Arşiv Anasayfa Hayata Dair.
Sayfalar: 1
Melek Kanadı By: Asortik Hatun Date: October 16, 2012, 11:47:02 AM
Bazı kimselerde öyle bir haslet vardır ki, kelimelerle
anlatılmaz. Başınız sıkıntıda mı, kalbinizi burkan bir
derdiniz mi var; hemen bu insanlara koşarsınız.
İçlerinden gelen manyetik bir güç sizi onlara çeker.
Benim böyle bir arkadaşım var. Dün akşam beynimde
gülle gibi oturmuş bir sıkıntıyla ona telefon ettim:
"Hemen bize gel," dedi. "Eşim uyuyor, ben de kendime
kahve pişiriyordum."
Kalkıp ona gittim. Onunla geçen bir saatten sonra,
onunla her görüşmemden sonra olduğu gibi, kendimi daha
iyi hissediyordum. Derdim yine olduğu yerde duruyordu
ama, eski korkunçluğunu yitirmişti. Sallanan
iskemlesine oturup hiç konuşmadan can kulağıyla sizi,
sıkıntınızı dinleyen Ken'in yanında rahatlamamaya
imkân var mıydı ki...
"Ken" dedim. "İnsanın kafasındaki sorunları çözmekte
üstüne yok. Bunu nasıl başarıyorsun?"
Gözlerinden başlayarak bütün yüzüne yayılan bir
gülümsemesi vardı.
"Vallahi" dedi, "senden yaşlı olduğum için daha
tecrübeliyim de ondan."
Hayır mânâsında başımı salladım:
"Yaşın bununla ilgisi olamaz. Sende öyle bir sükûnet
var ki, insanın ta içine nüfuz ediyor. Bunu kimden aldın?"
Birkaç dakika dalgın dalgın beni süzdükten sonra,
konuşmaya karar verdi. Ayak parmaklarıyla önündeki
çekmecelerden birini açıp içinden ufak bir mukavva
kutu çıkardı, masanın üzerine koydu ve:
"Eğer söylediğin türde bir kabiliyet gerçekten bende
varsa, bu muhakkak buradan geliyor" dedi. "Bu kutu tam
otuz yıllık. İçinde olanı bir ben, bir de eşim Alma
bilir. Belki eşim bile unutmuştur, ama ben zaman zaman
açar bakarım."
Kibriti yaktı, dumanı lamba ışığının altında mavi bir
renk alıp kıvrılarak yükseldi. Ken, rüyada imiş gibi
bir sesle:
"1920'lerde idi" diye sözlerine devam etti. "New York'ta
meşhur olmuş bir gençtim. Hem de nasıl meşhur!
Parayı çabuk kazanıp aynı hızla harcıyordum. Herkesin
gözdesi olmuştum.
"En sonunda mutlu günler sona erip, madalyonun ters
tarafı gözüktü. Müthiş bir gündü. Büyük Bunalımda Wall
Street'te yaşanan büyük iflastan nasibini almayan, ne
olduğunu bilemez. Bir önceki hafta milyonerken, bir
sonraki hafta beş parasız bir sefil haline gelmiştim.
Böyle hâllerde insanların gösterdiği bilinen
tepkilerin hepsini gösterdim. Üç gün üç gece orada
burada küp gibi içip en sonunda bir yerlerde sızıp kaldım."
Sözün burasında Ken birden bir kahkaha savurup ayağa
kalktı. Ellerini kıvrık saçları arasında gezdirip:
"Kendime acımaya başlamış biri olarak yapacağım
deliliklerin sahnesi olarak, deniz kenarındaki küçük
köşkümüzü seçmiştim. 'Herşey altüst olmadan önce bizim
olan köşkü' desem, daha doğru olur ya! Eşim Alma
benimle gelmek istedi, ama buna mani oldum. Amacım,
herkesten ve herşeyden kaçıp, burnumun ucunu
görmeyecek kadar içerek derdimi unutmaktı. Bunu da başardım.
"Ama insan er ya da geç kendine geliyor. Derdini
bahane edip alkolik hâle gelmiş biri için en zor an
da, ayılmaya başladığı anmış. O zaman kendi
kendinizden iğreniyorsunuz. Aynaya bakınca kanlı
gözlerim, uzamış kirli sakallı yüzüm bana bir sıfır
olduğumu sanki avaz avaz haykırıyordu. Bir erkek, bir
koca, bir insan olarak kocaman bir sıfırdım. Hayatımı
rezil etmiştim. Bunları düşünürken, birden herşeyi
halledeceğini umduğum bir karara ulaştım. Yapılacak en
isabetli iş, Alma ve herkes namına, vücudumu ortadan
kaldırmak olacaktı. Hatta, bunu nasıl yapacağımı da
biliyordum. Dışarıda korkunç bir fırtına çıkmıştı.
Denizde dalgalar dağlar gibi yükseliyordu. Dönüşü
olmayan yere kadar yüzecektim. Sonra herşey
kendiliğinden çözülmüş olacaktı."
Ken, sönmüş piposunu masanın üzerine bırakıp,
anlatmaya devam etti:
"Böyle bir karar alınca, bir an önce harekete geçip
kurtulmak istiyorsunuz. Ben de vakit kaybetmeden
fırladım. Verandanın merdivenlerinden güç bela inerek
sahile çıktım. Şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü
kırmızı ile siyah karışımı korkunç bir renk almıştı.
Dalgaların kızgınlığı ve azgınlığı insanı ürkütüyordu.
Suyun kenarına yürüdüm. Tam o sırada kumların üzerinde
parıldayan birşey gözüme çarptı."
Bu esnada kutuyu açtı ve "İşte" dedi.
Kutunun içinde ufak bir denizkabuğu vardı. Şöyle
böyle, bir kabuk-benzerlerine her sahilde
rastlayabileceğiniz cinsten. Dar oval biçimde,
çizgili, şeffaf, zarif bir kabuk.
Ken:
"Durdum, gözlerimi ayırmadan kabuğa bakmaya başladım"
diye devam etti anlatmaya. "Sonunda eğilip aldım.
Islak ve pırıl pırıldı. O kadar ince ve nazikti ki,
parmaklarımı biraz bastırsam, kırılabilirdi. Ama işte
karşımda sapasağlam duruyordu. Nasıl parçalanmadan
kalabilmişti? Bu soru beynimi kemirirken, okyanus
dağlar gibi yükseliyor, rüzgâr delicesine uğulduyordu.
Tonlarca ağırlıktaki su kaynaşıp bu minicik kabuğu
sert kumlara kimbilir kaç bin defa fırlatıp atmış,
fakat bu kabuk asla parçalanmamıştı. Nasıl?
"Bu sorunun cevabı benim için bir hayat kadar
değerliydi. Defalarca kendime sordum, derken birden
herşeyi anladım. Kabuk kendisini, onu çevreleyen
müthiş kuvvetin eline teslim etmişti. Fırtınayı da
sükûnetle karşılamıştı. Birden kadere karşı acizce
yumruk sallayıp onunla kavga edeceğime onu boyun
bükerek kabullenmem gerektiğini anladım..
"Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Geri dönerken bu
denizkabuğunu da aldım. O gün bu gündür yanımdan
ayırmadım."
Arkadaşımın elinden kutuyu alıp kabuğu çıkarttım.
Elimin içinde yılların tahribatından habersiz, zarif
bir şekilde, süslü, tüy gibi hafif halde yatıyordu.
"Ona bir isim verdin mi?" diye sordum.
Ken, o ağır gülüşü ile:
"Evet" dedi. "Ona 'Melek Kanadı' ismini koydum."


SiteMap - İmode - Wap2