin lira kazanıyor, kaldığı otele günde bin iki yüz lira veriyor; otel parası olmadığı günler parklarda yatıyormuş. Almanya’dan getirdiği bir miktar parayı harcadığı için, bu durumu kaçınılmaz buluyor. “Her şey, olması gerektiği gibi,” diyor. “Dolce Vita, yaşamaktan, evlenmeye zaman bulamadım,” derken bile, kimsesizliğinin nedenini başkasında aramaya çalışmıyordu.

 

Hayri Bey, beni bilgisiyle olduğu kadar, kişiliğiyle de etkilemişti. Ayakkabılarımın boyanması bitmişti. Parayı uzattım. Teşekkür etti. Yeniden görüşmek üzere vedalaşırken, bir daha, hiçbir ayakkabı boyacısını hafife almamaya söz veriyordum.

 

Ynt: Varoluşçu Boyacı By: FeMoX Date: December 25, 2008, 10:51:31 PM
Çok Güzel =) Tşkler Ceyda  Göz Kırp.
Ynt: Varoluşçu Boyacı By: RiZeLi_MeHMeT Date: December 29, 2008, 06:12:18 PM
Çok Güzel

SiteMap - İmode - Wap2