Arşiv Anasayfa Dünya Tarihi
Sayfalar: 1
Hitit Uygarlığı Hakkında Herşey By: Asortik Hatun Date: May 17, 2013, 12:39:53 AM
Hititler: Anadolu’nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi

“Hititler....kumral, karmakarışık uzun dik saçlı, düz burunlu koca şeytanlar, her an gülmeye hazır, konuşkan baş eğmez insanlar. Ama aile hayatını, çocukları ve onların yaramazlıklarını, hayvanları seven iyi insanlar. Galatlar’ınki gibi kadınları alçak gönüllü gösterişsizdiler. Kocaları onlara büyük saygı gösterirdi. Büyük pencereli şehirleri yüksek tepeler üzerinde kurulmuştu.” (Fernand Lequenne, Galatlar, S.61)

“Hititler ışığı ve geniş alanları severdi. Steplerden gelen diğer kavimler gibi, beraberlerinde büyük Gök tanrısını (Tarhund) getirmişlerdi. Bu aynı zamanda yılan-ejderhayı öldüren çift baltalı gök gürültüsü tanrısıydı. Burada Hint-Avrupa uygarlıklarının Dyanus, Dyeus Zeus, Deus’unu ve Ural Altaylılar’ın Tengrisi’ni anmamız gerekir.” (S.62)

“Yakındoğu için çok yeni olan bir inanışları vardı. Bir ışık cennetine, adalete, hoşgörüye, ölümsüzlük veren kahramanca ve gönüllü ölüme ve insan özgürlüğüne bir pay ayıran derin fakat çok sert olmayan bir kehanete inanış.” (S.62)

“Hititler bir süre daha, başka yerde olmasa bile yayla üzerinde dayanır. Fakat M.Ö. 1200’e doğru birdenbire Marmara ve Ege kıyılarında ilk defa olarak, arabaları, kadınları ve çocuklarıyla gelmiş olan başka akıncılar görülür. Süt gibi beyaz derili, mavi gözlü, içkiye düşkün sarışın devlerdir bunlar. Gürültücü savaşçılarla dolu yüksek pruvalı gemileriyle bazıları adadan adaya Girit’e kadar giderler. Oradan Mısır’a uzanırlar. Bunlara doğru veya yanlış olarak Deniz Kavimleri adı verilir.”

Hititler Anadolu’ya Nereden Gelmiştir?

Hititler’in Anadolu’ya nereden geldiklerine ilişkin tartışmalar bitmemiştir.

Kafkasya’dan mı yoksa Balkanlar’dan mı geldiler şeklinde süren tartışmaya çivi yazıları eklenince güneydoğu Anadolu ve Irak da girdi.

“Ferdinand Sommer, bir duanın baş kısmını tartışma konusu yapıyor. Bu dua, Hitit Kralı Muvatallis (M.Ö.1300) yazdırdığı bir dinsel-tören metninden alınmıştır:

Göklerin güneş tanrısı, insanlığın çobanı!

Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!

Göklerde dolaşıp gidersin.

Göklerin güneş tanrısı, tanrım benim!

İnsanoğluna, köpeğe, domuza, kırların yaban hayvanına

Adaleti sen dağıtırsın her gün, ey güneş tanrı!

Burada dikkate değer nokta, ikinci dizedir: ‘Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!’

Muvatallis zamanında Hititler en az 400 yıldan beri Anadolu’nun iç kesiminde oturmaktaydılar.

Anadolu’da oturan için ise güneş asla denizden çıkıp yükselmeyeceğine göre, bu seslenişte ancak geçmiş yüzyılların bir anısı söz konusu olabilir.

Fakat bu durum, her iki yön için de geçerlidir. Göçleri sırasında Hititler, Karadeniz’i de Hazar Denizi’ni de sol yanlarında görmüş olabilir.

İkincisi; bu Hint-Avrupa ulusunun kral adları, Hint Avrupa dilinden değildir. Başlangıçtan itibaren hep Protohattice’dir.

Aynı durum Hititler’in tanrı adlarında da görülüyor. Tanrı adları da ya Protohattice ya da Hurrice’dir. Bu da Protohatti halka ait öğelerin Hititlerce benimsendiğini gösterir.

Durumu egemen sınıfın yerli halkla kaynaşmak istemesi, sonra da meydana bileşik kültürü temsil yoluna gitmesi şeklinde açıklayabiliriz.

Fakat bu açıklama yeterince doyurucu değildir.

Üçüncüsü; ilk Hitit kralları zamanında Anadolu’da gelişmiş durumda birçok Asur ticaret merkezi bulunuyordu; en önemlilerinden biri de Kayseri yakınlarında bugünkü Kültepe idi.

Yığınla kil tablet buranın çok hareketli alışverişlere sahne olduğunu tanıtlıyor. (Bu tabletler, ilkin Kapadokya diliyle yazılmış sanılmıştı).

Hitit halkının başlangıçtan itibaren belgelerinin ve haberlerinin çoğunu Babil-Asur çivi yazısıyla yazmış olması da yadırgatıcı bir durumdur. Üstelik bu yazı ticaret merkezlerinde tüccarların kullandığı yazıdan da değildir.

Bambaşka bir yazı biçimidir. Başka hiçbir yerde görülmemiştir. Bu bakımdan, her halde çok eski bir yazı olması gerekir.

Hititler ister kuzeydoğudan, ister kuzeybatıdan gelmiş olsunlar, böyle bir çivi yazısını birlikte getiremezlerdi. Çivi yazısı Güney Mezopotamya’nın bir icadıdır. Öyleyse bu yazıyı nereden almış olabilirler?

Bunun yanıtı, Boğazköy çivi yazılı Hititçe tabletlerinin çözümlenmesinin tarihinde yatar. Hititler’in kendi dillerinde, fakat yabancıdan aldıkları Asur çivi yazısıyla yazdıkları metinlerdir bunlar.



Hititler Hititçe Mi Konuşuyordu?

Hititler resmi yazılarında başkalarından alınma bir dil ve yine başkalarından alınma bir yazı kullanmışlardı. Bu dil o zamanın diplomat dili Akadca’ydı, yazı da Babil-Asur çivi yazısı.

Bir kısım tabletlerde ise yine başkalarından alınma aynı çivi yazısı vardı, ama bu defa Hititler, kendi dillerini kullanmışlardı. Dr. Friedrich Hrozny de bunları okudu.

Kanun, tıp, hukuk, din, kralların ve ulusların yaptığı işler, töreler ve görenekler bu ulusal dille anlatılmıştı.



Hattusas’ın Güçlü Kralları...

“Kenti fırtınalı bir gecede aldım; ancak burada elime geçen sadece yaban otlar oldu. Benden sonra kral olacaklardan her kim, Hattusas’ı yeniden canlandırırsa onu göklerin fırtına tanrısına havale ettim.”

“Küçük Hattusas kalesinin beyini yenip kenti yerle bir eden Kussara Kralı Anittas’ın bir tabletinde böyle yazılı. Bu lanet, eski Hitit dilinde uzun bir tapınak yazısının içinde bir parçadır.

Ne var ki, aldırış eden olmamış bu lanete; M.Ö.1800’lerde Hattusas eskisinden daha büyük ve daha güzel olarak yeniden kurulmuş.

O zamanlar Küçük Asya, Suriye ve Mezopotamya’da ulusların nasıl dalgalanmalar meydana getirdikleri konusunda bilgimiz çok az. Sargon’un imparatorluğu (M.Ö.2300 yılları) yıkılalı hayli zaman olmuştur; Asurlular’ın Küçük Asya’ya sokulmaları giderek güçlenmektedir (başlıca yerleşme merkezleri Kültepe’dir).

Şehir devletleri ve küçük krallıklar birbirleriyle sonu gelmez savaşları sürdürmekte, savaş ortaklıkları yapılmakta, arada sırada kısa ömürlü antlaşmalar ortaya çıkmakta, ama asla sürekli, güçlü ve siyasal bakımdan etkili bir büyük güç oluşamamaktadır.

Bu durum Hititler kuzeyden akıp gelince birden değişiveriyor. Hititler, kuzeydoğudan mı yoksa kuzeybatıdan mı gelmişlerdi? Bunu henüz kesinlikle öğrenemediğimiz gibi, geldikleri zaman asıl adlarının ne olduğunu da bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey varsa, bunların Hint-Avrupa kökenli bir ulus olduklarıdır.

Kuşkusuz birkaç bin kişiden fazla değildiler, fakat buranın yerli halkı Proto-Hattiler’’den daha gelişmiş ve daha becerikli oldukları hemen anlaşılıyor. Meydana çıktıkları andan itibaren siyasal yönetim ile askeri güç arasında çok ender dengesizlik gösteriyorlar.

Başka bir deyişle, öylesine güçlü oluyorlar ki, yayılmalarına karşı çıkmayı kimse göze alamıyor. Ayrıca siyasal açıdan büyük yetenek sahibi oldukları besbelli. Öyle ki, çiğneyip geçtikleri ulusları köle yapmıyor, aksine onları bir sadakat ilişkisi içinde eritmeyi başarıyorlar.

Gariptir, ilk Hitit kralları soylarını Kussara hanedanına dayandırmaya önem vermişler, ataları olarak da Hattusas’ı yıkmış ve burayı yeniden kurmaya kalkışacak olanı lanetlemiş bulunan Kral Anittas’ı benimsemişlerdir.

Devletin kuruluşundan 150 yıl kadar sonra bir hükümdar, fermanlarının birinde, ülke çapında giriştiği yeni eylemlerin zorunluluğunu açıklamak için tarihsel bir giriş yapmamış olsaydı,bugün Hititler’in ilk gerçek karlları hakkında pek az şey bilecektik. Bu hükümdar Telipinus’du ve devletin babaları olarak fermanında üç hükümdarın adını veriyordu:

Labarnas, I.Hattusilis, I.Mursilis.

Labarnas adı daha sonra kral’la eşit anlam kazanıyor –tıpkı Sezar, Kayzer, Çar gibi_. Bunlardan öncekiler, I.Tudhaliyas ile Pusarrumas, tarih öncesinin sisleri altında kaybolmuş gibidirler, egemenlik tarihleri kesinlikle bilinmiyor. Bilgiler yetersiz de olsa Hitit devletinin kurucusu olarak Labarnas’ı kabul ediyoruz.

‘Ve ülke çok küçüktü... Ne yana sefer açsa, hemen güçlü ordusuyla düşman bir ülke yolunu kesiyordu.’

Buna rağmen Labarnas, şehir devletleri ve küçük krallıkları daha büyük yeni bir siyasal birlik içinde toplamayı başarıyor, sınırlarını batıya doğru genişletiyor, etki alanını kuzeye ve güneye yayıyor, belki de denizlere kadar uzanıyor.

Bazı kaynaklar ilk kez onun, kendi soyundan geleceklere bir ölçüde tahta çıkmak güvencesi sağlayacak biçimde krallık töresi kurduğunu bildiriyor. Bu güvence, kralın yerine geçecek olanı ataması hakkıydı.

Bu bakımdan oğlu I.Hattusilis (M.Ö.1650-1620), kendisinden sonra tahta çıkabilmiş ve bazı hamleler yapmasına elverişli bir siyasal ortam bulabilmiştir. Güney sınırında bir tampon devlet yaratabilmek için Halep üstüne yürüyor. Fakat düşmanı önünde değil, ardında, kendi sarayındadır.

Halep seferinden hasta bir olarak dönünce, aynı zamanda siyasal vasiyetnamesi de diyebileceğimiz ve ilkçağ dünya edebiyatında eşine ender rastlanır düzeyde kişisel şikayetnamesini yazdırıyor.

Bu son sözlerinde şiirsel nitelikte bir yakınış vardır:

‘Büyük kral Labarnas, kurultaya ve soylulara şöyle seslendi:

Bundan böyle ben hasta biriyim artık. Sizlere ‘tahta çıksın diye’ genç Labarnas’ı takdim ettiğim zaman, onu oğlum bilmiş, kucaklamış, yüceltmiş, hatta şımartmıştım.

Ama bu delikanlının hastalığım sırasında öyle davranışları oldu ki, anlatılır gibi değil.

Ne gözünden yaş geldi, ne de en ufak bir acıma belirtisi gösterdi.

Soğuk ve katı yürekliydi.

O zaman ben, kral, kendisin son bir kez daha sınamak istedim ve hasta yatağıma çağırttım.

Böyle bir durumda bir yeğenin bile öz oğulmuş gbi yakınlık göstermesi gerekmez mi?

Ama ne gezer!

Delikanlı, kralın sözüne aldırış bile etmedi.

Ama anasının sözlerini, o yılanın sözlerini can kulağıyla dinliyordu.

Zaman zaman kardeşleriyle hemşireleri de ona kötü laflar taşıyıp duruyorlardı. Ben kral, bunların hepsini öğrendim.

Madem ki öyle, o halde dişe diş, dedim.

Artık bu iş bitsin! O benim oğlum değil artık! Bu sefer de anası bir inek gibi bağırmaya başladı:

‘Vay benim tosunumun başına gelenler!Mahvettin bizi, anlaşıldı, niyetin onu öldürmek senin!’

Peki ama, ben kral, ona hiç kötülük yapmış mıydım? Onu rahipliğe yükselten ben değil miyim?

Hep onun iyiliğini istemiştim, hep buna yol göstermiştim. Fakat o hiçbir zaman kralın dileklerine karşılık vermedi.

Sadece hep kendi isteklerini kolladı; böyle yalnızca kendini düşünen biri, Hattusas’ı sevebilir mi?’

Kral ölmek üzereyken, yerine geçmesi için hemen başka birini önerir ve yeteneksiz bulduğu oğlunun yerine torunu Mursilis’i aday gösterir. Daha önce de asıl oğluyla kızını cezalandırmayı unutmaz, gelirlerini azaltır, belirli bir yerde oturmak üzere sürgüne yollar. Sonra da bir prensin doğru eğitimi üzerine görüşlerini sıralar.

Yeni seçilen halefine öğütler verir. İstedikleri şunlardır: Sürekli sarayın içinde yaşayacaksın, ama yine de hep alçakgönüllü davranacaksın; yiyeceğin ekmek, içeceğin su olmalı; şarap içmeyi ancak çok yaşlandığın zaman düşüneceksin; ‘o zaman iç içebildiğin kadar!’

M.Ö.1620 yıllarına ait bu şikayetname ve vasiyetname karışımı yazı, eskiçağ biliminin bir muammasıdır. Dildeki bu duruluk, yakınışla yol gösterici öğütlerin, hikaye ile diyaloğun büyük bir sanat gücüyle kaynaştırılması öyle birdenbire doğmuş olabilir mi?

...

I.Mursilis M.Ö. 1620-1590 yılları arasında hükümdarlık etti. Sağlam bağlardan yoksun şehirdevletler federasyonunu yeniden örgütleyerek Hitit İmparatorluğu’nun asıl korucusu oldu. Böylece firavunlar imparatorluğunun kuzeydoğusunda, Mezopotamya İmparatorluğu’nun kuzeybatısında ilk kez doğunun üçüncü büyük siyasal gücü ortaya çıktı.

Halep’i ele geçiriyor, Babil üzerine yürüyerek burayı da fethediyor. Böylece Hatti adını herkesin korktuğu bir söz haline getiriyor. Ama, bu sefer, tıpkı Büyük İskender’in Hindistan’ı Alman İmparatorunun İtalya’yı ve Kudüs’ü, İsveç Kralı 12.Karl’ın ve Napolyon’un Rusya’yı fethe kalkışması gibi hem kahramanca, hem de akılsızca bir hareketti, çünkü Hattusas’tan 2000 km. uzaktaki Babil’i elinde tutamayacağı besbelliydi, nerede kaldı imparatorluğuna katması!..

1590’da yurduna döndükten kısa bir süre sonra eniştesi tarafından öldürüldü. Bu tarih Hitit tarihindeki ender sağlam noktalardan biridir; ilk Babil hanedanının yıkılışı hakkında Babil kaynaklarının verdiği bilgiye tıpatıp uymaktadır.

Ondan sonra tahta çıkmış Hantilis, Zidantas, Ammunas, Huzziyas gibi kulağa yabancı gelen adların etrafında sadece saray entrikaları, kansoylular ve rahiplerin kralla yaptıkları iktidar kavgaları vardır...

Tahta çıkmayı tayin eden etmen, artık baba ve kardeş katilliği olmuştur; siyasal hayatı ise ikbal düşkünü dullar, iktidar hastası prensler, yaşı küçük hükümdarların arkasında dolaplar çeviren kral naipleri düzenlemektedir. Krallığın gelecek için duraksamalar uyandıran böylesine bir döneminde kurtuluş çaresi ancak hükümdarlık haklarını ve tahta çıkmayı sağlam ilkelere bağlayacak bir düzenin kurulmasıydı.

Böyle bir girişim için zorunlu seçkin anlayışı ve beceriyi gösteren, bu sayede, yeni bir düzen kurmayı başaran Telipinus oldu. Onun gerçekleştirdiği tipik bir meşruti monarşiydi. Hanedanın erkekleri için sırayla tahta çıkmak güvencesi sağlanmıştı, ama yargı hakkı soylular meclisine bırakılmıştı.

Bu hak gerektiğinde kralı bile yargılayacak derecede genişti. Eğer hanedandan biri öldürülür ve bu cinayette kralın parmağı olduğu şüphesi belirirse kendisine uyarıda bulunabiliyor; eğer cinayeti onun işlettiği kanıtlanırsa kral hakkında ölüm cezası verebiliyordu.

Telipinus, kral haklarına geçerlilik sağlama gücünü elde edince, hükümdar sarayında öylesine sağlam bir düzen gerçekleştirdi ki, krala karşı meclisin olanakları azaldı, ancak apaçık bir cinayet olayında yetkisini kullanabilir hale geldi.

Öte yandan Hitit krallık kavramının, Doğu ülkelerinde çok yaygın ve hatta bazı Hint-Avrupa uluslarında bile görülen tanrıya benzerlik, ya da tanrıyı yeryüzünde temsil etme gibi öğelerden uzak oluşu da başka bir ilginç özelliktir.


Anadolu'nun Devasa İmparatorluğu Hititler’in Keşfi’nin İnanılmaz Öyküsü...


“19. yüzyılın 30. yılı başlarında bir Fransız araştırıcı, İç Anadolu’ya yapacağı geziyi özene bezene planlıyordu. Daha sonra ‘Amacım, eski Tavium kentinin yerini bulmaktı’ diye yazar; ‘Bütün ipuçları bu kentin eski Halys’in –Kızılırmak'ın- kıyısında verimli bir bölgede bulunması gerektiğini gösteriyordu.

Fransız’ın ön hazırlıkları sırasında yakındığı türlü işler olur. Gezi notlarında bunları okuyoruz. Önemli değildir bizim için. Ama sonunda Türkiye’ye gelmeyi başarıyor: ‘Her ne kadar derlediğim bilgilerin hepsi eksik şeyler idiyse de, ben, yine kervanımı 28 Temmuz 1834’de harekete geçirdim. Kuzeye gidiyorduk.’

Kısa bir süre sonra Kızılırmak’ın büyük yayı içinde küçük bir köy olan Boğazköy’dedir. Burada tek başına atla dolaşırken birdenbire harabelerle karşılaşır. Soluk kesen bir görünümdür bu. Burasını tarihte bir yerlere bağlamaya kalkışırsa da bu kez büsbütün çaresiz kalır.

Arkeolog ve gezgin Charles Felix-Marie Texier (1802-1871), bilim aşkıyla çeşit çeşit geziler yaptı; 19. yüzyıl onun gibi geçmişin patikalarına sapabilmek için can atan insanlarla doludur. Yine bu yüzyıl, teknik bilimlerin evrimini yansıtan bir ayna gibidir, aynı zamanda o güne kadar tarihin dayandığı temellerin artık bu yükü taşımaya gücü yetmeyeceğini de gösteren geleceğe yönelik bir objektiftir.

Tavium’u arayan Texier, Boğazköy’de dikkatini çeken birkaç şey öğreniyor ve bunların doğruluk derecesini denetlemek istiyor. Yıkık kerpiç evlerin arasından tepeye giden berbat bir yola sapıyor, yalçın kayalarla kaplı tepeye tırmanıyor. Ve birden gördüğü manzara karşısında afallayıp duralıyor:

Önüne, sıra sıra dizilmiş dev taş bloklar çıkmıştır; karşısında binlerce yılın aşındırmasına rağmen yine de sanki ezelden beri varmışçasına bir yapının temelleri yatmaktadır. Devler tarafından yapılmış gibi ölçülere sığmaz büyüklükte bir yapıdır bu.

Tepeye tırmanmaya devam ediyor, pervasızca mahvedilmiş bir arazide çevreyi seyrediyor, bir duvar kalıntısına rastlıyor, adımlıyor, uzunluğu bir kilometredir.

Tepenin doruğuna vardığında dört bir yanını gözden geçirir. Görebildiği kadarıyla bütün bu harabeleri zihninden pergele vurur ve bu yıkıntıların bir zamanlar bir şehir meydana getirmiş olduğunu anlar, hem de ‘en parlak çağındaki Atina kadar büyük bir şehir’.

Böyle bir şehri kimler kurmuştu? Burası Tavium olabilir miydi?

Yoluna devam ederek duvarda iki heybetli kapı bulur. Birinde bir insan vücudu kabartması vardır, belki bir kralın kabartmasıdır, insandan büyük, hiç bilinmeyen bir üslupla yapılmış, o güne kadar gördüklerinin hiçbirisiyle karşılaştırmaya girişemeyeceği bir kabartmadır. Öbüründe taştan bir aslan heykeli vardır.

Bunların resimlerini yapar, sonra da yanındakilere kopyalarını çıkarttırır. Ancak ne var ki, ressamlar kendi çağlarının çocuklarıdır, onlardaki burjuva ruhu, Fransız restorasyon döneminin biçim verdiği bu ruh böyle anıtlara sadece hayranlık duyabilir, fakat onu kavrayamazdı. Bu yüzden de onların bize resim halinde bıraktığı aslanlar hayal ürünüdür. Hele cepheden bakıldığında 19. yy.ın ilk yarısında moda olan Biedermeier stiliyle yapılmış yakıştırma aslanlardır.

Gördükleri karşısında Texier ilk yorumu yapacak gücü kendinde bulur:

‘Tepeden tırnağa eski Tavium’u bulmak düşüncesiyle yüklüydüm, bu harabelerde bir Jüpiter tapınağını, yanı başında Strabo’nun anlattığı düşkünler yurdunu göreceğimi umuyordum... Ama bir süre sonra bütün bu düşüncelerden vazgeçmek zorunluluğunu duydum.’

Arkasından da şunları ekliyor: ‘...burada Roma çağlarından herhangi birine yerleştirilebilecek cinsten hiçbir yapı yoktu. Harabelerdeki bu kendine özgü görkemli karakter, şehre tarihsel adını vermeye kalkıştığımda beni olağanüstü sıkıntıya uğrattı.’

Daha sonraları resimlerini baskıya vereceği sırada , kendisinden bir yıl sonra Boğazköy’ü görüp aynı şekilde burayı Taviuk sanan İngiliz William Hamilton(un notlarını gözden geçirdi ve ayrıca Antikçağ yazarlarının verdiği tüm bilgileri bir kez daha inceleyip kendi görüşüyle karşılaştırdı.

Arkasından da yeni bilgilere dayanarak harabeleri Tavium sanan görüşlere karşı çıktı ve burasının Krezus ile Keyhusrev’in önünde ünlü savaşlarını yaptıkları Pteria olduğunu ileri sürdü.

Ne var ki Texier’i başka sürprizler bekliyordu. Köylülerden biri, onu Boğazköy’den hayli ötelere götürdü; güçlükle yürünen bir patikadan derin bir ırmak vadisine indiler; karşı tepelerdeki düzlüğe varmaları iki saat sürdü. Ve orada Yazılıkaya dediğimiz yeri buldu.

Yalçın bir kaya kitlesi dimdik göğe yükseliyordu. Geniş bir yarık açılmış ve bu yarıktan bakıldığında kabaca düzeltilmiş yontma taşlar üstünde garip resimler göze çarpmaktaydı. Texier bu duvarların üstünde tören alayı halinde yürürken taşlaşmış tanrılar gördü, başlarında sivri külahları vardı, elbiselerin belleri kemerliydi.

Kaya yarığından sağa sapınca, bu defa da başka resimlerle karşılaştı. Bunlar, değişik elbiseli, değişik kişilerdi, kafalarında sivri külahlar yerine takke biçiminde başlıklar vardı. Figürlerden ikisi kanatlıydı, ötekiler de ellerinde ne olduğu pek seçilemeyen bir şeyler tutuyorlardı; arka arkaya sıralanmışlardı, ya da artlarından hayvanlar geliyordu.

Texier gördüğü bu taştan geçit alayından afallamış bir halde çıkış yerini aradı. O zaman sol yanda dar bir aralığın, daha dar bir kaya yarığına açıldığını fark etti. Giriş yerinde olduğu yerde mıhlanıp kaldı, geçitte sağlı sollu taşlara oyulmuş kanatlı iki dev vardı. İnsanüstü bu iki varlık girişin bekçiliğini yapıyor gibiydiler.

Texier durakları ama yine de içeri girdi. Batı yönündeki düz duvarda yeniden bir geçit alayı gördü. On iki savaşçıydılar, kim bilir belki de tanrıydılar. Arka arkaya dizilmişler, sert adımlarla yürüyorlardı. Hedeflerine erişmek çabasıyla kendilerinden geçmiş, korkunç bir katılık içindeydiler. On iki kişiydiler; başlarında sivri külahları, omuzlarında eğri kılıçları, uygun adım yürüyen on iki kişi.

Bunların çaprazlama karşısında taşta çok iri bir figür vardı; korumak istercesine daha küçük bir figürü kucaklıyor, onun üzerinden uzattığı kolu, çiçeğe benzer bir şekli boşlukta tutuyordu. Bu şekil ise hiyeroglife benzer bir yığın işaretten oluşmuştu. Besbelli bir şeyin simgesiydi bu... ama neyin?

Texier bunları seyretti, sonra tekrar büyük avluya döndü. O zaman aynı işaretlerin burada da bulunduğunu gördü. Bazıları havanın ve zamanın etkisiyle öylesine hırpalanmıştı ki, birer işaret olduğunu seçmek bile güçleşmişti. Bütün bu işaretler bir süsleme, birçok bezek değil miydi? Yoksa bir yazıtın parçaları mı?

Yazılı kayalardan ayrılırken Texier, giriş yerinin önündeki düzlüğü şöyle bir gözden geçirdi. O zaman bir duvar kalıntısı fark etti. Neyin duvarı olabilirdi? Bir yapının mı? Yarık kayaya giriş için yapılmış büyük bir kapının mı?
Artık kesinlikle anlamıştı. Burası çok eski çağlardan kalma kutsal bir yerdi. Her şeyi kendine özgü bir kaya tapınağıydı.

Peki ama, kimler yapmıştı burasını? Hangi ulusun din törenleri için kullanılmıştı?

Boğazköy harabelerine doğru baktı; vadinin ötelerinde inişli çıkışlı görüntüsüyle yamaçlara doğru yayılıyor, üstünde yakıcı bir güneş parlıyordu. Burası Tanrı’nın yumruğunu sıkarak işe koyulup yarattığı topraktı.

Daha sonra buralarda bir ulus yaşamış, doğadaki yalçın kayaları taş bloklarla daha da yükseltip daha da yalçınlaştırmıştı. Şu anda bile karşıdaki duvar kalıntısına bakılınca dimdik yükselen kısımlardan, buranın eskiden çatıyla örtülü olduğu anlaşılıyordu. Böylesine heybetli bir yapıyı dikme hevesi ancak çok kudretli krallarda, zengin ve güçlü uluslara egemen olmuş kişilerde bulunabilirdi.

Texier, birkaç cilt tutan anıtsal eseri, ‘Küçükasya Üzerine’yi 1839’da Paris’te yayımladı. Bu eserinde şu gerçeği kabul etmek zorunda kaldığını belirtiyordu: Boğazköy harabeleri, büyük kültürü olan bir ulusun varlığını kanıtlamaktadır.

Fakat 19. yy.ın tarih bilimi, bütün M.Ö. 2. bin yıl boyunca Küçükasya bölgesinde böyle bir ulusun yaşadığından habersiz bulunmaktaydı.

Texier, çağının bilimi için bütünüyle can sıkıcı olan şeyler göstermişti. Harika bir yazı ve resim malzemesi elde et, sonra da bunları açıklamak için en küçük bir dayanak noktası bile gösterme!

Görülmüş iş değildi bu ve her uzmanı daha başlangıçta çileden çıkarmaya yeterdi. O sıralarda henüz genç bir bilim olan arkeolojinin ilgisi 1839’dan sonraki yıllarda Mısır ve Mezopotamya’da yapılmış şaşırtıcı kazılara yönelmiş; Lepsius ve Mariete, firavunlar ülkesinde olağanüstü eserler keşfetmiş, Botta ve Layard da Asur kültürünü aydınlığa çıkarmıştı.

Heyecan uyandıran bu kazılara rağmen, araştırıcılar, Anadolu’daki esrarlı harabeler karşısında susma yoluna gidemediler, çünkü durmadan yeni harabeler gelmekteydi.

Texier’den kısa bir süre sonra Hamilton, yalnızca Boğazköy’e gitmekle kalmamış, buradan pek uzakta olmayan Alacahöyük köyünde yeni bir harabe alanı da keşfetmişti. Alman gezginleri H.Barth ile A.D Mordtmann, 1859-1861 arasında Boğazköy’ü inceleyip Texier’in tıpkısı bilgiler vermişler ve onun kabataslak yaptığı planları da düzeltmişlerdi.

Fransız Langlois, aynı yıllarda Tarsus dolaylarını dolaşmıştı. 1862’den itibaren Fransız bilgini Georges Perrot, bütün Anadolu’yu kapsayan bir inceleme gezisi yapmış ve çok ilginç bir dizi yeni anıt keşfetmişti.

Bu arada eski Boğazköy kenti sınırları içinde, üstü işaretlerle kaplı eğik bir kayayı, Nişantepe’yi bulmuştu. Gerçi işaretler iyice silinmiş ve yer yer taşın üstünde kazıntılara dönüşmüştü ama, yine de Texier’in Yazılıkaya’da keşfetmiş olduğu özelliklerin aynını göstermekteydi.

Bu taşın çok önemli bir keşif sayılması gerekirdi, fakat malzemenin bolluğu nedeniyle Perrot., bunu ancak, ressamı E.Guillaume’un çabasıyla 1872’de yayımlamıştır.

On yıl sonra Alman Karl Humann, Yazılıkaya’daki birkaç kabartmanın ilk kalıplarını çıkardı. Arkasından da Boğazköy ören alanının doğru ölçülere göre ilk kez tam planını yapmayı başardı. Bu başarısını biraz da eski mesleğine borçluydu, zira arkeolojinin büyüsüne kendini kaptırmadan önce demiryolu mühendisliği yapmış, sonra da Bergama Sunağı kazısını bitirerek dünya çapında üne kavuşmuştu.

1887’de Perrot, o zamana kadar Anadolu’da bulunan esrarlı anıtlarda keşfedilmiş ne varsa hepsini büyük bir toplu-eserde bir araya getirdi: Histoire de L’Art Dans L’Antiquite – Antikçağ Sanat Tarihi. Anadolu eserleri arasında ancak birkaç resim ve işaret kümesi hakkında bazı sanılar ileri sürülebilmekteydi. Sanı dediğimiz bu görüşler, aslında ötekiler için de gerçeğin ta kendisiydiler.

1870’de iki Amerikalı, Suriye’de yaptıkları bir geziden sonra birkaç taş hakkında bilgi vermişlerdi. Söz konusu bu taş plakalar, bulundukları yere göre ‘Hama Taşları’ diye adlandırılmış ve Anadolu harabelerinin esrarını çözme çabasında yeni bir dönemi başlatmışlardı. Ancak, Amerikalılar bu taşların hiç de asıl kaşifleri değillerdi. Bunlar, daha 58 yıl önce keşfedilmişlerdi, hem de 19. yüzyılın en ilginç gezgini tarafından.

1809 yılında doğu ülkelerine özgü kılığıyla sakallı bir adam, Malta’dan Suriye’ye giden bir gemiye bindi. Adının Şeyh İbrahim olduğunu ve Doğu Hindistan Kumpanyası’nda tüccar olarak hizmet gördüğünü söylüyordu.

Suriye’de 3,5 yıl kaldı. Çok garip bir tüccardı bu şeyh İbrahim; kimi zaman Halep’te, kimi zaman Şam’da oturuyor, alışveriş yapacağı yerde yöresel dilleri inceliyor, tarihle, coğrafyayla ve özellikle de Kuran’la uğraşıyordu. Bu çalışmalarına yalnız geziye çıkmak için ara vermekteydi.

Güneyde Kutsal Topraklar’a, doğuda Fırat boylarına gitti; Antakya’da Asi Irmağı vadisinde dolaştı. Hz.Musa’nın kardeşi Aron’un öldüğü kutsal Hor Dağı’na çıktı. Bir Habeşistan gezisinde casus diye tutuklandı, sınır dışı edildi ve Mısır’a geldi. Bir paşa, onu iki Arap doktorun karşısına oturtun sınava çekti. Bu sınavda Müslüman yasalarını bilip bilmediğini tanıtlaması gerekiyordu.

Sınavı öylesine parlak şekilde başardı ki, dört ay süreyle ‘yasak şehir’ Mekke’ye gitmek olanağını elde etti. Seksen bin hacı adayıyla birlikte Arafat Dağı’nda şeytan taşlayıp hacı oldu.

O günden sonra da adının başına hacı unvanını koyma hakkını kazandı. 1817 yılında yeni bir geziye hazırlanırken 33 yaşında Kahire’de öldü. Hem hacı, hem şeyh olmasının gerektirdiği saygıların hepsi kendisine gösterilerek Müslüman mezarlığına defnedildi.

Bu şeyh Hacı İbrahim’in asıl adı Johann Ludwig Burckhardt’dır.

1784’de doğmuştu; günümüze kadar önemli diplomatlar ve tarihçiler yetiştirmiş Baselli eski bir soylu ailedendi. Ölümünden sonra Doğu ülkelerine ait orijinal el yazmalarından oluşan 350 ciltlik derlemesi ile günlük defteri Cambridge Üniversitesi’ne miras kaldı. Günlük defteri; coğrafya, eski diller filolojisi ve arkeoloji için eşsiz bir kaynak oldu. Olağanüstü ilginçlikteki bu defter taranıp yeni eserler hazırlanmıştır.

Bu çeşit kitaplardan birinde, Londra’da ve 1822’de yayımlanmış Travels in Syria and the Holy Land – Suriye ve Kutsal Ülkede Geziler’de Asi Irmağı vadisindeki Hama şehrinde bir taş yüzünden kalışını anlatır. Pazarda, bir evin köşesinde bulunan bir taştır bu. Taşı şöyle tasvir eder: ‘Üzerinde küçük figürler ve işaretler olan bu taş, bir çeşit hiyeroglif gibi görünüyordu, ancak Mısır hiyerogliflerine hiç benzemiyordu.’

1822’de Texier’in büyük eseri yayımlanmadan 17 yıl önce, kimsenin bu sözlerden haberi olmayışı doğaldır; bu yüzden de anlattığı şey, çok ilginç bir gezi macerasının olay bolluğu içinde kaybolup gitmiştir.

Aradan 58 yıl geçer; iki Amerikalı, konsolos Augustus Johnson ile misyoner Dr. Jessup, tıpkı Burckhardt gibi Hama çarşısını gezmektedir. Bunlar da en az Şeyh İbrahim kadar meraklıdır. Ve İbrahim’in keşfettiği ‘yazılı taşlar’dan sadece bir tane değil, ‘üstü bir yığın küçük figür ve işaretlerle kaplı’ üç tane taş bulurlar.

Johnson, bir yıl sonra American Palestine Exploration Society – Amerikan Filistin Araştırma Kurumu önünde buluntular üzerine bilgi verir; fakat elinde ne taşların kalıpları vardır, ne de tıpkı eskizleri. Çünkü, ellemek amacıyla taşlara yaklaşmaya kalkıştıkça, her seferinde yerli halktan feryatlar kopmuş, vahşi gösteriler başlamış ve insanların yüzlerinde eyleme geçeceklerini gösteren çizgiler belirmiştir.

Bu esrarlı işaretler zamanın akışı içinde batıl inanca dayalı bir dokunulmazlık değeri kazanmıştı. Bu batıl inanç öğesi, kısa bir süre sonra Halep’te buldukları üstünde aynı hiyeroglif yazılı taşta daha da belirgindi. Yerliler bu taştaki işaretlerde hastalık iyileştirme gücü bulunduğuna inanıyor, özellikle göz hastalığı olanlar, uzak yerlerden gelerek, artık iyice aşınıp düzleşmiş taşa alınlarını sürüyor, böylece dertlerinden kurtulmayı diliyorlardı.

Bu taşları yakından incelemeyi kafasına koyan araştırıcının, başına bir şey gelmeden amacına ulaşması için tam bir yıl beklemesi gerekmiştir. Bu araştırıcı William Wright’dı. O zamanlar Şam’da oturan İrlandalı bir misyoner.

Kendisine bir rastlantı yardım etti. Böyle bir rastlantı sonucu şans yüzüne gülmeseydi, yığınla keşiflerden hiçbirini yapamayacaktı. 1872’de Suriye Valisi değişiyor, bu vali tutucu, bağnaz, Batı biçimi araştırma girişimlerine karşı çıkan bir adamdı. Yerine gelen Suphi Paşa ise, aksine açık düşünceli, liberal biriydi. Hama Taşları’nı duymuş ve rahip William Wright’a inceleme yapması için izin vermişti.

Wright, 25 Kasım 1872’de, bu arada bilim çevrelerinde artık tanınmış bulunan taşları üçüncü kez buluyor. (Aslına bakılırsa, beşinci kez buluştur bu, bu arada başka iki gezgin grubu daha Hama’ya gelip gitmiştir.) Wright’ın kendinden öncekilerden farklı bir durumu vardı. Vali paşanın himayesi altındaydı. Bu himaye yalnız sözde kalmamış, paşa, onun yanına askerler de katmıştı.

Onların yardımıyla Wright taşları evlerin duvarlarından çıkarır. Çok da güç bir iş olur bu. İkide bir yerlilerin başlattığı gösterilerle aksar. Çünkü, Halep’teki taşın göz hastalıklarını iyileştirdiğine inanılması gibi, bura halkının da taşların romatizmayı geçirdiğine inancı kesindir.

Taşlar, paşanın Hama’ya geldiğinde kaldığı konakta muhafaza altına alınınca, hamallardan biri, yerlilerin küme küme toplandığı haberini getirir. Arkasından bağnazların konağı basacakları ve taşları yabancılara vermektense parçalamaya kalkışacakları söylentisi duyulur. Üstelik polis de Hamalılar’dan yanadır.

‘Bir bunalımın oluşmakta olduğunu görüyordum’ diye yazar Wright. Askerler tarafından korunarak Hama sokaklarından geçiyor, halk galeyan halindedir, onlarla konuşuyor ve paşanın taşları ertesi sabah tarttırıp buna göre parasını ödeyeceğine dair söz verdiğini söylüyor. Halk alaylı cevaplar veriyor, çünkü devletin parayla ilgili vaatleri konusunda hayli acı tecrübelere sahiptirler.

O zaman Wright, askerle gözlerini korkutup eğer zorbaca hareketlere yeltenirlerse paşanın şiddetli cezalar vereceğini söyleyerek tehdit ediyor. Sonunda sinirleri harap olmuş bir halde evine varıyor. Notlarında ‘uykusuz uzun bir gece geçirdim’ diye yazar.

Ama, hiçbir olay çıkmıyor. Ertesi sabah Suphi Paşa söz verdiği gibi parayı ödeyerek yerlileri büyük bir şaşkınlığa düşürüyor. Ne var ki tehditle yatıştırılmış ve parayla geçiştirilmiş olan öfke, birden tekrar kabarmıştır.

Geceleyin görülmemiş parlaklıkta bir göktaşı düşmüştür. Bu olay ateşler saçan bir yıldızın gökten inişi şekline dönüşüyor. Sokaklarda koşuşan dervişler, bilen bilmeyen herkese bunu bir felaket habercisi olarak duyuruyor.

Yerliler hemen bir topluluk meydana getirip paşanın huzuruna çıkıyorlar. Bu olay, taşların uzaklaştırılmaması gerektiğini gösteren göksel bir belirti değil midir?

Paşa uzun uzadıya düşündükten sonra, göktaşının herhangi bir zarar verip vermediğini, insan ya da hayvanın ölümüne yol açıp açmadığını soruyor. Hayır, böyle bir şey olmamıştır. Topluluk da bunu doğruluyor.

O zaman paşa, kurnazca bir soru yöneltiyor: ‘Böyle görülmemiş parlaklıkta bir ışık, acaba yapılan işin göklerin de onayladığına işaret değil midir?’

Böylece taşlar ilk postayla İstanbul’a sevk ediliyor. Fakat William Wright daha önceden kalıplarını çıkarmak iznini koparmıştır. Ve bu kalıplar Londra’ya British Museum’a gidiyor.

Texier, Anadolu’nun kuzeyinde harabeler gördü ama bunların ne olduğunu bir türlü kestiremedi. Wright, Hama yazılarının kalıplarını çıkardı, ama bunların neyi gösterdiğini anlayamadı. O zamanlar Anadolu harabeleri ile Suriye’deki taşlar arasında bir ilişki olabileceğinin akla gelmeyişini doğal karşılamak gerekir. Çünkü bunun için zorunlu olan bağlantı zinciri henüz takılmış değildir.

Bu sırada British Museum’dan W.H.Skeene ile George Smith, Fırat’ın sağ kıyısında bulunan Cereblus’da büyük bir ören tepesi keşfetti. (Cereblus, Europus’tan gelir, Grek-Suriye döneminde kentin adı böyleydi)

Bu öreni inceleyen İngilizler, burasının Asur kaynaklarında adı geçen Carchamish-Karhemiş-Karkamış olduğu sonucuna vardı.

Nitekim bunda da haklı oldukları kısa sürede sonra kesinlikle anlaşıldı. Daha toprağın yüzeyine ilk kazmalar vurulunca, aynı esrarlı işaretlerle kaplı bir yığın figür gün ışığına çıkıvermişti.

Bu figürler bütün araştırıcıların ilgisini her geçen gün biraz daha çeken insan başları, eller, ayaklar, hayvan başlarıydı; halkalar, hilaller, kancalar ve sütunlarla karışık haldeydiler.

Her şey bu işaretlerin bir yazı olduğu kanısını güçlendiriyordu. İşin en şaşırtıcı yanı da, bunların yayılma alanının hiç de sadece Kuzey Suriye sınırları içinde olmadığıydı.

E.J.Davis, bu işaretleri Tarsus dolayında İvriz’de anıtsal bir kabartmada bulmuş; ayrıca üstünde yine bu işaretler bulunan mühürler ele geçirmiş, bir süre sonra da Texier’in Yazılıkaya tanrı figürleri yanında keşfettiği hiyerogliflerin, Suriye’dekilere benzediğinden kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Hatta bu esrarlı yazılar İzmir dolaylarında bile bulunmuştu.

Ortaya kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcı bir olgu çıkmaktaydı. Çünkü bu işaretlerin gerçekten bir ve aynı kökeni vardı. Öyleyse bir zamanlar Ege kıyılarından Suriye’nin içlerine kadar bütün Anadolu’da yazısını kullandıracak derecede güçlü bir ulus yaşamıştı. Ortaklaşa bir yazısı olan böyle bir ulusun, bir de ortaklaşa kültürü olmalıydı. Ne var ki, bu yazı işaretleri ile aynı üslupta olduğu besbelli birkaç anıt bir yana bırakılırsa, böyle bir ulusun varlığını gösteren başka hiçbir belirti, onlardan söz eden tek bir kaynak yoktu.

Acaba gerçekten yok muydu? Yoksa bazı kaynakların verdiği bilgilere o güne kadar gerektiğince dikkat mi edilmemişti?

Tartışmaların herhangi bir olumlu sonuca varmadığı 1879 yılında, bir İngiliz bilim adamı İzmir dolaylarındaki tepeleri inceliyordu. Bir yıl sonra da Londra’da Kutsal Kitap Arkeolojisi Kurumu’nda bir konferans veriyor ve Kutsal Kitabın çeşitli yerlerini tanık olarak göstererek, bilimsel açıdan gözü pek bir tez ortaya atıyordu.

Bu bilgin o zamanlar 34 yaşında bulunan ünlü İngiliz arkeoloğu Archibal Henry Sayce idi ve Britannica Ansiklopedisi yaşayan kimselere çok ender yer verdiği halde, onun hakkında daha sağlığında ‘...Doğu bilimlerine yaptığı hizmetleri bir bir anlatma olanağı yoktur’ diye yazmıştı.

İşte bu Sayce, son on yıllar içinde Küçükasya ve Suriye’de ortaya çıkarılan anıtlarla yazıtların hepsinde belirli bir karakterin bulunmasını, bunların Hitit ulusuna ait olmasıyla açıkladı. Bu ulustan Kutsal Kitap’ta açıkça söz edilmekteydi; ancak o güne kadar önemsiz sayılmış, hiçbir zaman tarihsel araştırma konusu yapılmamıştı.”

SiteMap - İmode - Wap2