Arşiv Anasayfa Ruh Sağlığı
Sayfalar: 1
Anlaşılmak Ya Da Anlaşılmamak By: Asortik Hatun Date: January 22, 2013, 12:46:49 AM
Her insanın anlaşılmak ile ilgili çekinceleri vardır. Bazen karşımızdakinin basit bir gülümsemesi, bazen ise uzun bir yorumuyla anlaşıldığımız hissini içimize yayıp rahatlığa kavuşuruz. Anlaşılmak güzeldir, rahatlatır, güvendir. Bir bakıma onaydır. Yaşadıklarımızın yalnızca bize özgü olmadığının, başkalarına da tanıdık olduğunun ve paylaşılabileceğinin işaretidir. Uzaylı olmadığımızın, konuştuğumuz insanlarla aynı dünyada yaşadığımızın kanıtıdır anlaşılmak.

Anlaşılmak böylesine rahatlatıcı ve huzurlu iken, anlaşılmamak yalnızlık, gariplik, sıra dışılık, hiçbir yere ait olmamak ile bağdaştırılır. Kasvetlidir, sıkıntılıdır. Geçmişi şöyle bir taradığında her insanın “Beni yanlış anladın”, “Niçin beni anlamıyor?”, “Beni anlasaydı bunu yapmazdı” benzeri iç replikleri olmuştur.

Hele de şimdilerde internet, cep telefonu gibi her an her yerde istediğimizle bağlantı kurabildiğimiz telekomünikasyon teknolojilerinin yaygın olduğu bir çağda başkalarıyla daha sık bağlantı kurup, daha çok fikir alışverişi yaparken anlaşılmamak sıklığımız daha da artıyor. Daha çok anlaşılmamak, daha çok sıkıntı demektir. İlişkilerde yüzeyselleşmek, başkalarından kopuk hissetmek veya öfkelenmek de anlaşılmamak hissi ile yakından akrabadır.

Oysa ne de güzel olurdu, daha ben “leb” derken herkes “leblebi” deseydi. Ne dert kalırdı, ne de tasa. Başkaları beni benim gibi anlasaydı, hayat ne şahane olurdu.

Malesef iletişim kurmak bazen oldukça zor olabiliyor. Sözcüklerimizi özenle seçmeye çalışıyoruz. Konuşurken söylediklerimizin yanında bir de ses tonu, vurgular, mimikler ve jestlerle anlatımımızı destekliyoruz. Fakat tüm bu çabaya ve özveriye rağmen anlaşılmadığımızı düşündüğümüz zamanlar yaşamaya devam ediyoruz. “Peki, neden?” diye sorarsak, şöyle bir açıklama aydınlatıcı olabilir; iletişmek için bir anlatıcı ve bir dinleyici olduğunu varsayıyoruz. Anlatıcı kendi açısından bir durumu diğerine anlatarak karşısındakinin onu anlamasını bekler. Dinleyici ise aktarılanlara bağlı olarak anlatıcının yaşantısına yaklaşmaya çalışır.

Bu durumu şuna benzetirim; Anlatan kişi dinleyicinin hiç bilmediği bir deneyimi anlatmaya çalışıyordur. Bu deneyimin ismi “hatuka” olsun. Dinleyici ise o güne kadar yaşadığı deneyimlerin arasından “hatuka”yı buldurmaya çalışıyordur. Eğer dinleyicinin yaşamında hatukaya benzer bir deneyim varsa ne hoştur, çünkü aktarılanı tanıması ve anlaması kolaydır.

Bir düşünün ki dinleyici hatukayı tanımıyor, hayatında hiç böyle bir şey görmemiş. Anlatıcının durumu dinleyiciye tanıdık değilse, anlaşmak da zordur. Veya dinleyici aktarılanı anladığı yanılgısını yaşıyorsa kısa veya uzun dönemde aslında anlatılan ile anlaşılanın farklı olduğu tespit edildiğinde her iki tarafta hüsran yaşanabilir. Yaşadığım bir olay bu duruma güzel bir örnekti.

Bir gün arabasına bindiğim bir taksi şoförü herhalde konuşmak ve anlaşılmak isteğinde olacak ki; 15 dakikalık yol esnasında 35 senelik eşiyle arasının nasıl bozulduğundan bahsetti. Hayatının ailesi için didinerek çalışmakla (ayakkabıcılıktan şoförlüğe kadar) geçmesine rağmen eşini 35 senede hiç tanıyamamış olduğunu anlattı. Eşiyle arasındaki tartışmaya ve sonunda geldikleri noktaya hala inanamıyor ve adeta hayata isyan ediyordu.

Kendimizi anlatmak için kullandığımız sözcüklerin, tonumuzun, vurgumuzun ve mimiklerimizin yeterli olmadığını söylerken anlatım biçimimiz kadar anlatımımızın içeriğinin önemli olduğuna dikkat çekmek isterim. Ben o taksi şoförünü tanıdığım gün çok düşünmüştüm. Acaba hangimiz ne kadar anlatabiliyoruz kendimizi? Anlattığımızı sandığımız fakat aslında bir iki kelime edip gerisini dinleyicimizin anlamasını beklediğimiz durumlar ne sıklıkta? Bizler anlaşılmak istediğimizde düşüncelerimiz, hislerimiz ve davranışlarımızı dinleyicimize ne ölçüde aktarıyoruz? Mesela o taksi şoförü eşine neler düşündüğünü, hissettiğini ve niçin böyle davrandığını açıkça anlatmış mıydı? Yoksa “Sen nasıl böyle yaparsın, beni hayal kırıklığına uğrattın” diyerek çekip gitmiş miydi? Tartışırken öfkeli, memnuniyetsiz, kırgın olduğunu eşine başarılı bir şekilde aktardığını şoförün isyanından anlayabilmiştim. Fakat niçin öfkeli olduğu, neler düşündüğü, çekinceleri, korkuları, isteklerinden de bahsetmiş miydi eşine?

Hala daha da eşinin olan bitene onun çerçevesinden bakıp onu anlamasını bekliyor belki. Niçin öfkeli olduğunu ve ne olursa sakinleşeceğini açık bir dil ile eşine anlatmaktansa, 35 yıllık eşinin bütün bunları sanki onun yerindeymiş gibi bilip uygulamasını istiyor gibiydi “Ben bir daha ne konuşacağım onunla!” diye dert yanarken. Bu soruları taksi şoförüne soramadım ama gizliden gizliye biliyordum ki bir çok ilişki kendini anlatmaktan ziyade anlaşılmayı beklemek yüzünden ilerleyemiyor. İlerleyemez çünkü dinleyicinin yeterli bilgisi yoksa anlatıcının neler yaşadığına onun çerçevesinden bakamaz. Anlatıcı yeterince bilgi aktarmazsa dinleyici anlatanın iç dünyası hakkında yalnızca tahmin yürütebilir, fakat bilemez. Birbirinin ne düşündüğünü ve hissettiğini samimiyetle bilmeyen kişilerin ilişkileri tahminlere kalmıştır. Nasrettin Hoca’nın “ya tutarsa” hesabını 5 aylık veya 35 yıllık olan çok değerli ilişkilerde uygulamak bizleri anlaşılmamak durumuyla daha çok yüzleştiriyor.

Oysa bir yanda anlaşılmanın dayanılmaz rahatlığı, diğer yanda ise anlaşılmayı beklemenin kasvetli yalnızlığı varken, karşımızdakinin anlamasını beklemeden düşüncelerimizi, hislerimizi ve davranışlarımızı açıklamak zor olmamalı, zorlaştırılmamalı. Sadece anlatır gibi yapmak değil, kendimizi açıkça anlatmak anlaşılmanın altın kuralı.

Bu yazı ile başlayan beraberliğimiz sürecince bolca anlatmak ve anlaşılmak dileğiyle…


SiteMap - İmode - Wap2