Arşiv Anasayfa Serbest Kürsü.
Sayfalar: 1
Bir Aile By: By.DiéséL* Date: November 07, 2009, 09:50:10 AM

On beş yıldır görüşmediğim arkadaşım Simon Radevin''i görmeye gidecektim.

Simon, bir zamanlar benim en iyi dostumdu. Onunla güzel günler geçirmiştim. Yüreğimin en gizli yerinde saklı ve en gizli sırlarımı ona açmıştım.

Uzun yıllar birbirimizden hiç ayrılmamıştık. Beraber yaşamış, yolculuk etmiş, düşünmüş, hayaller kurmuştuk. Aynı şeyleri, aynı kitapları sevmiş, aynı coşkuları yaşamış ve olaylara gülmüştük. Yalnızca bakışlarımız bile, biririmizi tümüye anlamaya yeterdi.

Daha sonra o evlenmişti. Koca aramak için taşradan Paris''e gelmiş bir kızla ansızın hayatını birleştirmişti. Nasıl olmuştu da, zayıf, aydınlık fakat boş bakışlı, soğuk sesli ve binlerce benzeri bulunan bu soluk kumral kız, zeki ve akıllı arkadaşımı avucunun içine almıştı?

Bunları anlayabilir miydik? Kuşkusuz arkadaşım, sevecen ve kendisine bağlı bir kızın kolları arasında basit, tatlı ve uzun sürecek bir mutluluğu ümit etmişti ve bunu da, soluk saçlı kızın parlak bakışlarında hayal meyal görmüştü de...

Arkadaşım, hiçbir şeyi anlayamayacak derecede alıklaşmadığı sürece, canlı ve duyarlı bir erkeğin, saçma gerçeğin farkına varır varmaz her şeyden usanacağını hiç düşünmemişti.

Nasıl bulacaktım onu? Her zamanki gibi canlı, nükteli, gülmesini seven ve coşkulu muydu, yoksa taşra yaşamının etkisiyle uyuşuk, tembel bir kişi haline mi gelmişti? İnsan, ister istemez on beş yılda değişebilirdi.

Tren, küçük bir istasyonda durdu. Trenden indiğimde, şişman, çok şişman, göbeği iyice öne fırlamış, kolları iki yana açık, kırmızı yanaklı bir adam bana doğru atıldı ve "Georges" diye bağırdı. Kucaklaştık; fakat onu tanıyamamıştım. Sonra, şaşkınlıktan donakalmış bir durumda "Aman Tanrım, zayıflamamışsın" diye mırıldandım. Gülerek, "Daha ne olsun? İyi bir yaşam, iyi yemekler, güzel geceler, yemek ve uyumak... İşte benim yaşamım!" diye yanıt verdi.

Onu seyrettim; geniş yüzünde, sevildiğini belli eden çizgiler aradım. Yalnızca gözleri değişmemişti; ancak o eski bakışlarından eser yoktu. "Eğer bakışlar düşüncelerin yansıması ise, şu karşımda duran insanın düşünceleri, bir zamanlar çok iyi tanıdığım insanın düşünceler değil" diyordum kendi kendime.

Gerçi gözleri parlıyordu, sevinç ve umut doluydu ama o gözlerde, bir kafanın değerini en az sözler kadar ifade eden zekâ pırıltıları yoktu artık.

Simon, birdenbire bana, "Bak işte, benim çocuklardan ikisi" dedi.

14 yaşında neredeyse kadınlaşmış küçük bir kız ile öğrenci kılıklı 13 yaşında bir erkek çocuğu, sıkılgan bir edayla bana doğru ilerledi;

- Bunlar senin çocukların mı? diye sordum.
- Tabii, diye yanıt verdi gülerek.
- Kaç çocuğun var?
- Beş. Üçü evde!

Bunu söylerken gururlu, memnun, hattâ muzaffer bir hava takınmıştı. Bense, yuvasındaki bir tavşan gibi, taşradaki evinde gecelerini iki uyku arasında çocuk yapmakla geçiren bu aptal damızlık adam için, belli belirsiz bir hor görüyle karışık derin bir acıma duygusuna kapılmıştım.

Simon''un kullandığı arabaya bindik ve can sıkıcı kentin içinden geçtik. Burası, sokaklarında hiç canlılık olmayan, yalnızca köpeklerin ve bir iki hizmetçi kadının göründüğü uyuşuk ve donuk bir kentti. Zaman zaman, kapısının önünde duran bir dükkân sahibi şapkasını çıkarıyor ve Simon da onu, kuşkusuz kentteki bütün insanları adlarıyla tanıdığını göstermek için, adlarını söyleyerek selamlıyordu... Taşraya gömülüp kalan bütün insanlar gibi, Simon''un da milletvekili olmayı düşlediği izlenimi edindim.

Kenti çabucak geçtik ve parka benzer bir bahçeye girdik; sonra da, şato görünümü verilmiş kuleli bir evin önünde durduk.

Simon, iltifatta bulunmamı ister bir havayla, "İşte benim fakirhane!" dedi.

"Çok güzel" diye yanıtladım.

Evin önündeki basamaklı seki üzerinde, benim gelişim için süslenmiş, bu ziyareti için saçlarını taramış ve birtakım basmakalıp nezaket cümleleri hazırlamış bir kadın görünüverdi. Bu, on beş yıl önce kilisede gördüğüm o kumral ve ilginç olmaktan uzak kızcağız değildi artık. Karşımda aşırı süslenmiş, şişman, lüle lüle saçlı, yaşı belli olmayan, silik ve zarafetten yoksun, düşüncesiz, kısacası bir kadında olması gereken bütün niteliklerden yoksun biri duruyordu. Nihayetinde bir anne, şişman ve sıradan bir anne, sürekli doğuran anaç bir tavuk, içinde çocuklarından ve yemek kitabından başka bir kaygı taşımayan damızlık bir kadındı o...

Bana, "Hoş geldiniz" dedikten sonra, Belediye başkanının teftişine hazır itfaiyeciler gibi bekleyen üç küçük çocuğun boy sırasıyla dizildiği bir hole girdim.

- Ah, işte diğerleri, dedim.

Simon, büyük bir mutlulukla, "Jean, Sophie ve Gontran" diye çocukların adlarını söyledi.

Salonun kapısı açıktı. İçeri girdim ve koltuklardan birinde felçli, titreyip duran yaşlı bir adam gördüm.

Bayan Radevin, bana doğru ilerleyerek, "Bu, benim büyükbabam Mösyö, 87 yaşında" dedi.

Sonra, yerinde sarsılıp duran ihtiyarın kulağına, "Baba, Simon''un arkadaşı" diye bağırdı. Yaşlı adam, bana merhaba diyebilmek için büyük bir çaba gösterdi ve ellerini sallayarak, "Vay, vay, vay!" diye viyakladı. "Çok naziksiniz" diye karşılık verdim ve bir sandalyeye oturdum.

Simon içeri girdi; gülüyordu.

- Büyükbabayla tanıştın demek. Pek hoştur kendisi, çocukların eğlencesidir. Boğazına çok düşkündür. Her yemekte çatlayacak derecede yer. Kendi haline bıraksan, ne kadar çok yiyeceğini tahmin edemezsin. Neyse, birazdan göreceksin zaten. Tatlılara sanki onlar birer genç kızmış gibi bakar. Şimdiye kadar bundan daha gülünç bir şeye rastlamamışsındır, birazdan göreceksin.

Daha sonra, bana odamı gösterdiler. Akşam yemeği saati yaklaşıyordu. Merdivenlerde ayak sesleri duyunca arkaya döndüm. Babalarının arkasına dizilen çocuklar beni izliyorlardı. Hiç kuşkusuz, bu şekilde beni selamlamak istiyorlardı.

Bana verilen oda, ot, buğday ve arpadan geçilmeyen uçsuz bucaksız bir ovaya bakıyordu. Ne tek bir ağaç, ne de bir tepe görünüyordu. Bu evde yaşanmak zorunda olan yürek karartıcı ve içe işleyen yaşamın bir görüntüsüydü bu...

O sırada bir çan çaldı. Akşam yemek vaktini haber vermek içindi bu. Aşağı indim.

Madam Radevin, pek yapmacıklı bir edayla kolumdan tuttu ve birlikte yemek odasına geçtik. Bir uşak, tekerlekli sandalyesini iterek büyükbabayı masadaki yerine getirdi. Henüz sofraya gelen büyükbaba, bakışlarını tatlıya dikmiş, aç ve meraklı gözlerle bakıyor ve iki yana sallanıp duran başını güçlükle bir yemekten diğerine çeviriyordu.

Simon ellerini ovuşturarak bana döndü ve "Çok eğleneceksin" dedi. Bu sırada çocuklar, göreceğim sahneleri düşünerek, gülmeye koyuldular. Bayan Radevin ise, omuzlarını umursamazlıkla silkip gülümsüyordu sadece.

Simon, ellerini ağzının iki yanında kavuşturarak, "Bu akşam yemekte sütlaç var" diye bağırdı ihtiyara doğru.

Yaşlı adamın kırışık yüzü aydınlandı; söyleneni anladığını ve memnun olduğunu belli etmek için tepeden tırnağa iyice sarsıldı.

Nihayet yemeğe başladık.

Simon, bana dönerek, "Bak!" diye fısıldadı. Büyükbaba çorbayı sevmemişti; yemek istemiyordu ama sağlığı için gerekli olduğunu öne sürerek ona zorla yedirmeye uğraşıyorlardı. Uşak, çorbayla doldurduğu kaşığı zorla adamın ağzına sokuyor, yaşlı adam ise, canla başla karşı koyuyor ve ağına akıtılan çorbayı içmemek için masaya ve yanındakilerin üzerine püskürtüyordu.

Çocuklar gülmekten kırılırken, babaları da "İhtiyar ne kadar komik, değil mi?" diye söyleniyordu.

Bütün yemek boyunca yalnızca ihtiyarla meşgul oldular. Büyükbaba, masaya konan yemekleri bakışlarıyla yiyor, çılgınca salladığı elleriyle tabakları tutup kendisine çekmeye çalışıyordu. Yemekleri hemen hemen ihtiyarın ulaşabileceği uzaklığa koyuyorlar ve burnuna gelen yemek kokularının kışkırttığı ihtiyarın tabaklara doğru yaptığı titrek hamlelerini ve çılgınca hareketlerini seyrediyorlardı. İhtiyar, anlaşılmaz biçimde homurdanıyor ve salyası boynundaki peçeteye akıyordu. Bütün aile de, bu tuhaf ve tiksinti verici işkenceden zevk duyuyordu.

Daha sonra, büyükbabanın tabağına biraz yemek kondu. Yaşlı adam, tabağına bir parça daha konması için önündekini büyük bir oburlukla silip süpürdü.

Sütlaç getirildiği zaman ihtiyar çırpınmaya başladı. Sızıldanıp duruyordu.

Gontran, büyükbabaya döndü ve "Bugün çok yediniz, size tatlı yok" diyerek, ona sütlaç verilmeyecekmiş gibi davrandılar.

Yaşlı adam, bunun üzerine ağlamaya başladı; her tarafı titreyerek ağlarken, çocuklar katıla katıla gülüyorlardı.

Nihayet, büyükbabanın payını da tabağına koydular. Adamcağız ilk lokmasını yutarken boğazından garip bir ses çıkardı ve çok büyük bir lokmayı yutan ördeklerinkini andıran bir boyun hareketi yaptı.

Tabağındaki bitirince, biraz daha tatlı vermeleri için tepinmeye başladı.

Büyükbabanın çektiği gülünç ve yürek parçalayıcı işkence karşısında dayanamadım ve "Hadi, biraz daha tatlı verin ona" dedim.

Simon, "Yoo, dostum, diyerek söze karıştı, bu yaşta fazla yerse, rahatsız olabilir".

Sözümü geri aldım ve sustum. "Neredesin mantık, ahlak ve sağduyu" diye geçirdim içimden. Sağlığını öne sürerek ihtiyarı o yaşta tadabileceği tek zevkten yoksun bırakıyorlardı. Ölgün ve titrek ihtiyar ne yapacaktı ki bundan sonra sağlığı? Sayılı günlerine karışıyorlardı onun. Kaç günü kalmıştı ki şunun şurasında? On, yirmi, elli ya da yüz günü mü? Neden böyle yapıyorlardı? Sağlığını korumak için mi, yoksa onun boğazına düşkünlüğünün ortaya çıkardığı sahneleri bütün ailenin biraz daha seyretmesini sağlamak için mi?

Yaşlı adamın artık hayatta yapacağı başka hiçbir şey kalmamıştı ki. Onun için tek bir istek, tek bir sevinç kaynağı kalmıştı. Neden bu sevinç ona bütünüyle yaşatılmıyordu?

Yemeğin ardından uzun bir süre kağıt oynadıktan sonra yatmak için odama çıktım. Üzüntülü, çok üzüntülüydüm!

Pencerenin önüne oturdum. Yakındaki bir ağaçtan gelen yumuşak, tatlı ve güzel kuş cıvıltılarından başka hiçbir şey duyulmuyordu dışarıda. Bu kuş, kuluçkaya yatmış dişisi için böyle yumuşak sesle gece boyu ötecekti.

Bense, şu sırada çirkin karısının yanında horul horul uyuyan zavallı dostumun beş çocuğunu düşündüm

SiteMap - İmode - Wap2