Arşiv Anasayfa Kitaplar Hakkında Bilgi ve Özetler
Sayfalar: 1
En Soğuk Şehir Efsanesi By: By.CeZa Date: August 13, 2008, 04:35:20 PM
EMRE AYVAZ
Reşat Ekrem Koçu, ünlü İstanbul Ansiklopedisi’nin altıncı cildindeki “Buz, İstanbul Bogazının ve İstanbul Limanının Buz Kitleleri ile Kaplanıp Örtülmesi” maddesinde, İstanbul Boğazı’nın 20. yüzyılda iki kere buz istilasına uğradığını söylüyor.
İkincisi 1954 Şubatı’ndaymış, ama Cengiz Kahraman’ın hazırladığı ‘1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi’ adlı kitaptan, Koçu’nun ilk tarih konusunda yanıldığını anlıyoruz: 1928 değilmiş.

Herkesin hasret ve tedirginlikle kışı beklediği şu günlerde 1929 Kışı’nı okumak, insanın içini kitapta bahsedilenden farklı bir felaket duygusuyla dolduruyor. Tam yetmiş sekiz sene önce, bugünlerde bütün Avrupa’yla beraber Türkiye’yi de kar ve tipi kasıp kavuruyormuş meğer. Yollar kapanıyor, tepelerindeki kar yükünü taşıyamayan ahşap evler çöküyor, her gün birkaç kişi donarak ölüyor, taksiciler fırsattan istifade bol bol müşteri kazıklıyor, vapurlar çarpışıyor, İstanbul’a aç kurt ve yaban domuzu sürüleri iniyor, banliyö trenleri kara saplanıyor, su boruları patlıyor, Şehremaneti nereye, nasıl yetişeceğini bilemiyormuş. 13 Ocak’ta Trabzon’dan gelen Sakarya vapurunun güvertesindeki koyunların bir kısmı şiddetli dalgalar sonucu denize dökülmüş; 1 Şubat günü, kış beklenenden şiddetli geçtiği için camilere mahya kurulamayacağına karar verilmiş; ekmek yoğurma makineleri elektrikler bir önceki gece kesildiği için çalışmıyormuş, bu yüzden 3 Şubat günü fırıncılara ekmekleri elleriyle yoğurmaları talimatı verilmiş; 11 Şubat günü defnedilmek üzere Topkapı mezarlığına getirilen cenazeler, yoğun kar yağışı yüzünden ertesi gün gömülmek üzere mezarlıkta bırakılmış; 28 Şubat’ta Rusya ve Bulgaristan sahillerinden kopan büyük buz kütlelerinin İstanbul Boğazı’na doğru yola çıktığı haberi alınmış; 1 Mart günü Boğaz buzların istilasına uğramış; 8 Mart sabahı 1929 yılının son karı serpiştirmiş; ve 12 Mart’ta, Ramazan Bayramı’nın ilk günü, nihayet kış sona ermiş.

1929 Kışı’nın her sayfasında biraz daha derinleştirdiği felaket duygusu, biri ballandıra ballandıra mutluluğundan bahsederken onu dikkatle dinleyen ötekinin elinde olmadan ve suçluluk duygusuyla kendi mutsuzluklarına gömülmesine benziyor. Şubatın başına gelmişiz, ama kış hâlâ görünürlerde yok. Bir uğursuzluk var, bir felaket yaklaşıyor. O zaman, bitmek bilmeyen kıştan illallah demiş insanların, binaların ve sokakların fotoğraflarına -hele o insanların gülümsediği ve o binalarla sokakların inanılmayacak kadar ‘güzel’ göründüğü fotoğraflara- bakarken, ister istemez bu felakettense o felakete uğramayı istiyor, gelip gelmeyeceği meçhul bir şeyi bekleyip durmanın, gitmek bilmeyen bir şeyin gitmesini beklemekten daha zor olduğunu seziyorsunuz.

Ama kitabın her sayfasından yükselen bu felaket duygusunun, her felakette olduğu gibi bir büyüsü ve azameti de var. Doğaya karşı koyamayan insanın çaresiz teslimiyeti, baş etmeye çalışmanın beyhude olduğu bir büyüklük ve şiddet, büyülenmiş halde bakakalmaktan başka hiçbir şey yapamamanın insaniliği. ‘Aydınlanma çağı’ öncesinde, henüz bilim dalları arasına bugünkü gibi sınırların çekilmediği ve dünyanın bugün alışık olduğumuzdan çok başka bir mantıkla tasnife tabi tutulduğu zamanlarda, bilgi şaşkınlıktan ayrı bir şey değildi. İbn-i Sina’nın, Gazzali’nin ya da onlardan altı yüz sene sonra yaşamış Athanasius Kircher’in bilgilenme yolları sistematik bir şaşkınlıktı. Her olay, her nesne, her canlı aynı temel şeyin kendisini gösterdiği birer işaretti, hepsinden aynı hakikat yükseliyordu ve insan ancak şaşırabildiğinde, büyülenmiş bir şekilde her şeye uzun uzun bakarsa işaretleri okuyabilirdi. İşaretler sıra dışı mecralardan, mesela tuhaf bir hayvan iskeletinden, kafadan yapışık doğmuş ikizlerden, ayna oyunlarından ya da infilak eden bir yanardağdan geldiğindeyse, dünyanın büyüsü ve sırrı kendisini daha da şiddetle açığa vurmuş oluyordu.

Buzlarla kaplı Haliç fotoğrafları okuyucuyu böyle büyülüyor. Tıpkı Halley kuyruklu yıldızı, kocaayak ya da uzaylılar gibi, pek çok şahidi olduğu bilindiği halde sık karşılaşılmadığı için bir rivayet, efsane, masal muğlaklığıyla değişe değişe kulaktan kulağa dolaşan bir ‘tuhaf vaka’yı capcanlı fotoğraflarla karşınızda buluyorsunuz. Hem karadan, hem havadan, hem denizden saldıran bir felaketin (hatta hem de ‘ateşle’: 21 Ocak 1929 gecesi, kar bütün şiddetiyle yağmaya devam ederken, Tatavla’da yangın sonucu tam 216 ev kül olmuş) insanları ‘mahsur ve mahzun’ bırakışını; mutlulukla kar topu oynayanların yakınında bir yerde donarak ölenleri; bundan yetmiş sekiz sene öncesinin buz tutmuş bir kaldırımında ayağı kayan bir adamın, yüzükoyun yere kapaklanmadan hemen önceki halini görüyorsunuz. 1929 Kışı’nın içinde, tıpkı bir zamanlar bozulmasını engelleyici kimyevi sıvılara bulanıp bir fanusun içine konulan hilkat garibeleri gibi, şaşkınlık yaratıcı, derin ve büyülü bir şey var.

Burhan Felek’in, kitabın en sonuna konulmuş ‘Eski Kışlar’ başlıklı yazısının sonunda dediği gibi, “hayırlı kışlar temennisiyle!..”

Not: Kitapta kışın kronolojisi çıkarılırken, muhtemelen dalgınlık sonucu bir hata yapılmış. 57. sayfadaki 17 Ocak tarihinin altına da 52. sayfadaki 16 Ocak başlıklı metin konulmuş. Yani aynı metin iki kere basılmış, 17 Ocak günü ne olup bittiğini okuyamıyoruz. İlgililere duyurulur.




SiteMap - İmode - Wap2